09 Ekim 2024 Çarşamba
SON ANKETLER VE MİLLİYETÇİ PARTİLER
DİL KÜLTÜRÜ ÜZERİNE BİR DERTLEŞME (2)
Yaşam Haritaları
Husumetlisini av tüfeğiyle yaraladı
663. KIRKPINAR'IN SINAVI: KATILIMCI MEMNUNİYETİ ANKETİ SONUÇLARI
Sanatta Özne Sorunu-2
Çok kapsamlı ele alınması gereken bir konu olmasına rağmen ben sadece siyaset stratejisi açısından görüşlerimi açıklamak istiyorum. Çünkü milliyetçi düşüncenin kronolojik tarihine ve geçirdiği evrime yönelirsek yazının çok uzayacağını biliyorum. O nedenle maziyi değil de günümüzdeki siyasi oluşumları ve geleceği irdeleyerek birlik sürecine katkıda bulunmayı daha önemli buluyorum.
Milliyetçilik sadece bir partinin tekelinde midir? Milliyetçilikten kastımız nedir? Ulusalcılığın ve evrenselciliğin sınırları nasıl belirlenmelidir? Bunlar çok önemli sorulardır. Eğer milli birlik ve beraberlik samimi arzumuzsa, her parti milliyetçiliğin tanımını yaparken öznesinin hangi millet olduğunu da net bir biçimde ortaya koymalıdır.
Ben öznesi TÜRK MİLLETİ olan partileri esas alarak bazı görüşlerimi dile getirmek istiyorum. Türk milliyetçileri maalesef bugün paramparçadır. Milliyetçi düşünceyi parti programının temeli sayan irili ufaklı belki 10 parti mevcuttur. Buna Alpaslan Türkeş sonrası fetret dönemi de denilebilir. Milliyetçilerin en kurumsal ve en köklü partisi şüphesiz MHP’dir. Bizim ülkemizde partiler lider odaklıdır. Sol partiler görece daha demokrattır ama esasında onların genetiğinde de karizmatik lider özlemi ayan beyan ortadadır.
Hal böyle olunca, bizde partiler liderin özel mülkü gibi görülür ve lider tabulaştırılır. Lider ne derse doğrudur. Lider eleştirilemez. O düşünceyle koltuk ölene kadar onundur.10 seçim de kaybetse, dün dediğinin bugün tam tersini de söylese sizin eleştirme hakkınız yoktur. Daha iddialı bir siyaset adamı çıkıp; “ Artık iktidar olmalıyız. Lider ve kadro yenilenmelidir.” dediğinde partiden atılması rutin uygulamalardır. MHP en has evlatlarını hakaretlerle partiden böyle uzaklaştırdı. Peki partinin oyu ikiye mi katlandı bu safralar(!) atıldıktan sonra? Keşke öyle olsaydı.
Peki ne oldu? Partiden ayrılan ve kendinde liderlik vasıfları olduğuna inanan bazı dava adamları(!) yeni partiler kurdular. Sol jargonun sevdiğim bir sloganı geldi aklıma. Ne diyor onlar: “Birleşe birleşe kazanacağız!” Eh bu gidişle biz de herhalde ; ” Bölüne bölüne kaybedeceğiz!” Lider peşinde koşmaktan yoruldu milliyetçiler. Artık birleşmeli, birinci parti olmalı ve ülke yönetimine talip olmalıyız. Gün ayrışma günü değil, birleşme, kucaklaşma, bir yumruk gibi yekvücut olma günüdür. Her ülkücünün, her milliyetçinin özlemi budur. Bu hedefi gerçekleştirebilecek yetkin ve zengin bir kadroya sahiptir milliyetçiler.
Kararsızlar büyük bir oran oluşturuyor bugün. Bunun anlamı açıktır; yani AKP’den desteğini çekmiştir seçmenin bir bölümü, ama CHP’yi de bir umut olarak görmemektedir. Milliyetçiler bir çatı altında toplanabilir veya bir seçim bloğu oluşturabilirse tüm dengeleri alt üst edebilirler. Çünkü etrafımız ateş çemberiyle sarılmış, bir kıyamet savaşının tamtamları kulaklarımızı rahatsız etmeye başlamış, içimizdeki hainler dilimizi, bayrağımızı, İstiklal Marşımızı tartışma densizliğine kalkışmışken, biz egolarımızı yarıştırarak şehitlerimizin ve gazilerimizin bu kutsal emanetine sahip çıkamayız.
