Mahremiyet!

Recep Çınar

Milli Gazete bünyesinde 2016 yılından beri genelde Kadın Yazarların gayretleri ile aylık olarak yayınlanan “Maaile” (Ailece) isimli derginin Ağustos 2025 tarihli sayısında ağırlıklı olarak “Mahremiyet” konusu ele alınmış.

Peki, Mahremiyet nedir?; “Saygıya ve gizlenmeye değer şey, kendileriyle evlenmek haram olan yakın hısım, İslâm'ın kendileriyle evlenilmesini yasakladığı belli hısımları ifade eden bir fıkıh terimi” olarak tarif edilir.

Her insanın bilmesi ve uyuması gereken bir konu mahremiyettir! Toplumumuzun fertleri arasından her geçen gün hızlanarak kayıp giden mahremiyetin, maalesef peyderpey yitirildiği fark edilmiyor!

Bilhassa yaz gelince “özgürlük” diyerek teşhir (gösterme/sergileme)  sayılacak kadar her şey ulu orta seriliyor. Yani mahrem ve mahremiyet sınırlarının ihlalinin çoğaldığı bir mevsim yaşanıyor. Oysa yaz mevsimi, insan ruhunda bir ferahlık çağrıştırsa da bazen fazlasıyla görünür olmak, insanı yorar. Hele de kadınsanız!

Halbu ki kadın bedeninin teşhir (gösterilmek) nesnesine dönüştüğü modern dünyada “görünür olmak” bir ihtiyaç değil, dayatmadır. Bu görünürlüğün ruhsal sebebi ise sebebi bilinmeyen yorgunluk, iç huzursuzluğu bencillik, değersizlik duygusu, arsızlık ve kaygıdır.

Gerek kitabımız Kur’an, gerek Dinimiz İslam, gerekse Peygamberimiz (sav) bir hedef koymuşsa, istediğin gibi yap demez asla. Hedefi koyan, gidiş yollarını da bize gösteriyor!

Bir mümin ahlâkın, hayânın, edebin timsali olmalıdır. Çünkü ahlakını muhafaza etmeyenin ne savaş meydanlarında, ne sohbet meclislerinde yer edinmesinin imkânı yoktur. Hayâ, mahremiyetin iç sesidir. “Bu, bana yakışmaz” dedirten o ince çizgidir. Milli Görüş Lideri merhum Erbakan Hoca daima her alanda “Önce ahlak ve maneviyat” demiştir. Aile yapısının bozulmasındaki temel sebep olarak “fıtratla (yaradılış) savaşan batı değerlerini” göstermiştir.

Mahremiyet ne sadece örtünmek, ne sadece kapıyı çalmak, ne de sadece konuşulanı saklamakla sınırlı. O, insanın kendini değerli hissetmesiyle başlıyor.

Mahremiyet, ayni zamanda edeb, hayâ, sınır bilinci ve saygının adıdır. İslam’ın bizden istediği örtünme; göze, dile, kalbe ve hatta niyete kadar uzanan bir bütünlüğün parçasıdır.

Eskiden, babalarımızın evde olmadığı zamanlarda annelerimiz yemek yaparken bir şey eksik olduğunda veya ani bir misafir geldiğinde bizi hemen bakkala veya diğer esnaflara gönderir ve aldıklarımızı veresiye defterine yazdırmamızı söylerlerdi. Bu, çekinilecek bir durum değil, bilakis mahalle kültüründe olağan bir durumdu.

Günümüzde sınırlarımızı önce sosyal medyada, sonra dijital alışkanlıklarda kaybettik. Tatilde çektiğimiz bir fotoğraf, çocuğumuzun özel bir anı, evimizin içi, yediğimiz yemek, hissettiğimiz öfke, kırgınlık, sevinç... hepsi dijitalin “kaydeden” yüzüne teslim! Hepsi görünür oldu. Hepimiz görünür olduk! Ama ya görünmemesi gerekenler? Mahremiyetin geleceği, bu yüzden yalnızca bireylerin değil, aynı zamanda kodların, algoritmaların ve veri politikalarının da meselesidir.

Çocuklar her zaman gördükleri şeye ani tepki vermezler. Ama bu içerikler zihinlerinde iz bırakır. Göz gördüğünü kalbe taşır ama kalp her taşınanı sindiremez. Zaten gönül neyle beslenirse ona dönüşür. Dikkat et, gönlüne düşüverir!

Bugün sosyal medyada sadece bedenler değil, utançlar da teşhir ediliyor! Ahlaki yozlaşmalar, rezillikler alkışlanıyor. Cinayetlere “hak etti”,  şiddete “kesin bir şey yapmıştır” diyenlerin sayısı artıyor. Suçun bahanesi olur mu? Ama artık kötülük bile “normal” diye karşılanıyor.

Sade bir nikâh, başını sokacak bir ev ve yeterince eşya evlilik için yeterlidir. Bunların daha iyi versiyonları zamanla olur. Ancak maddi sebeplerle geciktirilen evlilikler haramlara kapı aralamaktadır! Evine almak istediğin her ürün için kendine bu soruyu sor. Önceliklerini belirle ve ihtiyaçların üzerinden ilerle. Bir mobilya takımının her parçasına ihtiyacın var mı, yoksa sadece hepsine sahip olmak mı cazip geliyor? Acelesi yoksa zaten elzem değildir.

Her gelen gün insanlığımız ölüyor. Gün geçmiyor ki yürek yakan bir cinayet haberine uyanmadığımız.

Mahremiyet, kapıdan başlar!

Osmanlı döneminde kapı tokmakları sadece bir işlev aracı değil, ayni zamanda ince bir mahremiyet ve görgü aracıydı. Osmanlı toplumunun sosyal yapısı ve aile mahremiyetine verdiği önem, evelerin mimarisine ve en küçük ayrıntılarına kadar yansımıştır. Kapı tokmakları da bunun dikkat çekici bir örneğidir. Osmanlı’da kapı kültürü demek, evvela tokmak, sonra selam demekti. Kapı tokmağı gizli bir zarafetti. Yani mahremiyetin anahtarı değil, tokmağı vardı! Osmanlı evlerinde özellikle iki farklı sesli, iki farklı tokmak bulunurdu.

  1. İnce sesli tokmak: Genellikle kadınlar tarafından kullanılırdı. Bu tokmağın çıkardığı ses, tiz ve hafifti.
  2. Kalın sesli tokmak: Erkekler için tasarlanmıştı ve daha tok biri ses çıkarırdı.

Evin içindekiler, kapıya vurmadan önce tokmağın çıkardığı sesten gelenin cinsiyetini anlarlardı. Eğer kadın tokmağı çalındıysa, evdeki kadınlar kapıyı telaşsız açardı. Eğer erkek tokmağı çalındıysa, evin erkeği veya örtünmüş bir kadın kapıya yönelirdi. Bu, aile mahremiyetinin gözetilmesini sağlayan son derece zarif ve ince bir yöntemdi.

Nereden nereye…!

Unutmayalım ki, Cennetten yasak meyveyi yiyen Hz.Adem ve Havva’nın ilk fark ettikleri büyük ilke mahremiyet olmuştur!

Dostça kalın…

Örnek Kapı Tokmakları