08 Ekim 2025 Çarşamba
AYDINLAR MİLLİ OLMALIDIR
HUDUTLARIN KANUNU – SINIRIN, TOPRAĞIN VE VİCDANIN HİKÂYESİ
TÜRKÇE'NİN HAL Ü PÜR MELÂLİ
Kişisel Gelişimde Zaman Yönetiminin Rolü
Kitap günleri ertelendi
EDİRNESPOR: KENT KİMLİĞİNİN KAYBOLAN RENKLERİ
“Türkiye’de, Türk’ten başka her şeyi seven, bir tek Türk’ü sevemeyen aydın tipi var, üzerinde düşünmek gerekir.” Prof.Dr.Oktay Sinanoğlu.
Sayın Sinanoğlu, Amerika’da en genç yaşta Profesör olmayı başaran ilk yabancı akademisyendir. Yabancı bir ülkede uzun yıllar kalsa da kendi kültürünü unutmayan, değerlerine sımsıkı bağlı, Türkiye ve Türklük için yaşayan ender aydınlarımızdan biriydi. O nedenle söylediklerini hep önemsemişimdir.
Aslında onun bahsettiği bu kendine yabancılaşma bizim için Cumhuriyetle de başlamaz. Bu yabancı hayranlığının ilk tezahürleri Osmanlı’nın duraklama döneminde ortaya çıkar, çöküş döneminde Batı hayranlığına dönüşür.
Batıdaki bilim ve teknoloji çalışmaları sanayi devriminin kapılarını açar. Çok üretim çok para, çok para çok güç demektir. Modernite elbette geri kalmış ülkelerin insanlarını cezbeder. Bunda bir yanlış yok. İnsan hep daha iyiyi, daha güzeli, daha konforlu olanı tercih eder. Ama buna ulaşmanın yolu çok üretmek, çok satmak ve zengin olmaktan geçer. Biz maalesef dünyadaki gelişmelerin farkında değildik. Batı ile aramızda farkın ne kadar açıldığını ilk defa 1683 de Viyana kapısında yaşadığımız bozgunda anlamıştık.
Batılı ülkeler, Afrika ve Asya’nın hammadde kaynaklarını sömürmekle kalmadılar, aynı zamanda ürettikleri malları fahiş fiyatlarla satarak o ülkelerde tüketim alışkanlığını teşvik ettiler. Ödeyemeyeceğimiz borç paralarla bizi bağımlı hale getirdiler. Çünkü üretmeden tüketmek, emperyalizmin gönüllü kölesi olmak demekti.
Dünyada borçsuz ülke var mıdır ki? Güzel bir sorudur bu. Kaynaklarınız bolsa, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinizi yabancılara peşkeş çekmeden kendiniz çıkarıp, kendiniz işliyor, katma değer üretip yabancılara satabiliyorsanız, her alanda onlarla yarışabiliyorsanız sorun yoktur. Borç da alabilir, borç da verebilirsiniz. Peki biz bunu başarabildik mi? Tanzimattan beri çabalıyoruz ama, fert başına düşen milli gelirde, yani ekonomik zenginlikte de, siyasi ve sosyal hakların kullanımında da, eğitim ve bilim alanında da gelişmiş ülkelerin çok gerisindeyiz.
İşte sayın Oktay Sinanoğlu’nun teşhisi bu açıdan çok önemlidir. Milletini sevemeyen, köklerinden kopuk, değerlerine yabancılaşmış, diline ve tarihine ihanet eden ,imanını ve irfanını kaybetmiş aydınlarla zaten başarılı olmamız mümkün değildi. Bizim aydınlarımız milli olamadan evrensel olmayı yeğlediler. Sağcı solcu, milliyetçi devrimci, muhafazakar, inançlı inançsız ayrımı yapmadan söylüyorum bunu. Tabi ki istisnaları bir kenarda tutarak, kalbi Türklük için ve TÜRK TÜRK diye atanları baş tacı yaparak.