Sayın Devlet Bahçeli, Koray Aydın, Meral Akşener, Ümit Özdağ, Sinan Ogan, Müsavat Dervişoğlu, Yavuz Ağıralioğlu, Yusuf Halaçoğlu, Özcan Yeniçeri, Mustafa Destici ve diğerleri. İdeolojik buhrandan ve siyasi dağınıklıktan kurtulmamız için sizlere büyük sorumluluklar ve fedakarlıklar düşmektedir. 50+1 pazarlık masasına oturabilmek ve bir iki milletvekili kapmak için ayrı ayrı partilere kurucu başkan olmak size şeref kazandırmaz. Tam tersine sizin vebalinizi arttırır, bizim umut ve heyecanlarımızı öldürür.
Bizim yakın gelecekteki kızıl elmamız ülkücülerin, milliyetçilerin birleşmesi ve iktidara yürümesi olmalıdır. Türkiye’mizin de, Türk Dünyasının da buna ihtiyacı vardır. Peki bu buluşma ve birleşme nasıl olacak? Vallahi işin en zor tarafı zaten bu. Bence burada önderlik yine MHP’ye yakışır. Ama ihlasla ve samimiyetle. Atın bu adımı. Gayret bizden, başarı Allah’tandır.
Ahmet Acaroğlu
Edirne notlarından sonra iki haftalık bir tatil daha yazmıştım kendime. Belki gezi boyunca bir iki yazı yollarım dedim gazeteme ama o da olmadı. Ne doğru dürüst televizyon seyrettim, ne de gazete okudum Ege kıyılarını dolaşırken. Cinayet haberlerini dinledikçe ve tüm dünyanın üç maymunu oynadığı İsrail barbarlığını izledikçe zaten içi kararıyor insanın. Kafayı sakinleştirmek ve bunalmış ruhumuzu dinlendirmek ihtiyaç oluyor bu durumda.
Marmaris hep bildiğiniz gibi. Gündüz sahiller, gece ise barlar ve kafeler hareketli. İki ayrı dünya. Datça’yı daha önce görmemiştim. Çok beğendiğimizi söylemeliyim. Hele Eski Datça bir rüya diyarı. Daracık sokaklarında tarihin sesini duyuyor insan. Ama Can Yücel’in evini ararken boşuna yoruluyor gelenler. Çünkü evin bahçesini çevreleyen yüksek taş duvarların ortasındaki, rengi uçmuş, tahtaları çürümüş iki kanatlı kapıda özensiz bir yazı karşılıyor sizi. ” Burası Can Yücel’in evi. Ama bugün başkaları yaşıyor. Burası müze değildir. Lütfen bizi rahatsız etmeyin.”
Onlar rahatına düşkün olabilirler ama ben değerlerimize, şair ve ozanlarımıza, yazarlarımıza, sanatçılarımıza bu kadar ilgisizlikten inanın rahatsızım. Can Yücel’le düşüncelerim farklı olsa bile bu vefasızlığa tahammül edemiyorum. Ailesi veya Yazarlar Birliği, ya da Belediye Başkanlığı burasını müzeye dönüştürebilirdi. Fakülte arkadaşım yazar Erdoğan Sarıgül bu güzel ilçede öğretmenlik yapmıştı. Sanıyorum o da en az benim kadar muzdariptir bu duyarsızlıklardan.
Datça’nın güzellikleri ne kadar etkileyici ise 70 km’lik kıvrım kıvrım, keskin virajlı yolları da bir o kadar baş döndürücü. O nedenle Datça’dan Bodrum’a giderken feribot yolculuğunu tercih ettik. Feribotun hareket saati gelmiş, son otomobil de bindikten sonra kocaman kapak kapatılırken telefonum çaldı. Çok değer verdiğim bir arkadaşım vardı telefonun diğer ucunda. Öyle pek sık aramazdık aslında birbirimizi. Ne diyecek diye meraklandım da diyebilirim.
Hal hatır sorduktan sonra,”- Hocam, bu hafta gazetede yazını göremeyince sağlıkla ilgili bir sorun mu var acaba diye kaygılandım. Yazılarını bekliyor ve zevkle okuyorum. O nedenle arıyorum.” deyince hem rahatladım, hem de duygulandım. Okur yazar ilişkisi farklı bir iletişim, müstesna bir ahbaplık, tarifsiz bir mutluluktur. Ben, yazımın okurla buluştuğu her gün yaşarım bu duyguyu. Geniş bir aileyiz biz okurlarımızla. Şu anda da aynı hissiyat ile doluyum. Bir gönül ve düşünce köprüsüdür bu. Bir muhteşem buluşmadır.
Kamil Bey’in bu hassasiyeti ve nezaketi bana “Eğer okurun seni bu derece merakla takip ediyor ve ilgiyle okuyorsa sen yazmalısın!” hitabıydı aslında. “Çok şükür iyiyim .Gezide olduğum için yazamadım. Feribottayım, Bodrum’a gidiyorum.” deyince o da rahatladı. Bir yazar için bundan daha büyük bahtiyarlık olabilir mi dostlar? O zaman yazmaya devam.
