TÜRKLER’İN GÖÇ SERVÜVENİNİN HİKÂYESİ-2

ZAYIFLIĞIN MASKESİ: IRKÇILIK

Irkçılık, sadece hedef aldığı gruplara değil, savunanların da ahlâki ve entelektüel zayıflığını gözler önüne serer. Türklerin Avrupa’daki varlığı ve başarıları, bu zayıflığı her gün daha görünür hale getiriyor. Çünkü, Türkler sadece Avrupa’ya gelmekle kalmadılar, Avrupa’nın bir parçası oldular. Ekonomiye, kültüre, bilime ve siyasete değer katarken, önyargıları yıkan bir tarih yazdılar.

Irkçılar genellikle “biz” ve “onlar” diye bir ayrım yaratmaya çalışır. Ancak bu ayrım, Türklerin Avrupa’daki somut katkıları karşısında çökmeye mahkûmdur. Bugün Avrupa’daki Türk girişimciler, yüzbinlerce kişiye istihdam sağlıyor. İşsiz kalmış ve umutsuz olan pek çok kişinin hayatını değiştiren bu insanlar, aynı zamanda Avrupa’nın ekonomik dinamiklerini güçlendiren bir motor işlevi görüyor. Bilim insanlarımız, salgınlara çözüm buluyor; sanatçılarımız, kültürün sınırlarını genişletiyor; siyasetçilerimiz, demokrasiye katkı sunuyor.

TARİH TERSİNE ÇEVRİLEMEZ

Türklerin Avrupa’daki varlığı, bir iki nesille sınırlı değil, yüzyılların ötesine dayanıyor. Orta Çağ’da başlayan bu ilişki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanlar’da, İtalya’da ve Batı Avrupa’da derinleşti. Daha sonra, 20. yüzyılda misafir işçi olarak gelen Türkler, o dönemki Avrupa’nın savaş sonrası ekonomisini canlandırdı. Sormak lâzım ırkçılara: “Fabrikalarınızda gece gündüz çalışan, en ağır işleri üstlenen, ama yine de sesini çıkarmayan o misafir işçiler kimdi?”
Türklerdi tabii.

Bugün, o misafir işçilerin torunları artık sadece iş gücüyle değil, fikirleri, yaratıcılıkları ve liderlikleriyle Avrupa’nın temel taşlarından biri. Irkçılar bu gerçeği inkâr etmek istiyor, çünkü bu gerçek onların kurmaya çalıştığı nefret temelli dünyaya uymuyor.
Irkçılara sesleniyorum: “Ne yaparsanız yapın, bu tarihi tersine çeviremezsiniz.”

Türklere yönelik önyargılar, sadece haksız değil, aynı zamanda aptalcadır.
“Türkler sadece misafir işçidir” diyenler, milyonlarca Türkün Avrupa’nın sanayisinden teknolojiye, akademiden sanata her alanda nasıl devrim yarattığını görmezden geliyor. “Türkler topluma uyum sağlayamaz” diyenler, Türklerin Avrupa’daki ikinci ve üçüncü kuşaklarının eğitimde ve siyasette ne kadar ilerlediğini reddediyor.

Irkçılara şunları da söylemek lâzım: “Eğer bir toplumda ayrımcılığı körüklerseniz, sadece hedef aldığınız grubun değil, tüm toplumun zarar görmesine neden olursunuz. Bugün Avrupa’nın pek çok şehrinde Türkler, toplumun entegrasyonu için köprü görevi görüyor. Çok kültürlü mahallelerde ticaret yapıyor, yerel yönetimlerde görev alıyor ve herkesin faydasına olan projeler üretiyor. Bu katkıları görmeyip hâlâ “öteki” yaratmaya çalışıyorsanız, gözlüklerinizi değiştirmeniz gerekiyor. Çünkü bu önyargılar, gerçeği görmenizi engelliyor.”

KORKULARININ ARKASINA SIĞINANLAR


Irkçılık, korkunun ve cehaletin bir maskesidir. Irkçılar, Türklerin başarısından korkuyor. Çünkü bu başarı, onların “üstünlük” masalını çürütüyor.
Irkçılara şöyle seslenmek lâzım: “Korkunun yerine bilgelik, cehaletin yerine bilgi koymadığınız sürece, bu nefret sizi zayıflatmaya devam edecek. Şunu unutmayın: Türkler, Avrupa’nın her alanında kendilerini kanıtlamış bir topluluktur. Bizim hikâyemiz, yalnızca bir göç hikâyesi değil; aynı zamanda azim, başarı ve katkının hikâyesidir. Biz buradayız, buradaydık ve burada olmaya devam edeceğiz. Irkçılıkla zaman kaybetmek yerine, birlikte çalışmayı ve birlikte başarmayı öğrenmelisiniz.
Eğer gerçekten ilerlemek istiyorsanız, bölmek yerine birleştirin. Türkler, Avrupa’da bir tehdit değil, bir zenginliktir. Biz, bulunduğumuz toplumlara her zaman daha iyisini sunmayı hedefledik ve hedeflemeye devam edeceğiz. Siz ise bu zenginliği göremeyecek kadar körsünüz. Ancak körlük, gerçeği değiştirmez. Irkçılık, nefreti büyütür; sevgi ve dayanışma ise toplumları yükseltir. Sonuç olarak, eğer geçmişten ve bugünden bir şey öğrenmek istiyorsanız, Türklerin Avrupa’daki hikâyesine bakın. Bu hikâye, kararlılığın, çalışkanlığın ve katkının bir öyküsüdür. Irkçılık ise bunun karşısında sadece zayıf bir direniştir ve bu direnişin yıkılması kaçınılmazdır.”