Dünkü aydınlar Marks, Lenin, Stalin, Mao sarhoşuydu. Bugünün siyasal ümmetçileri, New Osmanlıcıları da Selefi zorbalığına, Vahhabi zehrine müptela. ”İstediğiniz kadar devrimci, istediğiniz kadar İslamcı olun, aynı zamanda Türk olmadığınız sürece, bu milletin manevi dünyasında size asla yer yoktur.” diyordu Erol Güngör. İçinde Türk olmayan, Türkün ruhu olmayan her şey bu millet için, bu coğrafya için, bu devlet için bir beka meselesidir.
Tüm devşirmelere, tüm kozmopolit aydınlara, tüm etnik bölücü ve siyasal İslamcılara en yüksek sesle bir daha haykırıyorum: Türkiyeli değil, TÜRK’ÜZ ve yaşadıkça Türkçüyüz.
“TÜRKÇÜLÜĞÜN SAĞI SOLU OLMAZ.TÜRKÇÜ TÜRKÇÜDÜR.” diyen Attila İlhan’la bitirmek istiyorum: “Şimdi pek çok insanın unuttuğu ve hatırlamak istemediği bir şey var; Kuvayı Milliye’yi ve Müdafa-i Hukuk’u örgütleyenler Türkçülerdir. Türkçü ne demektir? Türkçü, batılı emperyalizme karşı ayağa kalkan ve ona karşı çıkan adam demektir. Türkçü, Türk kimliğini açığa çıkarıp, Batılının ona olan baskısına karşı çıkan adam demektir. Türkçü, ülkesinin tam bağımsız ve özgür bir ülke olarak devam etmesini sağlayan adam demektir.”
Köküne bağlı, özüne sadık, çağdaş dünyanın farkında olan tüm Türkçü aydınlara selam olsun.
Sadak, bir okçuluk terimidir. Okların ve yayın konulduğu torba veya kılıf demektir. Sırta veya bele takılır. Oku alabilmek için okçunun kolayca uzanabileceği mesafededir. Türk Ocağı Uzunköprü şubemizde bir okçuluk takımı kurmuştuk. Gençlerin ilgisi görülmeye değerdi. Hedef tahtasına puta da denilir. Merakla yayı elime alıp birkaç atış denemesi yaptıysam da putayı tutturamamıştım. Bugün birkaç deneme daha yapmak istiyorum, yayı gerip “Ya Allah!” diyerek.
Uzunköprü’de bir okul tarih oldu. Mahmut Arif Dilmen Ticaret Lisesi artık yok. Gerekçe; öğrenci azlığı. İki bölüm Endüstri Meslek Lisesine taşınacakmış. Yeni öğrenci kaydı yapılmayacak, mevcutlar mezun olunca okul tabelasıyla birlikte Uzunköprü’ye veda edecekmiş.
Okul ile ilgili iki yazı yazmış, bağışçının ruhunu, mezunların ve okulda görev yapan öğretmenlerin hatıralarını yok etmeyin demiştim. Müdire hanımın, Zeynep öğretmenin, Orhan hocanın çabaları maalesef İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün inadını kıramadı. Yazışmalar sonunda Bakanlık kapanma için olur verdi. Bağışçının varisleri bile kılını kıpırdatmıyorsa biz ne yapabiliriz ki! Kurumlarda günahkar aramadan okun asıl hedefi MEB olmalı, AKP hükümetinin eğitim politikaları olmalı diye düşünüyorum.
Bu ülkede Devlet Planlama Teşkilatı vardı bir zamanlar. Hükümetler 5 yıllık kalkınma planları yapardı. Hangi alanda ne kadar üniversite mezununa, hangi iş kollarında ne kadar ara elemana ihtiyaç olacak? Devlet bunun istatistiklerini çıkarmak ve gereğini yapmakla yükümlüydü. Bu kurum da yok artık.