Bazen konu bulmakta zorlanırken bazen de bana ayrılan bu köşede hangi konuya öncelik vermeliyim diye düşündüğüm olur. Haftada bir gün yazdığım için her konuya değinmek yazıyı uzatıyor. Bu kadar uzun yazma diyenler de var. Az sözle çok şey anlatmak her yazarın harcı değil. Ya Rauf Tamer, Hasan Pulur,ya da Rahmi Turan, Yavuz Donat olacaksın. Kolay mı bu!
Mesela CHP Edirne Milletvekili Ediz Ün kaçakçılık suçlamasıyla manşetlere çıktı geçtiğimiz hafta. Soyadı ÜN’dü, artık iyice ÜNLÜ oldu. CHP’den aklanana kadar istifası istendi ve partisinden istifa etti. İstifa ederken Atatürkçülüğünü vurgulamayı da unutmadı. Ne demekse!
Gel de yazma şimdi. Ön seçimsiz dayatmaları mı yazayım, seçmenin vekilini seçerken yaşadığı gafletleri mi? Siyasi kimlik sahibi veya resmi kurum çalışanları bir komşu ülkeye bu kadar kısa zamanda 60-70 kere veya 100’lerce defa niye gider gelir ki? Bilenler zaten biliyor, ben bilmeyenlere soruyorum. Yahu inşallah aklanırsınız ama şu Atatürk istismarından vazgeçiniz artık. Bu işler gerçek Atatürkçülere yakışmayan kirli işlerdir.
Bir Ediz CHP’den giderken, bir başka Ediz CHP’ye geldi.İkisinin davranışı da etik değil. Ediz Martin, sen İYİ Parti’nin adayı olarak seçime girecek, onların destansı özverileriyle ve emekleriyle seçimi kazanıp Uzunköprü Belediye Başkanı olacak, daha koltuğa mabadını değdirmeden de baba ocağı dediğin CHP’ye geçeceksin! Seni ne kadar seversem seveyim olmaz be kardeşim. Vallahi olmaz, vicdanlara sığmaz bu. Göreceksiniz ilk Genel veya Yerel Seçim’de bunların CHP’ye faturası çok ağır olacaktır. Söylemedi demeyin. Hoşça kalın dostlar.
Ahmet Acaroğlu
Geçen haftaki paylaşımım epey beğeni alınca Edirne ile ilgili gözlemlerime bu hafta yeni notlarla devam etmek istedim. Dijital iletişim araçları yazar-okur buluşmalarına kolaylık ve hız kazandırdı. Ben gazetem için yazdığım makaleleri Facebook sayfamda da paylaşıyorum. Bursa’da yaşayan bir okurum yazıdan etkilenip mesaj yazmış. Hafta sonu bir davet için Edirne’ye geleceğini ve Niyazi Usta’da ciğer yemeyi çok arzu ettiklerini belirtmiş. Sebahattin Bey benim Biga Lisesi’nden mezun ettiğim ilk öğrencilerimden. Nitekim geldiler ve Niyazi Usta’da çıtır çıtır, acı Karaağaç biberiyle birlikte tava ciğerinin tadına baktılar. Bana telefonda memnuniyetlerini belirtirken; “ Buradaki ciğer çok farklı. Eşsiz bir lezzet bu hocam.” övgüsünde bulundular. O artık Edirne tava ciğerinin gönüllü tanıtımcısı. Elbette ben de bundan mutluluk duyan bir Edirneli.
+++++++++++++
Edirne’ye gidişimin asıl nedeni; sağlığımla ilgili bazı kontrolleri yaptırmak ve tahlil sonuçlarını uzman doktora göstermek. Trakya Üniversitesi Hastanesi yayıldığı çok geniş alanda poliklinikleri ve servisleriyle devasa bir yapı. Trakya ve Balkan ülkeleri için bir nimet. Uzman hekimleri ve yetkin hocalarıyla dertlere derman olabilmek için büyük bir gayretin içinde Tıp Fakültesi. Hele hele özel hastanelerin çok pahalı muayene ve tedavi ücretleriyle hastaneleri ticarethaneye dönüştürdüklerini düşünürsek kamu hastaneleri için devletimize minnettar olmalıyız.
Kamuda eksiklikler yok mu? Olmaz mı? Hem de o kadar çok ki! Her şey iyi olsaydı Sağlık Bakanı değiştirilir miydi? Gelen neyi değiştirebildi ki? Birçok devlet hastanesinde doktor olmadığı için bazı servisler hizmet dışı. Bazılarına ilden gelen doktorlar yetişmeye çalışıyorlar. Onlar da bazen geç geliyor, erken gidiyorlar. Mevcut doktorlar hasta yoğunluğundan bunalıyor, erken randevu almak neredeyse imkansız hale geliyor. İl Sağlık Müdürü’nün bu gerçeklerden haberi var mıdır acaba?!