TÜRKLER ASIRLAR ÖNCESİNDE DE GÖÇÜ SEÇMİŞTİ

Türkler, tarih boyunca göçebe bir yaşam tarzı benimseyerek farklı coğrafyalara yayılan ve bu süreçte önemli medeniyetlere öncülük eden bir topluluktur. Orta Asya’dan başlayan göç dalgalarının Avrupa’ya uzanması, Türklerin tarih sahnesindeki sürekli hareketliliğinin bir göstergesidir. Ancak, Türklerin tarihi bu göçlerle sınırlı değildir; kökenleri çok daha derinlere, Mezopotamya’ya, hatta son buzul devrinin sona ermesiyle kaybolan Atlantis Ovası’na kadar uzanmaktadır.

Anlatılanlara göre, Orta Asya, Türkler için bir “ana yurt” değil, bir “ara yurt” olmuştur.
Buzul çağında Basra-Hürmüz Ovası’ndan kuzeye göç eden atalarımız, Orta Asya’da bir iç denizin oluşmasıyla bu bölgede yerleşmiş, ancak bu gölün kurumasıyla yeniden göç etmek zorunda kalmışlardır. Sümerler ile Türklerin dilsel ve kültürel akrabalıkları, bu göçlerin yalnızca coğrafi değil, medeniyetler arası bir bağ oluşturduğunu da göstermektedir.

Avrupa’daki Türk varlığı, hem Hunlar gibi erken dönemdeki göçebe Türk topluluklarının etkisiyle, hem de Osmanlı ve daha sonra yaşanan misafir işçi hareketleriyle şekillenmiştir. Avrupa’da yaşayan milyonlarca Türk, tarih boyunca göç ve medeniyet arasındaki köprüyü oluşturan bu uzun ve karmaşık sürecin günümüzdeki devamıdır.

Türklerin tarih boyunca bir medeniyet taşıyıcısı olarak rol oynaması, göçlerin salt yer değiştirme hareketleri değil, aynı zamanda kültür ve bilgi aktarımı süreci olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Orta Asya’dan Avrupa’ya, Mezopotamya’dan Anadolu’ya uzanan bu tarih, Türklerin evrensel bir mirasın parçası olduğunun en güçlü kanıtıdır.

Türklerin göçebe yaşamı sadece bir hayatta kalma stratejisi değil, aynı zamanda bilgi, kültür ve medeniyet taşıyıcılığı açısından büyük bir tarihsel öneme sahiptir. Türk topluluklarının hareketleri, bir yandan yeni yerlerde uygarlıkların temellerini atarken, diğer yandan yerel halklarla kültürel alışverişi mümkün kılmış ve böylece insanlık tarihine büyük katkılar sağlamıştır.

Atlantis Ovası’ndan başlayan, Orta Asya’da şekillenen ve Mezopotamya ile Anadolu’ya yayılan Türk tarihi, Sümerler, Hurriler, Hititler, Urartular, ve Etrüskler (TRT BELGESEL için Etrüskler’i İtalya’da görüntülemiştim. Yazımın en sonundaki linke tıklarsanız röportajı izleyebilirsiniz) gibi, eklerle anlam kazanan diller konuşan medeniyetlerle olan ilişkilerinde kendini göstermektedir. Bu tarihsel bağlar, yalnızca dilsel benzerliklerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda Türklerin geniş coğrafyalarda teknoloji, tarım, yazı ve diğer kültürel unsurları taşıyıp yaymasına olanak tanımıştır.

Avrupa’ya Türk göçleri ise tarih boyunca çok yönlü bir etkide bulunmuştur. İlk olarak Hunlar ve Avarlar gibi topluluklar Batı Roma İmparatorluğu’nun çözülüşünde rol oynarken, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi Avrupa’nın siyasi, ekonomik ve kültürel yapısını şekillendirmiştir. Daha yakın dönemde misafir işçi hareketiyle Avrupa’ya gelen Türkler, hem iş gücü piyasasında hem de kültürel zenginlik açısından önemli katkılar sağlamış, yerleştikleri bölgelerde kalıcı bir iz bırakmıştır.

Türklerin tarih boyunca göç ettikleri bölgelerde sadece birer misafir olmadığını, yerleştikleri topraklarda kalıcı eserler bıraktığını unutmamak gerekir. Anadolu’daki Göbekli Tepe gibi insanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinden biri olan yapılar, Türklerin atalarının yüksek bir medeniyet bilinciyle hareket ettiğinin en somut kanıtıdır. Bu da Türklerin tarihi boyunca yalnızca yer değiştiren bir topluluk değil, aynı zamanda uygarlık kuran ve geleceğe yön veren bir toplum olduğunu gösterir.

Sonuç olarak, Türklerin göç tarihi, yalnızca bir halkın değil, insanlığın ortak tarihine ışık tutmaktadır. Avrupa’da ve diğer coğrafyalarda yaşayan Türkler, bu kadim kültürün temsilcileri olarak geçmişten günümüze bir köprü vazifesi görmektedir. Türklerin göçlerinin yalnızca fiziki bir hareket değil, aynı zamanda kültürel bir yayılım ve dönüşüm süreci olduğunu anlamak, bu büyük tarihsel serüveni daha doğru yorumlamamıza yardımcı olacaktır.