Meslek Lisesi mezunları ticaret ve sanayi alanında aranan ve kapışılan iyi yetişmiş çocuklardı. Okulumuzun kapasitesi dolduğunda kayıtlar kapatılıyordu. Kayıt yaptıramayan ailelerin ve o çocukların gözyaşı ve hıçkırıklarını unutamadım. Tekirdağ Anadolu Lisesi’ne Müdür olarak atandığımda tüm ülkede 25 Anadolu Lisesi vardı. Bu okullara ve Fen liselerine girebilmek için yüksek puan almak gerekliydi. Sonra ne oldu biliyorsunuz. “Proje okul” uygulamasıyla bu okulların başarılı öğretmen kadroları dağıtıldı, sonra tüm liseler Teknik Lise ve Anadolu Liselerine çevrildi.
Her İl’e, neredeyse her ilçeye bir MYO veya bir Üniversite açıldı. Çocuklar kısa yoldan hayata atılıp ekmek parasını kazanacakken, yetkin akademisyen kadrolarından mahrum, bir dört yıl daha oyalanacakları üniversitelere yönlendirildiler. Bugün sanayi dallarında ara eleman sıkıntısı had safhadayken, sokaklar üniversite mezunu işsiz gençlerle doludur. Özel okullar ve Vakıf Üniversiteleri ise darphane gibi çalışmakta, parası olanlara şans tanımakta, fırsat eşitliğini katletmektedir.
Öğrenci sayısı çok azalmış, doğrudur. İmkanlar verimli kullanılmalıdır, katılıyorum. Peki tüm çabalara, sunulan tüm katkılara rağmen İmam Hatip Lisesi’nin de öğrenci sayısı çok az. Üstelik koca okul, saray gibi. O okulun da verimlilik amacıyla bir başka okulun bünyesine taşınması düşünülüyor mu mesela?
Bir ok daha çekelim mi sadaktan? En çok kim hak ediyor? Bence Tom Barrack veya Donald Trump. Hani bize ümmet modelini öneren, hani üniter devletin bu bölgede pek uygun bir model olmadığını söyleyen ABD Büyükelçisi Tom. Ey Barrack, bırak bu işleri bırak. Cesareti kimden alıyorsun biliyorum. Ama senin de bilmen gereken bir şey var; bu TÜRK milletinin yarısı delidir, yarısı veli. Yarısı alp, yarısı eren. İstiklal mücadelesinde, bağımsızlık aşkıyla hepimiz Mecnun, vatanın dağlarında hepimiz Ferhat’ız Barrack!!! Seni yanıltmasın bazılarının sessizliği. Fıtrat değişmez. Bu kan yine o kandır.
Trump’a da yanlış istihbaratlar yollayıp başımıza iş açma. Bak Eskişehir Beylikova sahasındaki 690 milyon tonluk “nadir toprak elementi” denilen cevhere de göz dikmişsin. Tıpkı daha önce topraklarımızdaki bor ve krom madenlerimize, Musul ve Kerkük petrollerine sahip olan, bugün Dicle ve Fırat’ın sularına el koymaya çalışan Batılı sömürgeciler gibi. Siz sömürmeye doymazsınız. Zaten hiç aç kalmadınız ki. Demem o ki, biz açlığı da biliriz, ağaç kabuklarını kemirmeyi de. Bizi bölge halklarıyla karıştırma sakın. Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz biz.
Trump’a da söyleyecek sözlerim var. Benim Cumhurbaşkanımı hem övüyorsun, hem de yüzüne karşı “hileli seçimleri en iyi sen bilirsin!” diyorsun. Destur bre. Utanmadan bir de sayın Erdoğan’a “meşruiyet” vereceğini söylüyorsun. Onur zedeleyen bir söz bu. Kendini ne zannediyorsa! Bizde meşruiyeti sandıkta millet verir beyefendi.
Sahi bizi hem F-35 projesinden çıkardın, hem de parasını peşin ödediğimiz iki adet F-35 uçağını vermiyor, paramızı da iade etmiyorsun! Eşkıyalık değil mi bu? Buna rağmen KAAN uçağını yapıyoruz yerli ve milli diye de böbürleniyoruz. Ama Hakan Fidan’ın açıklamalarından öğreniyoruz ki bu uçağın motoru Amerika’dan gelecekmiş, onu da Kongre onaylamıyormuş. Olmaz olsun böyle müttefiklik! Bize THY’na alınacak 200 Boing yolcu uçağından önce savaş uçakları gerekli.