+++++++++++
İl Sağlık Müdürü dedim de anlatmadan geçmeyeyim. Geçen hafta Fakülte hastanesinde Kardiyoloji hekiminin isteği üzerine Eko çektirecektim. Kapıda duvara asılı bir kağıt ve kalem var. Gelen ismini yazıyor, sırasını bekliyor. Yazdım, bekliyorum salonda. Fazla da sıra yok aslında. İki beyefendiyle iki bayan geldi ben sıramı beklerken. Boş sandalyelere oturdular. Anadolu’nun hangi yöresinden diye düşünürken, yanımdaki kravatlı, takım elbiseli, siyah iskarpinli, saçları düzgün taranmış uzun boylu genç adamı süzüyordum. Memur olduğu, bir kurumda çalıştığı belliydi. Kıyafet yönetmeliği değiştirildiğinden beri kimin memur, kimin işçi, çiftçi, imam, hoca olduğunu ayırabilmek artık kolay değil, ama öyle tahmin etmiştim. Genç olan kadın bitkin görünüyordu. Belli ki adamın elindeki dosya o kadına aitti.
Duvardaki kağıda isim yazmadan oturmuşlardı. Yanımdaki şık giyimli zarif adama; “İsterseniz hastanın adını oraya yazın da sizden sonra gelen sizin önünüze geçmesin.” dedim. Sanki memnun olmuş gibi hemen ayaklandı. Ben isim yazmasını beklerken o üç adımda odaya giriverdi. Siz ne düşünürseniz o anda, aynı düşüncelerle bakakaldım arkasından. Ben yardımcı olmaya çalışırken o içeri girmiş, kısa bir süre sonra beraberindeki kadını da içeri çağırmıştı.
Ulan, dedim kendi kendime, sana ne! Ne güzel oturuyordu adam sandalyesinde. Kime iyilik yaptın şimdi sen? Kafamda başka sorular. Son gelen hemen girecekse duvardaki kağıdın ve sıranın ne önemi var? İyi de, doktor niye sırayı bozuyor ki! İçten içe sinirleniyor, geriliyordum. Kurallara uyanlar hep zararlı mı çıkacak bu ülkede!
Kibar bir adam olmasa, arkasından paldır küldür içeri girmeyi bile düşünebilirdim. Benden öncekiler de homurdanmaya başlamıştı. Sorgulamaya onunla gelenlerden başladım. Olayı çözümlemeye çalışıyordum.“ Memleket neresi? “dedim yavaş bir sesle. ”Makedonya, Gostivar.” dedi yaşlı adam. Balkan Türkü bir aileydi demek ki. Ilık duygular kapladı bedenimi. Kalbimin derinliklerinde evlad-ı fatihan sevdaları yeşerdi birden. “ Gittim oralara dedim, gezdim o toprakları. Sanki Edirne’de, Bursa’da dolaşıyormuşum gibi geldi bana. Vardar Nehri ile birlikte dolandım Vardar Ovası’nı. Hasret gözyaşlarımı bıraktım Tuna’ya, Gazi Osman Paşa’nın soylu direnişini yad ederek, Silistre’de yatan dedemi hatırlayarak.” diye ekledim.
Bütün öfkem geçmişti. Sıram hemen gelmesin, beni hemen çağırmasınlar, muhabbet devam etsin istedim. Beklemeye razıydım. Onlar bizim Balkanlar’daki kalelerimizdi. Makedonya Türk Partisi Başkanı Erdoğan Saraç Bey’i sordum. Uzunköprü’de bir konferans vermişti davetimiz üzere yıllar önce. Balkan Türkleri’nin sorunlarını ve Türk Birliği’ni konuşmuştuk diğer panelistlerle birlikte.
Yaşlı olanlar Tekirdağ’da yaşıyormuş şimdi. Onlar da bana, “Şaban Ergen’i, kızı Nesime’yi tanır mısın?” diye sordular. Bir tuhaf oldum.” Allah rahmet eylesin, Şaban bey canciğer arkadaşımdı benim. Erken kaybettik onu. Kızı Nesime gözümüzün önünde büyüdü. Nesime üniversite eğitimini Makedonya’da tamamladı.” diyerek cevaplayınca onlar da şaşırmışlardı. Bu kadar tesadüf olabilir miydi? Bir daha göz göze geldik. O an Balkan dağlarının hür havası yayıldı ruhuma.
