DOLAR 32,2610 0.01%
EURO 34,6925 -0.1%
ALTIN 2.402,180,09
BITCOIN %
Edirne
26°

KAPALI

16:58

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Ahmet Acaroğlu

Ahmet Acaroğlu

08 Mayıs 2024 Çarşamba

CHP NE YAPMAK İSTİYOR?

CHP NE YAPMAK İSTİYOR?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ahmet Acaroğlu

Soru ilk anda zihninizde olumsuz çağrışımlara kapı aralayabilir. Olsun zararı yok. Niyetim edilgen ve ön yargılı siyaset erbabının merakını gıdıklamak, dikkatini çekmek. O zaman en sonda söyleyeceğimi en önce söyleyeyim de niyetim doğru anlaşılsın. Gözlemim odur ki; CHP siyaseten ne yapıyorsa doğru yapıyor ve sonuç da alıyor. Üstelik bunu gayet medeni bir biçimde ve siyasal ahlak ilkelerinin rehberliğinde gerçekleştiriyor.  CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, AKP ve MHP Genel Başkanları dahil, tüm parti liderleriyle görüşüyor olması, siyasetin normalleşmesi açısından önemli. Toplum buna hasret. Millet kavga istemiyor.

Özgür Özel siyasetimiz için yeni bir fenomendir. Anayasa değişikliği konusunda kapıyı kapatmazken iktidara yaptığı; “Siz önce mevcut Anayasa’ya uygun davranın, sonrasını görüşürüz!” vurgusu, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan  Anayasa maddelerini sahiplenmesi, hukuka saygının yeniden inşası için çok çok önemlidir.

 Özgür Özel’in, milyonlarca insanımızı ilgilendiren  “dertler ve çözüm bekleyen sorunlar” ajandasını daha ilk görüşmede R T Erdoğan’ın önüne cesaretle koyup konuşabilmesi ise gerçekten tahmin bile edemeyeceğimiz bir durumdu. Bu ajandanın içinde; kaldırılmayan mülakat sınavları, atanamayan öğretmenler veya diğer kamu personel adayları, Fetö kumpaslarında hakkı yenen paşalar ve diğer mağdurlar, Belediyelerin onay bekleyen projeleri, asgari ücretin yol açtığı sefalet, TÜİK’in  ısmarlama istatistikleri, daha neler var, neler.

Milllet ittifakına ve muhalefete, Erdoğan ve Bahçeli’nin bugüne kadar yaptığı hakaretler, attığı iftiralar, yönelttiği ithamlara rağmen, bu görüşmenin, üstelik de Özel’in isteği doğrultusunda Saray’da değil de AKP Genel Merkezinde gerçekleşmiş olması da önemlidir. Devam eder, etmez bilemem, ama Erdoğan’ın Özel’i kabul etmesi, AKP’nin 22 yıllık iktidarında CHP’ye gösterilen en anlamlı itibardır. Kutuplaştırma ve ötekileştirme siyaset tarzının sona ermesi, demokrasimiz için bir umuttur. Ülkemizin iç ve dış tehditlere karşı yıllardır hasretini duyduğumuz birlik ve beraberlik adımı olarak da son derece önemlidir. Hem sayın Erdoğan’ı, hem de sayın Özel’i içtenlikle kutluyorum.

Peki bu gelişmelerin ışığında bir soru daha sormamız gerekmiyor mu? O halde onu da soralım: Peki  AKP ne yapmak istiyor ve neden yapıyor? Nedeni çok açık; ikinci seçimin galibi ne şu, ne bu, tek başına CHP’dir. Hem Büyükşehir belediyelerinde, hem Belediye Meclislerinde CHP birinci partidir. İnkar edilemeyecek kadar büyük bir zaferdir bu. Yapılan yeni anketlerin gösterdiği gibi, bugün  genel seçim olsa CHP yine iktidarın en güçlü alternatifidir ve birinci parti çıkmaktadır. Artık psikolojik üstünlük CHP’dedir. CHP bu avantajını doğru kullanabilir ve ideolojik bağnazlıklara prim vermezse, üç koltuk daha kazanalım diyerek bölücülere şirinlik yapmazsa, kısacası CHP kurucu değerlere ve ilkelerine inançla sahip çıkarsa emanet oyları kalıcı hale de dönüştürebilir.

