CUMHURİYET IŞIĞI İHTİYACI

1880'lı yıllar. Mustafa Kemal'in babası Ali Rıza Efendi, gümrük memurluğunu bırakmış, kereste tüccarlığı yapmaktadır. Selânik'te Olimpos Ormanlarından aldığı keresteleri satarak geçimini sürdürmektedir. Ancak, içinde bulunulan zaman çok sıkıntılıdır. Ortalık eşkıya kaynamaktadır. Bu eşkıya, yol kesmekte, sevkiyatı durdurmakta, tomruklara el koymakta, kereste ticareti yapanlardan zorla baç(vergi, haraç)almaktadır.

Ali Rıza Efendi de bir kereste tüccarı olarak bu durumdan muzdariptir. Baç vermek istemez. Kanuni yollara baş vurur. Vilâyette asayiş işlerine bakan Ali Paşa'ya derdini anlatır. Paşa, asayişi sağlamaya çalışacağını söylemek yerine, insanı beyninden vurulmuşa döndüren şu cevabı verir: "Ali Rıza Efendi! En iyisi sen bu kereste işini bırak!" Ali Rıza Efendi, bu acayip karşılık karşısında daha da bastırınca, bu sefer çok daha ilginç bir cevapla karşılaşır. Paşa, eşkıyayı kovalamaktansa, eşkıyanın dağlarda barınmaması için Olimpos Ormanları'nı yaktırmaya karar verdiğini söyler. Böylece, orman ortadan yok olunca, hem keresteciliğin hem de eşkıyalığın ortadan kalkacağını ifade eder. Kestirmeden, mesele kökünden halledilmiş olacaktır.

Kanunsuzlukları ortadan kaldırmaya, asayişi temin etmeye yarayan bir hareketi gerçekleştirmek yerine, orman yakmayı göze alabilen bir despot idareci kafası. Onu bu göreve tayin eden bir sürü kifayetsiz, bilgisiz, çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, ne vatana, millete, ne tabiata en ufak bir saygıları olmayan, bütün üst düzey idarecilere karşı;

Ne yaptığını bilen, liyâkatı olan, devletin ve milletin hizmetinde, hakka, hukuka sonuna kadar saygılı idarecilerin olduğu bir "cumhuriyet" zarurî hale gelmişti.

Osmanlı İmparatorluğu'nda, yabancılara verilen ekonomik, adlî, idârî, hak ve ayrıcalıklara, kısaca Osmanlı kapitülasyonları diyoruz. Bu kapitülasyonlar, zaman içinde, yabancılar lehine öylesine gelişmiştir ki, özellikle ekonomik alanda, yabancı ülkeler ticaretin büyük bir kısmını ele geçirmişler ve Osmanlı Devleti'ni adeta kıpırdayamaz hale getirmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun baş aşağı gitmesi özellikle Kırım Harbi'nden(1853-1856)sonra, son derece hız kazanmıştır. Bu tarihten itibaren devletin aldığı borçlar daha da çoğalmaya başlamış, ekonomik sıkıntı daha da derinleşmiştir. Üstelik, alınan borçlarla saraylar, kasırlar, yalılar yapılması yoluna gidilerek, "üretim" denilen mefhum en ufak bir şekilde akla getirilmemiştir. Meselâ,

her şeye rağmen yapılan en hayırlı işlerden biri donanmanın yenilenmesi bile güzel bir sonuca ulaşamamıştır. Oysa, Abdülaziz döneminde yenilenen bu donanma-ki o zamanlar dünyanın üçüncü armadası olarak anılmaktadır-yıllarca Haliç'te çürütülmüş,1897'deki Osmanlı-Yunan savaşı sırasında, halka bir güç gösterisi sunması için Marmara'dan Çanakkale'ye doğru yürütülmesi düşünülmüş ama armada daha Sarayburnu açıklarında bir sürü sıkıntıyla karşılaşarak hareket yetersizliğini ortaya koymuştu.

Kısaca, bütün yaşanan sıkıntılardan sonra başımıza bir de Düyûn-ı Umumiye belâsı çıkmıştı. Yani, "Genel Borçlar" anlamına gelen ve Osmanlı İmparatorluğu'nun faizlerini bile ödeyemez duruma düştüğü iç ve dış borçlarının yabancı devletler tarafından denetlenmesi ve tahsil edilmesi durumu. Taaaaa, 1881'den başlayarak,1954 yılına kadar tam yetmiş üç yıl ümüğümüzü sıkan bir borç batağı.