Sayın Cumhurbaşkanımız bu konularda hangi cümlelerle ne konuştu bilgimiz yok. Ama mesela Bartelemeos bir cami imamı ile aynı statüde olmasına rağmen Heybeliada Ruhban Okulu’nun tekrar açılması için Trump’la konuşmaya hangi yetkiyle gidebiliyor? Ekümenik ünvanını alabilmek için bize rağmen Beyaz Saray’da nasıl kulis yapabiliyor? Bunu Cumhurbaşkanımıza sormak hakkımızdır.
Bugün şair yazar Yavuz Bülent Bakiler ağabeyin Marmara İlahiyat Camiindeki cenaze namazına katıldım. Uzunköprü Türk Ocağı’mızın davetlisi olarak gelmiş, Türkçemiz üzerine dört saat süren bir konferans vermişti. Zarif bir üslubu, insanı kendisine bağlayan akıcı bir anlatımı vardı. Son dönemlerinde Atatürk için yaptığı eleştiri ve Fetö övgüsü doğrusunu söylemek gerekirse onu seven milliyetçileri çok üzmüştü. Hoca Efendi cenaze namazından önce helallik isterken “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda bunlar geldi aklıma. Bir de Darendeli Hulusi Efendinin bir Atatürk düşmanına söyledikleri; “ Evladım, farz edelim ki senin söylediğin de doğru. Ama o hür bir vatan bıraktı bize. Bayrağımızın altında O’nun sayesinde onurumuzla yaşıyoruz bugün. Evladım sen onu bırak, kendi kusurlarını düzeltmeye bak!” Yavuz ağabey günahları bu dünyada bırakarak eller üzerinde tekbirlerle ayrıldı bizden. Ben bir Fatiha’yı mı esirgeyecektim ondan. Rahmetler olsun diyorum.
Belediyeleri ilgilendiren bir çok konu var aslında. Hangilerini yazmalıyım diye sorsam bir kitaba sığmayacak kadar çok konu çıkar. Siyasi olanları var, vaat edilen ama yerine getirilemeyen konular var, çevre ve temizlik hizmetlerinde görülen aksaklıklar var, ideolojik savrulmalar, personel alımında ve görevlendirmelerinde yaşanan kayırmalar, haksızlıklar, soruşturmalar, açılan davalar, transferler vs. vs.
Özellikle bu yazıda dile getirmek istediğim önemli bir konu var; BELEDİYE ANONSLARI.
Sizin de dikkatinizi çekmiştir diye düşündüğüm ve sizin de rahatsız olduğunuz, tepki gösterdiğiniz özensiz duyurulardan bahsediyorum.
Tonlama ve vurguları yanlış, diksiyonu hatalı, ses rengi bozuk elemanlara yaptırılan her anons dilimiz açısından da ıstırap veren bir duyarsızlık, affedilmeyecek bir sorumsuzluktur. Hele de hafta sonu, yani tatil günlerinde özensizlik had safhaya çıkmakta, yeterliliği düşünülmeden mikrofon başına oturtulan personel, sanki bir angarya gibi gördüğü bu anonsları, kimse bir şey anlamasın diye ağzının içinde geveleyip tekrar etmektedir. Anlayabilirsen anla, bilmece çözmek gibi bir şey. Hoparlörün cızırtısı, gürültü kirliliği veya yankı nedeniyle hiçbir şey anlamamak da mümkün.
Diyeceksiniz ki bu sadece Belediyeler için mi böyledir? Haklısınız, 100’ü aşkın TV ve radyo kanalının hangisinin bu konuda duyarlılığı var? Hangisi spiker alımında dili kullanma yeteneğine dikkat ediyor? TRT devletin televizyonu olmasına rağmen onun haber sunucularında bile aynı özensizlik ayan beyan ortada. Ulusal veya yerel basınımızın kaçında bir düzeltmen mevcuttur?