Sayın Cumhurbaşkanı bu tabloyu görmüş ve daha önemlisi, halkın bu tercihine saygı göstererek siyaset tarzını ve üslubunu değiştirmenin mecburiyetine teslim olmuştur. O da biliyor ki AKP’nin oyları günden güne erimektedir. Halkımız kaba üsluptan da, kavga ve gerilimden beslenen politikacılardan da bıkmıştır. Her şeyi bir adama bağlayan sistem, aslında ekonomiyi ve devletin kurumlarını da mahvetmiştir.

Halbuki “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” diye öğretmişti bize Atatürk. O zaman bu milleti kutuplaştırmak, ötekileştirmek niye? Niye milletin yarısı diğer yarısına düşman olsun ki! Ümmetin birliğini isteyenler önce milletin tevhidi için çalışmak mecburiyetindedirler.

Seçimlerin sonucu, yanlışlarımızı  yeniden gözden geçirme fırsatı olarak değerlendirilmelidir. Yanlıştan dönmek olgun ve kültürlü insanlara has bir davranıştır. Tüm liderler ve siyaset erbabı, yeniden bir muhasebe ve murakebe, özeleştiri ve istişare yapmalı, milliyetçilik yerine kendi kibirli nefslerini ayaklar altına almayı denemelidirler.

Elbette bu görüşme gönül rızası yerine bir zorlanma neticesinde gerçekleşmiştir. Erdoğan’ın görüşme ile ilgili medyadaki fotoğrafına baktığınızda, yüzündeki ifadeden ruh halini kolayca çözümleyebilirsiniz. Ama başka realiteler de Erdoğan’ın tavır değişikliğinde etkili olmuştur diye düşünebiliriz. Jeostratejik tehlikeler ve sınırlarımızın etrafında oluşan emperyal tehditler ancak birlik ve beraberlikle savuşturulabilir. Bu milli refleks Cumhurbaşkanına büyük sorumluluklar ve önderlik görevi yüklemektedir. Küçük parti hesapları yerine, Türklük paydasıyla halkın tümünü sevgi ile kucaklayan büyük ölçekli milli siyaset projesi bekamız için de bir zarurettir.

Bu görüşmelere siyasette yumuşama, normalleşme diye bakanlar olduğu gibi, Tayyip Erdoğan’ın muhalefeti  uyutma ve dağıtma taktiği yorumları yapanlar da var. ” İstanbul’u alan, Türkiye’yi de alır.” demişti Erdoğan Ekrem İmamoğlu’nun ilk zaferinde. İmamoğlu ikinci zaferini daha büyük bir farkla aldı ve gerçekten CHP Türkiye’nin en büyük partisi oldu. Bundan sonraki bir seçimin nasıl sonuçlanacağını Erdoğan bizden daha iyi görüyordur. Artık Parlamentoda da çoğunluğu kaybedecek bir AKP’nin Cumhurbaşkanlığını kazanma şansı da kalmamıştır.

O zaman, oyuna gelmesin Özgür Özel, zaten AKP gidici. Müzakere yerine Erdoğan’la mücadele edilmelidir, diyor bazı siyaset bilimciler. Beyler, siyaset kavga arenası değildir. Musafaha etmek, tokalaşmak, kucaklaşmak, ön yargısız buluşabilmek, her şeyi konuşabilmek bence en iyisi. Yeter ki samimi olunsun. 

Devamını Oku

“İYİ”LERİN  KADERİ

“İYİ”LERİN  KADERİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ahmet Acaroğlu

Hafta sonu Ankara’da İYİ Parti’nin olağan kongresi vardı. Genel Başkan Meral Akşener, seçimde yaşanan yenilgi sonrasında olağanüstü kongre kararı aldı. “Özü başına, hür ve müstakil yarışma” kararı maalesef başarısızlıkla sonuçlandı. Sayın Akşener bu riskli kararı alırken aslında birçok siyaset bilimcinin yaptığı analiz ve yorumların tümüne gözlerini kapamış, kulaklarını tıkamış olamaz. Benim yazılarımı okuma imkanınız olmuşsa, çok net ve çok açık bir biçimde sonucun hüsran olacağını yazdığımı da hatırlarsınız.

