Şimdi “her şey” sadece kendini tekrar ediyor!
Dr. Musa Çelik
Sinefillerin merakla beklediği, dünyanın en seçkin film festivali Cannes Film Festivali bu yıl 78’inci edisyonu ile 13-24 Mayıs tarihlerinde Fransa’nın Cannes şehrinde sahne alacak. Jüri başkanlığını ise ünlü aktris Juliette Binoche yapacak. Biz de Cannes Film Festivali’nin sene-i devriyesi itibarıyla filmlere, festivale alternatif bir bakış sunacağını umduğum yazı ile karşınızdayım.
****
Son zamanlarda, dünyanın en önemli film festivallerinde, “The Room Next Door filmi 17 dakika alkışlandı, The Brutalist filmi 12 dakika alkışlandı, Nuri Bilge Ceylan’ın çok konuşulan filmi Kuru Otlar Üstüne 10 dakika alkışlandı” gibi haberlerle kültür sanat hayatımızda gündeme geliyor, gelmekte, hatta geleceği de beklenmekte. Hatta denilebilir ki, filmin beğenildiği, kalıcı bir eser olup olmadığına dair görüşler “alkışmetre” ile ölçülür hale gelmiş durumda. Hazin.
****
Cannes, Venedik Film Festivallerinde bazı filmlerin dakikalarca alkışlanması bizim gibi kıyıda kenarda oturup sigarasını içen sinefilleri hiç yanıltmıyor, hatta acı bir tebessüm beliriyor yüzümüzde. Daha düne kadar bu seyirci topluluğu geçmiş festivallerde, sinemanın en önemli birkaç isminden biri diyebileceğimiz koyu Katolik Robert Bresson'un “L'argent” filmini yuhalamıştı. Tarihin bir cilvesi midir, bilinmez, Andrei Tarkovsky’nin en sevdiği filmlerinin yönetmeni Bresson’la Nostalgia filmi ile en iyi yönetmen ödülünü paylaşmıştı. Bresson’un ödül konuşması yapmadığı, Tarkovsky’nin ise tek cümle ile geçiştirdiği konuşmasının ardından protesto dalgasının ortasında koluna girerek salondan uzaklaşmışlardı.
****
Sahi, çok muhterem Cannes seyircisi geçmişte kimleri protesto etmemişti ki! İtalyan sinemasının en saygın isimlerinden olan Michelangelo Antonioni'nin “I’Avventura” filmini anlaşılır olmadığı gerçekçisiyle Cannes Film Festivali’nde yuhalanmıştı. Film protestolara rağmen festivalde büyük jüri ödülünü almıştı. Antonioni'nin yanı sıra Luis Buñuel’in El’i, Carl Theodor Dreyer’in Gertrud’u, Martin Scorsese'nin Taxi Driver’ı, Lars von Trier’in Dancer In the Dark’ı protesto edilen yönetmen ve filmler arasında yer aldı. Bu filmlere bakan gerçek bir sinefil, bugünkü filmlerle kıyas etme zahmetine bile girmez. Hayata dair hakiki, somut, gerçek hikâyeler peşinde koşan karakterlerdi bu filmler.
****
Seyircinin geçmişte olduğu gibi tek terdi, beyaz perdede gördüğü görüntülerin bir çırpıda tüketilebilmesi. Filmlerin “Katarsis” yaşatması bir yana filmlerin, kolay algılanabilmesi, sıkıcı olmaması, elbette hoş zaman geçirtmesidir kayda değer olanı. Bereket versin, L’Eclisse (1962) ve L'Avventura (1960) gibi filmleri protesto eden kitlenin tam karşı açısında konumlanan bir avuç sinefil, insanın bu hüzünlü hikâyesine “tanıklık” etmek için orada bulunuyor. Tıpkı Scorsese gibi. Scorsese, Antonioni’nin L’Avventura (1960)filmine istinaden yazmış olduğu New York Times’ta yayımlanan “Sinemayı Özgürleştiren Adam” başlıklı yazısına kayıtsız kalmak mümkün değil.
“(…) L'Avventura, sinemada yaşadığım en derin şoklardan birini verdi bana, ‘Breathless’ veya ‘Hiroshima, Mon Amour’dan bile daha fazla (ikisi de halen hayatta ve çalışan diğer modern ustalar Jean-Luc Godard ve Alain Resnais tarafından yapılmıştı). Veya ‘La Dolce Vita.’ O zamanlar iki kamp vardı, Fellini filmini sevenler ve ‘L'Avventura’yı sevenler. Antonioni’nin tarafında olduğumu biliyordum, ama o zaman sorsanız nedenini açıklayamamış olabilirdim. Fellini'nin filmlerini seviyordum ve ‘La Dolce Vita’yı takdir ediyordum, ama L'Avventura beni zorluyordu.