Herkes gramer uzmanı değil elbette. Ben de öyleyim. Ama dilimizi doğru ve güzel kullanma çabası olmalıdır hepimizin. Okullarımızda TÜRKÇE eğitimi yetersizdir. Özellikle dijital teknolojilerin bize dayattığı ve salgın gibi yayılan internet dili, güzel Türkçemizin de düşmanıdır.
Fakat dil sadece gramer kurallarından da ibaret değildir. Dilin bir de fonetiği, ses yapısı vardır. Ağız, dil, dudak ve damak uyumu vurgular, tonlamalar için önemlidir. Sözcük dağarcığı kısıtlı olanlar anlam bilgisi yönünden de eksik kalır, vurgu ve tonlama hatası yaparlar. Ne dedikleri anlaşılmaz. Çok kere kendilerini doğru ifade edemezler.
Oysa DİL demek, MİLLET demektir. Dil bizim SES BAYRAĞIMIZDIR. Özellikle topluma hitap edenler, siyasi liderler, spikerler, anons görevi yapanlar, öğretmenler, sanatçılar, hatta sporcular bu konuda kurslara tabi tutulmalı, iyi eğitilmeli, dili doğru kullanarak güzel örnekler oluşturmalıdır.
Belediye bünyesinde veya Halk Eğitim Merkezleri’nde resim, müzik, tiyatro gibi bir çok sanat alanında kurslar açılmaktadır. Bunlardan birisi de mutlaka DİKSİYON kursu olmalıdır. Dili güzel kullanmak bir sanattır.
Hangi şehre gidersem gideyim belediye hoparlöründen başlayan anonslara kulak kesilirim. Bu bende bir takıntı haline geldi. Özellikle vefat ilanlarındaki bu diksiyon hataları dost ve akrabalar arasında yanlışlıkla bir anlık taziye ve kutlama mesajlarına da vesile olabiliyor.
Bizzat yaşadığım iki örnekle bitireyim. Bir televizyon haberi veya belediye anonsunda geçen benzer bir isim bir çok arkadaşımı heyecanlandırmış, onlar da tebrik için telefonlara sarılmışlardı. On sene öncesinden bahsediyorum. Kimisi “hoca hayırlı olsun” diyor, kimisi “hacı iyisin gene, çok sevindik.” deyip tebrik ediyordu. Edirne İl Kültür Turizm Müdürlüğümü kutluyorlardı. Halbuki ben birkaç yıl önce emekli olmuştum. “Benim öyle bir başvurum olmadığı gibi bana böyle bir teklif de olmadı.” desem de inanmıyorlardı. İçim gıcıklanmaya başlamıştı. Edirne’de partili bir arkadaşı arayıp, “Böyle bir haber dolaşıyor, doğru mu bu?” diye sorunca gerçek anlaşıldı. Anonsta adı geçen Ahmet Hacıoğlu imiş ve atama doğruymuş. Millet Hacıoğlu’nu Acaroğlu diye anlamış.
Ama ikinci örnek bu kadar iç açıcı değil. Geçtiğimiz Pazar günü yine bir anons. Bir vefat haberi veriliyor. “Kurduköy sakinlerinden Ahmet Haydaroğlu Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi……..”Anons görevlisinin ağzında alabora oluyor adeta kelimeler. Hanım bana baktı, ben hanıma. Dedim millet bunu Acaroğlu diye anlar.
Dememle beraber çaldı telefon. Bir akrabam arıyor, hal hatır soruyor. Yutkunuyor, sanki öteki taraftan birisiyle konuşuyormuş gibi, nerede olduğumu, iyi olup olmadığımı, eşimi, çocuklarımı soruyordu. Anlamıştım zaten. Anonsu duymuş, panikle aramıştı. Oh be dedi. Rahatlamıştı. Öteki telefonların benzer telaşlarına gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. “Olsun” dedi hanım, “ömrüne ömür katıldı bil.”