Bir daha kapitülasyonların, Düyûn-ı Umumiye'lerin yaşanmayacağı iktisaden de hür bir rejime "cumhuriyet"e ihtiyaç vardı.

Bugün bile, yurdumuzun bazı yerlerinde, bazı babalara "Kaç çocuğun var?" diye sorulduğunda, alınacak cevap, "İki oğlum var.", "Bir oğlum var." şeklinde olabilmekte. Sanki kendilerine "Kaç oğlun var?" diye sorulmuş gibi. O tip insanlara biraz üsteleyince "İki de kızım var."" Bir de kız çocuğu sahibiyim." gibi, istemiyerek verilen cevaplar ortaya çıkabilmekte. Bu sıkıntının ortadan kaldırılabilmesi için neredeyse bir asırdır verilen mücadeleye rağmen.

Kadın veya kızların sayısının bile hesabının tutulmadığı, adeta yok sayıldığı, sıradan bir meta gibi kabul edilip kullanıldığı zamanlardan, onların kanun önünde eşit olmalarını sağlayan, hür bir şekilde yaşamalarının gerçekleşmesine yer veren, güvenlik ve her türlü mülkiyet haklarına toplumda ayırımsız olarak hakkı olduğunu savunan ve her şeyden önemlisi en demokratik haklardan biri olan seçme ve seçilme hakkının olmasını kanunla garanti altına alan bir yönetim şekli,"cumhuriyet" vacip olmuştu.

Birinci Dünya Savaşı, ülkemizi her konuda çok korkunç bir fakr ü zaruret içine düşürmekle kalmamış, milletimizin okur yazar oranına da büyük ölçüde zarar vermişti. Bu oran bazılarına göre yüzde beş, bazılarına göre yüzde yedi civarında nitelendiriliyordu; Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra. Nitekim harf inkılâbı yapılmadan bir yıl önce, yani 1927'deki istatikler bile bu oranın ancak yüzde on bir civarına ulaştığını gösteriyordu.

Memlekette, hem okur yazar oranını yükseltmek, hem ne okuduğunu, yazdığını doğru analiz edebilmek, hem de çoğaltılmaya çalışılan bu okur yazar kitlesi içinden, ülkemizin acil ihtiyacını gidermek için bilim adamları yetiştirmek gerekiyordu. Bunun için de mutlakiyet (devletin temel gücünün ve yetkilerinin bir kişide toplanması)ve meşrutiyet(hükümdarın yönettiği bir ülkede, hükümdarın başkanlığı altında bir hükümet ve bir parlamentonun olması)idarelerinin ötesinde, milletin egemenliğini kendi elinde tuttuğu bir "cumhuriyet"in lüzumu ortaya çıkmıştı.

"Büyük sanılan adamlar, bazen büyük ölçüde karar aldıklarını zannederler. O kararlar ki, ancak hatadırlar. Fakat, bu büyük sanılan küçük insanlar, birer tarihî rastlantı eseri olarak büyük insan kitlelerinin ve milletlerin kaderlerine hükmedecek durumda bulundukları için, onların bu hataları bazen binlerce, yüz binlerce insanın kanına, hayatına mal olabilir." diye güzel bir yorumu var, üstat Şevket Süreyya AYDEMİR'in, Tek Adam'ının II.cildinde.

Bundan böyle, küçük insanların rastgele ortaya çıkıp da, büyük insan kitlelerinin kaderlerini etkilememeleri için özünde demokrasinin, adaletin, hürriyetin, bağımsızlığın olduğu bir rejim,"cumhuriyet" iktiza ediyordu.

"Bir millet var, koyun sürüsü. Ona bir çoban lâzım. O da benim." diyen bir tek adam rejiminden "Aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür" pırıl pırıl yeni nesillerin yetişeceği bir idarî yapı, yani "cumhuriyet" elzem olmuştu.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün, gelişmiş dünya ülkeleri seviyelerine ulaşmak, hatta gerekirse onlarla boy ölçüşmek için kurduğu ve ilelebet yaşayacağına candan inandığımız "CUMHURİYET" dönemimizin bir yıldönümünü daha idrak ediyoruz.

"Türkiye Cumhuriyeti"ni binbir mihnet, acı, sıkıntı, mal ve can pahasına, adeta kendilerini adayarak gerçekleştiren bu milletin aziz evlâtlarını bir kez daha minnet, şükran ve rahmetle anıyoruz.