Kadın üçüncü evre kanser tedavisi görüyormuş. Eşarbının kenarlarından saçlarının döküldüğü belli oluyordu zaten. Yani durumu aciliyet arz ediyordu. Elindeki dosyayla içeri giren yakışıklı adam ise meğerse İl Sağlık Müdürüymüş. Yakınlık derecelerini bilmiyorum. Çok geçmeden ismim söylendi, sıcak sohbet yarım kaldı. Ben içeri girdiğimde o doktorun yanında ayaktaydı. Hemen bana döndü; “ Çok özür dilerim. Doktor hanıma bir şey sorup çıkacaktım. Doktor hanım hastayı hemen getirmemi istedi. ”dedi mahcup bir tavırla. Hiç kızmadım, çünkü sağlık çalışanlarının önceliği olduğunu biliyordum.
Öğrenmiştim ama bilmiyormuş gibi tekrar sordum:” Ne iş yapıyorsunuz beyefendi?” dedim. “İl Sağlık Müdürüyüm.” dedi. Ayvalık doğumluymuş. Uzun yıllar dışarıda kaldığı için, sorduğum hiçbir arkadaşı tanıyamadı. Her biri o şirin ilçenin ülkü devleriydi aslında. Can dostum Mahir Fidan’ı, Recep Esen’i bile tanıyamayacak kadar gençti. Belki de bizim mahalleye hiç uğramamış da olabilirdi.” Telefonumu kaydedin isterseniz. Sağlık konusunda istediğiniz an ve zamanda beni arayabilirsiniz. Yardımcı olmaya çalışırım.” diye ekledi ben masaya uzanırken. 20 dakika sonra çıktığımda bir daha göremedim onları. Ne ilginç tanışmalardı. Sabrım koruğu helva yapmıştı. İnşallah şifa bulur o bayan ve doktor eli değen tüm hastalar diye dua ederek ayrıldım oradan.
+++++++++++
Tamer kardeşim benden 15 yıl önce yakamdaki TÜRK OCAĞI rozetini istemişti. Ben Dernek Başkanı olarak takıyordum rozeti ve elimde başka rozet de yoktu. Sana sözüm olsun demiştim. Ziraat Bankası’nın karşısındaki kafede arkadaşlarla çay içerken onu hatırlattı bana. Niye bugüne gelene dek hatırlatmadın be kardeşim diye hayıflandım. Tamer Bey, ülkücü hareketin yiğitlerinden ,sevdiğim bir arkadaşımdı. Ondan bir Bozkurt rozetini mi esirgeyecektim. Şimdi müteahhit bildiğim kadarıyla. Edirne’ye ertesi gün gittiğimde onun rozetini Yakup Başkan’a bırakıp, bir yükten de kurtulmuş oldum. Çünkü söz vermek, bizim inancımızda yemin gibidir. Söze bağlılık ahde vefa ile eş değerdedir.
++++++++++++
Hakan Çiçek Müdürüm, seni unuttuğumu düşünüp gönül koyma bana. Yakup Başkan’la geldik ama yoktun. Milli Eğitim Müdürlüğü’nde bir toplantıya gittiğini öğrendim. Hangi makama otursan oraya yakışacağını biliyorum. Sana da selam bıraktım, haberin olsun.
Tatilimizin bir bölümünde Enez’deydim. Bu yaz mevsiminde fasılasız ilk defa bu kadar uzun süre kaldığımı da belirtmek istiyorum. Saros kıyılarının ayrı bir cazibesi var. Belki bana öyle geliyor. Ege Denizi’nde burnumuzun dibindeki adalara bakıp İtalya ihanetine veryansın etsem de, günbatımlarında sakinleşiyorum sulardaki gümüşten ize bakarken. Bulutların rengi turuncudan griye dönüşürken balıkçı teknelerinin açık denizden dönüşleri mazide yaşanmış bambaşka serüvenlerin nostaljisini yaşatır bana.
Mutluluklar hüzünlerden azade değil elbette. Seyr-ü sefer nereye olursa olsun önceki ahbaplardan bir veya birkaçını eksilmiş buluyorum. Enez’in sahildeki en eski sitelerinden birisidir Konakkent. 35 yılda kimi konutlar el değiştirdi , daha elemlisi bazı komşular ebediyyen bırakıp gitti bizi. Kayserili komşum Atilla Bey, Hikmet Hoca, Ali Bey, Aydın Abi, Necip Abi, Hümeyra Abla gibi niceleri… Yıllar ömrümüzden çalıyor açıkçası, yaşlanıyoruz farkında olmadan. Hayat bir dönme dolap işte; kimimiz binerken, iniyor kimileri.
*******
Bu yazıda başka notları da sizinle paylaşmak istiyorum. Hayat felsefem inanç ve sevgi orijinlidir. Herkesle çok çabuk iletişim kurar, samimi olduğuna inandıklarımla hemen kucaklaşır, arkadaş olurum. Köşe yazıları yazdığım bu gazetenin genç patronu Tarık Bey’in dışında çalışanlarla bir araya gelemedim bugüne kadar. Kuruluş yıldönümü kutlamasına da İstanbul’dan kalkıp gidemedim. Tarık Bey; “Abi, pasta hakkın baki ” demişti. Bu sefer pasta için değil ama çalışanlarla beraber olmak için zaman ayırdım.