Ah be belediye, ah be anonsçu delikanlı, zaten hazan mevsimindeyiz, anonsları tane tane oku, “yapma bidaa büle suuk şaka!”
Ahmet Hacıoğlu müdürüme selam, Ahmet Haydaroğlu kardeşime rahmet, belediye görevlilerinin kulağına da bu yazı küpe olsun.
Arapça kökenli bu iki kelime anlam bakımından birbirine yakın. Kayyım veya kayyum; yasalarla belirlenen bazı durumlarda, herhangi bir mal varlığını veya bir şirketi vekaleten yöneten kimse demektir. Kıyam ise, doğrulmak, ayağa kalkmak, ayakta durmak anlamındadır.
CHP İstanbul Başkanlığı’na Asliye Hukuk Mahkemesinin tartışılan karan ile Gürsel Tekin Kayyım olarak atandı. Kayyım tomalarla, 5.000 polisin canhıraş desteğiyle makamda, yüzlerce partili ise polise rağmen sokakta ve kıyamda. Davayı açanlar da suçlananlar da, kayyım olarak atanan da, kıyama durup polis kuşatmasına ve kayıma direnenler de aynı partinin üyeleri, yani CHP’li Gürsel Tekin’in girdiği il binasına, herhangi bir mahkeme karan da olmadan Milletvekilleri, Genel Başkan Yardımcıları giremiyor. Bugüne kadar bu ülkede görülmemiş uygulamalardır bunlar.
Kılıçdaroğlu’nun sinsilik kokan sessizliğine karşın, Gürsel Tekin bu rezilliği partisine yaşatmayı içine sindirebildi. İşin hukuk boyutunu mahkeme safhasında daha iyi anlayabiliriz ama, bence CHP’ye yapılan süreç, siyasi bir boğma operasyonudur. Sayın Erdoğan mahkemenin kararına uyulmasını isterken, YSK’nın da bir mahkeme olduğunu ve kararlarının kesin olduğunu bilmiyor olamaz. Çünkü daha önceki seçimde YSK mühürsüz zarf ve oy pusulalarının geçerli olduğunu açıkladığında, muhalefetin itirazlarına rağmen YSK’nın kararlarının kesin olduğunu söylemişti Erdoğan. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına neden uyulmuyor o zaman diye de sormamız gerekmiyor mu? CHP; ekonomik krizin halkta yarattığı tepki rüzgarını da arkasına alarak, yerel seçimlerde kazandığı başarıyı siyasi iktidar ile taçlandırmak istemektedir. Şansı var mıdır? Elbette vardır. Anketlerin tümünün de sahte olamayacağını göz önünde bulundurursak böyle bir sonuç sürpriz olmayacaktır. O nedenle zaten Özgür Özel AKP’ye meydan okumakta, hemen bir erken seçim istemektedir.
Oysa bunu eskiden AKP yapar, tek başına iktidarda olmanın bütün imkanlarını kullanarak seçimi bir formaliteye indirger, en yakın rakibi CHP’ye 20 puan fark attığını söyleyerek, diğer partilerle dalga geçerdi. Bugün rüzgar tersine dönmüştür. Yaşanan siyasi travmanın, muhalefete uygulanan kumpasların asıl sebebi budur.
AKP’nin ajandasında yeni bir söylem, halkı ikna edecek, umutlarını besleyecek yeni projeler yoktur. Esnaf can çekişmekte, dükkanlar kapanmaktadır. Sanayici dertlidir, çarkları döndürecek derman kalmamıştır. Ne yerli, ne de yabancı sermaye yaşanan hukuksuzluklar nedeniyle yatırım yapmamaktadır.
%20’lik mutlu kesimi bir kenara bırakırsak, halkın büyük çoğunluğu asgari ücrete ve sosyal yardımlara mahkum edilmiştir. İşçinin, memurun, emekli ikramiyesi ile bir konut, bir otomobil alması artık hayaldir. Gençlerin gelecek umutları yok edilmiştir.