Fellini'nin filmi beni duygulandırıyor ve eğlendiriyordu, ama Antonioni'nin filmi sinema algımı ve çevremdeki dünyayı değiştirdi ve her ikisini de sınırsız hale getirdi. (İki yıl sonra Fellini’ye tekrar rastladığımda, ‘8 ½’ ile aynı türden bir aydınlanma yaşadım.) Antonioni’nin ele aldığı insanlar, F. Scott Fitzgerald'ın romanlarındaki insanlara çok benziyordu (daha sonra Antonioni’nin bunlara çok düşkün olduğunu keşfettim), benim hayatımdan mümkün olduğunca uzaklardı. Ama sonunda bu önemsiz görünüyordu. L'Avventura ve Antonioni'nin sonraki filmleri tarafından büyülenmiştim ve filmlerinin herhangi bir geleneksel anlamda çözümsüz olması, beni geri çekmeye devam etti. Gizemleri – ya da daha doğrusu kim olduğumuz, birbirimize, kendimize, zamana ne olduğumuz gibi gizemi – ortaya koyuyorlardı. Antonioni’nin ruhun gizemlerine doğrudan baktığını söyleyebilirsiniz. Bu yüzden geri dönmeye devam ettim. Bu filmleri tekrar tekrar deneyimlemek, içinde dolaşmak istiyordum. Hâlâ istiyorum.
Antonioni, her filmle yeni olanaklar açmış gibi görünüyordu. “L’Avventura” ile başladığı gevşek bir üçlemenin üçüncü filmi olan L’Eclisse’in son yedi dakikası, önceki filmin son anlarından bile daha ürkütücü ve etkileyiciydi. Alain Delon ve Bayan Vitti buluşmak için sözleşirler ve ikisi de gelmez. Bir şeyler görmeye başlarız – bir yaya geçidi çizgileri, bir varilde yüzen bir tahta parçası – ve onların bulundukları yerleri gördüğümüzü fark ederiz, varlıklarından yoksun. Yavaş yavaş Antonioni bizi zaman ve mekânla yüz yüze getirir, ne eksik ne fazla. Ve onlar doğrudan bize bakar. Bu hem korkutucuydu hem de özgürleştirici. Sinemanın olanakları aniden sınırsız hale gelmişti. (...)”
Latin Amerika Edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Meksikalı Carlos Fuentes, eserinin bir yerinde Michelangelo Antonioni'nin filmlerinin kendi eserine ilham olduğunu hatta kaleme aldığı eserinin bir bölümünde, Antonioni'nin kadınlarının güçlü, özgür, bir başınalıkları, erotik gerilimlerin bir nesnesi olmasının ötesinde canlı kanlı bir varlık olduğunu dile getirmiştir.
"Katlanamadıkları, bir kadının yalnızca romantik bir aldanışa bürünmüş bir nesneden öte bir varlık olması. Kadının, erkek kadar özgür ve onun kadar bir kişilik olduğu bir sevinin doğuşunu görmek çileden çıkarıyor onları. Vitti ile Delon apartmana gidip kendilerini doğrudan yatağa atacak yerde, kendilerini yavaş yavaş birbirlerine açıklıyorlar, küçük tavşanlar gibi birbirleriyle oynuyorlar; bunu, önce kendilerini açıklamak, yatağa ancak daha sonra, yalnızca yalvaçça bir açıklama yaparcasına girmek, bir gülüşü, bir oyunu bölüşmek için yapmak zorunda oldukları için yapıyorlar. Meksikalı erkek-adam Macho'yu (maçoyu) inciten de bu.” (Carlos Fuentes akt. Lacivert kadife ve kırmızı vişne)
****
Bauman’ın “…asla tam olarak tatmin etmeyen tatmine, asla sonuna kadar içilememesi, hep yarım bırakılması gereken bir ilaca…” şeklinde değerlendirdiği “tüketim” olgusu tam da seyircinin “konumunu” tanımlar haldedir. Asla bu seyir deneyimi tamamlanmamalı, hatta izleyiciyi rahatsız etmemeli ki, bir sonraki filmi, önemli bir etkinlikten mahrum kalıyor hissiyatına kapılmalı ki, izleyebilmeli. Bu istek hep arzulanabilir olsun.
Bu “tüketim toplumunun” tam karşı mevziisinde konumlanan Scorsese’nin L'Avventura’ı izlerken edindiği deneyim, bu “hafif” seyirci için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Kıyıda, köşede kalmış, hayatla bağını her zaman canlı tutan seyirci için ise hiç yabancı değildir.
“Nerede izlemiştim? New York'taki Sekizinci Cadde'deki Art Tiyatrosu muydu? Yoksa Beekman mıydı? Hatırlamıyorum, ama o açılış müzik temasını ilk kez duyduğumda içimden geçen elektriklenmeyi hatırlıyorum - tehditkâr, kısa kesik, telli çalgılarla çalınan, çok basit, çok yalın, bir boğa güreşinde bir sonraki tercios'u duyuran borular gibi. Ve sonra, film. Bir Akdeniz gezisi, parlak güneş ışığı, siyah-beyaz geniş ekran görüntüler; daha önce hiç görmediğim türden, o kadar titizlikle oluşturulmuş ki… Neyi vurguluyordu ve ifade ediyordu? Çok garip bir rahatsızlık türü.”
Scorsese’nin heyecanına ortak olmak dileğiyle.