Tarık kardeşimle Yenigün ve Edirne gazeteleriyle ilgili güzel bir sohbet oldu. Yan tarafta bilgisayar başındaki sarışın delikanlı Tarık’ın oğluymuş ve Gazetecilik okuyormuş. Yani üçüncü kuşak gazeteci yetişiyor anlayacağınız. Bence Yenigün’ün başarı sırlarından biri de budur. Babam öyle derdi rahmetli: “Herkes bildiği işi yapmalı!”. Matbaa kısmında Özgür Orhan, Selman kardeşim ve Seyide Hanım’la tanıştım. Selman‘ın ikram ettiği Türk kahvesinin tadı damağımdadır hala. Canla başla çalışıyorlardı gelecek Yenigün için.
********
Size bir ziyaretten daha bahsetmek istiyorum. Edirne’nin tarihinde müstesna yeri olan Türk Ocağı’nı bilir misiniz? Hani Gazi Mustafa Kemal ‘in ilimize her gelişinde Valilik’ten önce ziyaret ettiği Türk Ocağı. Onun çok çalışkan, eğitimci ve şu an 1.Murat Anadolu Lisesi Müdürü olan başkanı Yakup Öz kardeşimi aradım.” Abi okulda inşaatın başındayım. Zamanın varsa bekliyorum” dedi.
Ben de 12 yıl Uzunköprü Türk Ocağı Başkanı olarak görev yaptım. Tanışmamız o yıllara dayanır. Bölge toplantıları ve Genel Kurul toplantılarında Ankara’da beraber olurduk. Yakup Başkanı epey zamandır görmemiştim. İyi ki de gitmişim. Oldukça muhtevalı bir sohbet oldu gerçekten.
1. Murat Anadolu Lisesi tarihi bir bina. Okul bahçesi bir şantiye alanı gibi. Çatı ve dış cephesinde onarım ve boya, sınıflarda yeni düzenlemeler yapılıyordu.20 yıldan beri kimsenin eli değmemiş bu okula. Dile kolay! Okulların açılmasına da az bir zaman kaldığı için hummalı bir çalışma içindeydi ustalar. Yakup Hoca titiz ve girişken bir yönetici. Yüklenici firma ne kadar gamsızsa, o tam tersine o kadar aceleci. Parça parça dökülen, yılların ihmalkarlığından yorgun binayı ayağa kaldırmak için çırpınıyor. Yorgunluk ne demek, aksine çok mutluydu. Tek güvendiği Edirne Valisi sayın Yunus Sezer’di. Onun önderliği ve kararlılığı olmasa çocuklarımız bu köhne binada eğitimlerini sürdürmeye devam edeceklerdi, dedi bana okulu gezdirirken.
Valimiz Erzurum’lu. Ben askerliğimi orada yaptığım için Erzurum’u ve Dadaşları ayrı severim. Edirne de, Erzurum da hem tarihi yapıları, hem de iklim bakımından benzerlik gösterir. Valimizin tarihi yapılara böylesine ilgi göstermesi ve sahip çıkması boşuna değil. Okulun son halini görmek için Yakup müdürü bir defa daha ziyaret edeceğim.
******
Bitirirken bir başarı öyküsünden bahsedeceğim. Edirne ile özdeş olmuş bir yemek varsa, o da tava ciğeridir. Edirne’nin köfte ve ciğerinin tadı eşsizdir. Bu arada köftede özellikle Uzunköprü’yü tek geçerim, kimse kusura bakmasın. Allah rahmet eylesin Bahri Usta’yı bilmeyen yoktur. O Edirne turizminin ve tava ciğerin tanıtım gönüllüsüydü. Ben size onun kadar medyatik olmayan bir başka ustadan söz edeceğim. Kim mi; Ciğerci Niyazi Usta. En geniş mekanı Edirne girişinde, pehlivan heykelinin sol tarafında.
Niyazi usta dükkanın ön balkonunda çay içiyordu arkadaşıyla. Hem sohbet ediyor, hem de oto parkta boş cebe yanaştığımı görüp işaretle ve sesli komutla yardımcı olmaya çalışıyor. Gelen her müşteriyi güler yüzle karşılayıp “ hoş geldiniz” diyor. Arada içeri dışarı girip çıkıyordu. Bir ara göz göze geldik. “Niyazi Bey, yoğunsunuz ama iki dakikanızı bana ayırabilir misiniz?” dedim. Masama gelip, “Buyurun.” dedi merakla. Ben yemeğimi yemiş, çayımı yudumluyordum.