Bilinen odur ki iktidar hırsı veya iktidarı kaybetme psikozu, merhamet, adalet, şefkat duygularının katilidir. Kaybetme paranoyası sadece egoyu besler. Kazanmak için her şey mübah olur o zaman. Bakın, paraya ve güce tapan Trump, “Savunma” kelimesi ile yetinmiyor, Savaş Bakanlığı olarak değiştiriyor tabelaları. “Kötülerin ittifak kurduğu yerde iyiler dayanışmazsa, bir kavganın küçümsenen kurbanları olarak birer birer yok olurlar..” diyor siyaset kuramcısı, yazar, filozof Edmund Burke. İyilerin ve iyiliklerin bir gün mutlaka kazanacağına inanarak yaşamalıyız hayatımızı.
Bugün R.T.Erdoğan ve ekibinin siyaset tarzı kendi paradigmalarıyla da çelişir durumdadır. Rakibi gördüğü veya ileride rakibi olabilecek kişileri siyasi mevta haline getirmek, muhalefeti demokratik olmayan metotlarla bitirmek hakkaniyetle bağdaşan bir tavır değildir. Söylemler ne kadar güzel olursa olsun, eğer eylemle örtüşmüyorsa orada güven bunalımı başlar ve her şeyin meşruiyeti tartışılmaya başlanır.
Ama CHP’de de buna teşne olabilecek o kadar omurgasız, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’ne düşman, ATATÜRK ülküsünden habersiz o kadar çok aydın (!) varken insan ne diyeceğini şaşırıyor. Kısa ve net söylemek gerekirse, CHP acilen fabrika ayarlarına geri dönmelidir. Bugün CHP’li bir arkadaşımla durum muhakemesi yaparken aynı şeyleri düşündüğümüzü dile getirdik. Ben CHP’li değilim. Ama demokrasimiz adına yaşananlardan üzüntü duyuyorum.
Eskilerin kullandığı “Devr-i sabık yaratmak” deyimi vardı. Erken veya zamanında, Hakk’a hukuka uygun, adaletli ve şeffaf bir seçim yapılır da CHP iktidara gelirse, kendisine yaşatılanları intikam arzusuyla AKP’ye yaşatırsa, yani devr-i sabık yaratırsa, ne olur bu memleketin hali? Düşününce ürperiyorum. Emperyalizmin de istediği bu değil mi zaten?
Bütün eksikliklerine rağmen, bedeller ödeyerek bugüne ulaştırdığımız aziz Cumhuriyet’imizin ve çoğulcu demokrasimizin kıymetini bilmeliyiz. Komşu ülkelerin rejimleri ve halklarının yaşadığı acılar gözümüzün önünde ibret vesikalan olarak dururken, milli birlik ve beraberliğimize zarar veren bu siyasi düşmanlıklara son vermeliyiz.
Güreşte kora kor, kıran kırana mücadele edilir ama yenilen kazananın elini öper. Mertlik, yiğitlik, dürüstlük bunu gerektirir. Siyasi mücadelede de aynı kurallar benimsenmeli, sandığın sonucuna herkes razı olmalıdır. Sonuçta hepimiz faniyiz. Ne diyor koca Yunus; “Sevelim, sevilelim. Bu dünya kimseye kalmaz.” Mahkeme kadıya mülk değil ki. Siyaseti daha fazla çirkinleştirmeyin lütfen. Milletin sükunete ve huzura ihtiyacı var.
“Gücün haklı çıktığı yerde adalet yoktur. Güce tapan insanların olduğu yerde huzur yoktur.” PLATON’un bu özdeyişi ile yola çıktım bugün. Neden mi? Açıklayayım hemen; 1Eylül Dünya Barış Günü imiş. Kutlayan arkadaşlar oldu sosyal medyada. Sevindim tabi. Barışı kim istemez ki?
Ben de bir kutlama mesajı yazmak için klavyenin başına oturduğumda parmaklarım harf tuşlarına basmaz oldu. İçim burkuldu birden. Çin, Türkistan’da soydaşlarıma, ABD ve İsrail, Gazze’de dindaşlarıma kan kusturur, soykırım uygularken dünya barışından bahsetmek gönlüme azaptır, işkencedir ruhuma.