Eskilerden girdim kısaca. Çırak olarak çalıştığı küçücük dükkanı satın alıp esnaflığa başladığı günlerden… O günleri biliyordum.1979-1980 döneminde Edirne Ticaret Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni’ydim. Dört beş masası olan küçük bir dükkandı. Sonra Selimiye Camii’nin oradaki biraz daha büyükçe mekana geçmişti. Her seferinde, başta babasının ve arkadaşlarının karşı çıkmalarına, engellemelerine rağmen bu günlere ulaşması sizce de alkışlanacak bir başarı öyküsü değil midir?
“Niyazi Bey, bu başarının sırrı nedir?” dedim. “Ben hayal kurmayı, hayal etmeyi çok seviyorum. Mevcutla yetinmek pısırık adamların işi. Ben hep daha ilerisini düşünürüm. Geçmişte iflas da ettim ama yılmadım. Yiğit düştüğü yerden kalkar demişler. Yılmadım, hırsım beni ayakta tuttu. Burasını alırken bütün arkadaşlarım bana; sen manyak mısın oğlum, orada kim gelir senin mekanına diyerek dalga geçtiler benimle. Boştu buralar o yıllarda. Ben de onlara ;”Gün gelecek, bu büyük otopark bile yetmeyecek arabalara.” demiştim. Çok şükür gerçek oldu bu hayalim kısa sürede.”
Benimle konuşurken gözleri bir radar gibi çalışan elemanları takip ediyordu. O kadar işine bağlıydı. Onları sesle, işaretle yönlendiriyordu. “Son sorumu soruyorum: Şimdi ne hissediyorsun Niyazi Usta?”. Verdiği cevap enteresandı: “ Allahıma şükürler olsun. Çıraklıktan bugünlere… Mutluyum elbette. Ama benim ufkum geniş. Yattığımda bile, Edirne’m için daha başka ne yapabilirim? Daha fazla turist ve tanıtım için sınırları zorlamamız lazım. Sadece ben kazanmıyorum başarınca, Edirne ve Edirneliler de kazanıyor. Asıl mutluluk orada.”
Daha başka söze gerek var mı? Hayal kurmasını öğretmeliyiz çocuklarımıza ve iş insanlarımıza. Başka türlü kendimizi aşmamız mümkün değil. Tebrikler Niyazi Usta. Yeni ufuklara ve görkemli hedeflere en kısa zamanda ulaşman dileğiyle.
Ahmet Acaroğlu
İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif ERSOY’un bütün şiirleri, ibretlik mısralarla doludur. M. Akif insanlık ve İslamlık konusunda açık ve net mesajlar verir, silkeler uyuşuk ve miskin gönülleri. Yazarken yaşar yazdıklarını, dualarında samimi, yakarışlarında yakıcıdır. Onun şiirlerini okurken bir volkan patlar içinizde, ruhunuzda kıvılcımlar uçuşur. O sanatın değil, hakikatin peşindedir. Hakikat ölmez çünkü.
Biz bir medeniyetin vârisleriyiz. Anadolu toprakları, kadim kültürlerin birbirine karıştığı, tarihin akışında kavimlerin kıyasıya vuruştuğu, kıtaların birbiriyle itiştiği netameli bir coğrafya. Bu toprakların ezelde belki ilk sahibiydik, inşallah ebediyete kadar da son sahibi olarak kalacağız. Şüphesiz bu, bizim kendi varlık değerlerimizi yeniden hatırlayıp, TÜRKLÜK bilincini yeniden diriltmek ve yeni nesilleri KIZIL ELMA heyecanıyla yeniden ayağa kaldırmakla mümkün olacaktır.
O kadar kolay değil bu iş biliyorum. Dün en zor zamanlarda Tanrı’nın bize bahşettiği bir Atatürk’le başardık bunu. Ama bugün her Türk’ün bir ATATÜRK olması gerekmektedir. Çünkü şairin diliyle söyleyelim: “Tâlih zebun, düşman(lar) kavi.” Üstelik düşmanlar içimizde kol geziyor ve en az dışardakiler kadar tehlikeliler. Ve daha da önemlisi, kültür kolonları birer birer kesilen, direnci her gün biraz daha zayıflatılan halkımızın olan bitenden habersiz oluşudur.
Bunun için kendimize dönmemiz, köklerimize sarılmamız ve kendimize güvenmemiz önemlidir. Buna mecburuz dostlar. Küresel emperyalizmin elinde oyuncak olmaktan kurtulmanın başka bir yolu da yoktur.
Tanzimattan beri batı medeniyeti hülyasıyla yaşadık. Çünkü biz akıl ve bilimden kopmuştuk. Oysa onlar kilisenin skolastik bağnazlıklarından akıl, felsefe ve bilimi rehber edinerek kurtulmuş, rönesansı gerçekleştirmişlerdi. Bilim ve akıl onları uçurmuş, aramızdaki mesafe açılmıştı.
Her toplum gibi Batı medeniyeti bizim de gözlerimizi kamaştırıyordu. Aydınlarımızın kıblesi artık batı olmuştu. Batı, yani Avrupa, sonra Amerika işte. Batı demek; bilim, teknoloji, üretim, para, silah ve güç demekti. Belki özenmek, imrenmek bu gerekçelerle mübah sayılabilirdi. Üstelik hümanizm gibi sihirli bir sözcük kazandırmışlardı lugatlara. Hümanizm, yani insan sevgisi ihraç ediyorlardı iliğine kadar sömürdükleri Afrika’nın derileri gibi bahtları da kara çocuklarına. Amerika, kıtanın yerlilerine soy kırım uyguladı, Kızılderililer’i yok etti bu hümanistler.
Bugün çocuk, yaşlı, hasta, kadın demeden okul, ibadethane, hastane ayırımı yapmadan 40.000 masumu katletti siyonist katiller. Acımasızca öldürmeye de devam ediyorlar. Hamas’ın akıl almaz saldırısını asla kabullenmiyorum. Fakat bunun bedeli binlerce insanın katli olabilir mi? Ne hümanizmi yahu, bunlar sadece Filistinliler’in değil, tüm insanlığın düşmanıdırlar ve kıyametin işaret fişeğidirler. Yazıklar olsun. Yaptıklarının Hitler ve Stalin zulmünden farkı var mıdır?
Fakat içimi acıtan asıl ahlaksızlık, binlerce insanı katleden İsrail Başbakanı Netanyahu denilen eşkıyanın konuşmasına müsaade edilmesi ve defalarca ayakta alkışlanmasıdır. Bu artık insanlığın iflasıdır. Batı medeniyetinin gerçek yüzü bir defa daha ortaya çıkmış, hümanizm maskesi yırtılmıştır. Batı medeniyeti kendi değerlerini kusmuş, kendini inkar etmeye başlamıştır. Şurası kesindir ki biz Türkler yeniden bir medeniyet tasavvuru geliştirmek zorundayız. Dünyaya insanın bir de ruh tarafı olduğunu, insani değerlerin ancak maneviyatla yüceltilebileceğini ve yaşatılabileceğini bir kere daha göstermemiz lazım. Çünkü Batı medeniyeti madde planında ulaşılmaz zirveleri yakalamışken, maalesef ruh planında insanı ihmal etmiş, bütün insani değerleri yerle bir etmiştir.
Mehmet Akif’in “TÜKÜRÜN” başlıklı bir şiiri vardır. Milli mücadele yıllarında yurdumuzun işgali üzerine yazdığı bir isyan şiiridir. Akif; hem batılıların iki yüzlülüğüne, hem de Batı’nın değerlerini herhangi bir kültür ve maneviyat süzgecinden geçirmeden kabul eden köksüz, imansız inançsız sahte aydınlara isyan eder. Milli şairimiz M. Akif, okumayan, düşünmeyen, iradesiz, kimliksiz, değerlerinden habersiz, miskinleşmiş, aksiyonsuz, cehaletin esiri olmuş insanlarımıza isyan ettiği kadar, Batılılar’ın alçaklıklarına da isyan etmektedir. Bugün değişen bir şey var mıdır?
Dün Nazi barbarlığına karşı Yahudilere kucak açmıştık, bugün Yahudiler’e karşı vatanlarını savunan Filistinliler’e, Gazzeliler’e sahip çıkmak benim insanlık görevimdir. O kan revan içindeki küçücük çocuklara, hasta yaşlılara, içecek bir damla suya hasret üzerine bomba yağdırılan kadınlara acımayan vicdanlar taş olsun, ağlamayan gözler kurusun, kör olsun.
Mehmet Akif’le başladık, onun şiirinden seçtiğim bazı dizelerle bitirmek istiyorum.
TÜKÜRÜN
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım.
Bu ne hicran-ı müebbed, bu ne hüsran-ı mübin
Ezilir ruh-ı sema, parçalanır kalb-i zemin!
Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:
Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!
Teki binlerce kesik gözdeye âid kümeler:
Saç, kulak, el, çene, parmak Bütün enkaz-ı beşer!
Medeniyet denilen maskara mahluku görün
Tükürün maskeli vicdanına tükürün!
Sanmayın, şevk-i şehadetle coşan bir kan var
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!
Tükürün, belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün Ehl-i Salibin hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Bana VAHDET gibi bir yâr-ı musaid lazım
Artık ey yolcu bırak, ben yalnız ağlayayım.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.