Bırakın Arapların Türk’e ihanetlerini, bırakın ümmetin aczini şimdi, zaman o zaman değil. Hayvan gibi boğazlanıyor bir halk, bombalar yağıyor şehirlerin üzerine, açlıktan ölüyor çocuklar! Bütün dünyanın gözü önünde yaşanıyor bu vahşet ve herkes seyrediyor. Dünyanın huzuruna kastedenler, utanmadan barıştan bahsediyor. Herkes güce tapıyor, saldırganı destekliyor, alkışlıyor adeta.
Yaratılanı, Yaratandan ötürü sevmeyi, yaşamanın anlamı kılan, imanını aşk ve sevgi ile yücelten Horasan gazi dervişlerinin mirasçıları için züldür bu. Mazlumun yanında olmayalım mı? Bağışlayın beni, ben insanım yahu!
Takvim yapraklarını, insanı cezbeden cafcaflı sözler, özel günlerle ambalajlayan batılı münafıklar, 1 Eylül’ü de Dünya Barış Günü ilan etmişler. Hayatı, ucuz duyguların, göstermelik fragmanların, illüzyonik kutlamaların maskeli balosuna çevirmeyi başaran kapitalizmin sahte hümanistleri, aklımızla dalga geçmektedirler. İlginç olan da, içmeye ayranı olmayan az gelişmişlerin, bu emperyal tuzağa gönüllü teslim oluşlarıdır.
Hani ülkemizin gündeminde de Batıdan ithal bir “kürt sorunu” var ya. Sanırsınız ki bu güzel ülkede başka bir topluluk yaşamıyor, yaşıyorsa da hepsinin karnı tok, sırtı pek! Varsa yoksa kürt sorunu. Ne olduğunu kimse açık açık söylemiyor ama sağcısı da, solcusu bu sakızı çiğnemeye devam ediyor. “Terörsüz Türkiye için kurulan komisyonun asıl muhatabı Öcalan’dır, onun da komisyonda olması gerekir.” diye ısrar ediyor melanetin ortakları. MHP lideri Bahçeli bile bebek katiline artık “Kurucu önder” demekten hicap duymuyorsa tehlike büyük demektir. Öcalan, pkk, katliam, terör. Sonrasında ateşe atılan 30 adet Kaleş. Bitti kalleşlik, geldi barış, oh ne güzel. Barış bu kadar kolaydı da yıllardır niye binlerce şehit!
Bu millet, tilkinin barış masalına kanıp ağzındaki peyniri kaptıran karganın gafletine düşemez. Bu millet, şanlı tarihine ve kahramanlık destanlarına hiçbir milleti ortak edemez. Bu aziz vatanın tek tapusu vardır, onun sahibi de TÜRK MİLLETİ’dir. Bunu sadece biz söylemiyoruz. Avusturya Devlet Onur Nişanı Sahibi Tarihçi-Araştırmacı Erich FEIGL; “Bu topraklar sizin. Siz Malazgirt Savaşı’ndan bu yana değil, tam 10 bin yıldır bu topraklardasınız. Unutmayın ki bu, Çatalhöyük’teki kazılarda elde edilen bulgularla kanıtlandı.”
“Barış- Kardeşlik” diye diye devletlerin sınırlarıyla oynayıp, milletleri birbiriyle kanlı savaşlara zorlayan çağdaş Nemrut’lar, zalim Firavunlar, ülkemizde bölücülüğün alt yapısını oluşturmaya çalışıyorlar. Vaatlerin büyüsüne kapılarak, ideolojik nişadır kaşıntısıyla ham hayaller peşinde koşanlara, şair dostum Köksal Cengiz’in bir dörtlüğü ile seslenerek bitirmek isterim:
Toprak vatan olmuş nice canımla,
Cihan huzur bulmuş adil yanımla,
Zulmeti boğmuşum gür imanımla
Derman benim, ferman benim, söz benim.