O zaman şöyle bir çıkarımda bulunmamız yanlış olmaz: Deneyimli bir siyasetçi olarak gördüğüm Meral Akşener partiyi bilerek, isteyerek bu kadere razı etti. Ne yapmak istediğini tam olarak çözmüş değiliz. Fakat veda konuşmasında kendisinin de ifade ettiği bazı iftira(!) ve parasal şaibelerin hiçbirine cevap vermeden kürsüden ayrıldı. Beklerdim ki asıl “Topuklu Efe“ tavrı burada gerekliydi, olmadı. Oysa bu ithamları yapanlar partinin etkili ve yetkili isimleri, onun yol arkadaşlarıydı. Bu konular yeterince aydınlatılırsa sayın Akşener’in seçim öncesinde yaşadığı ve partisine yaşattığı savrulmayı da daha iyi anlayabiliriz.

Yalnız şunu da altını çizerek söylemeliyim ki; bedel ödemek onurlu bir insan davranışıdır. İYİ Parti yeni bir parti olmasına rağmen Genel Başkan, başarısızlığın sorumluluğunu üstlenerek bedel ödeme vaadini yerine getirmiş, makam koltuğunu kendi isteğiyle terketmiştir. Şark toplumlarında ve ülkemizin siyasi geleneklerinde pek görmeye alışık olmadığımız soylu bir davranıştır bu. Çünkü bizde kamu kurumları aile şirketi gibi yönetilir, makamlar evladiyeliktir. İsterse partisini tabela partisi haline düşürmüş olsun, herhangi bir liderin utanıp istifa ettiğine kaç tane örnek bulabilirsiniz?

Akşener’e bu nedenle teşekkür etmeliyiz. Çünkü ondan önce bu tavrı alması ve istifa edip gitmesi gereken kerameti kendinden menkul o kadar çok başkan varken onun bırakması, demokrasimiz için de bir ümit ışığıdır.

Kongre olağanüstüydü ama adaylar olağan ve bilinen, beklenen isimlerdi. Üçü de Ülkü Ocakları’nın ruh ikliminde yetişmiş dava adamlarıydı. Kongre salonunda yan yana ,seçim sonrasında el eleydiler. Olağanüstü ve üstelik hemen seçim sonrasında yapılan acil bir kongre olmasına rağmen üç , hatta dört adayın çıkması İYİ Parti’nin geleceği açısından olumlu ve heyecan vericidir. Mesele, bu umudu yarınlara taşıyabilecek kadroyu yeniden kurabilmektir.

Hem Koray Aydın, hem Musavat Dervişoğlu bana yakın yaşta ve MHP’nin şanlı tarihinde birlikte mücadele ettiğimiz, efsane olmuş yiğit dava adamlarıdır. Aydın Trabzon’lu, Dervişoğlu Ordu Fatsa doğumludur. Tolga Akalın Edirne’lidir, hemşehrimdir. Fikri donanımı yüksek, hitabeti etkileyici, mücadele azmi güçlü kardeşimdir. Yani benim için üçü de birer değerdir. Yanlışları yok mudur, hataları olmamış mıdır?  Hangimiz ne kadar mükemmeliz ki? Gün, onları konuşmanın günü değildir. Gün, bir ve beraber olma günüdür. Çünkü İYİ Parti demokrasimiz için tarihi bir görev üstlenmiş, halkımız ve demokrasimiz için can suyu olmuştur.

Esas soru şudur: Yiğit düştüğü yerden ne zaman ve nasıl kalkacaktır? İstifalar ne zaman bitecek, küskünler veya küstürülenler ne zaman yuvaya döndürülecektir? İYİ Parti kuruluş amaçlarını yeniden hatırlamalı, fabrika ayarlarına geri dönmelidir. İYİ Parti kendini merkezde konumlandırmalı, milliyetçi demokrat kimliği önceleyerek, tahrip edilen demokrasimizi onarmak ve yeniden inşa etmek için hemen çalışmalara başlamalıdır. Parti içi mücadeleler ve ego savaşları partiler için zaman ve enerji kaybıdır.

Genel Başkanlık yarışını Musavat Dervişoğlu kazanmıştır. Babası bir hukukçudur. Musavat eşitlik demektir. Dervişoğlu’nun iki kardeşi daha vardır. Onların isimleri de; Adalet ve Hürriyet’tir. Sayın Dervişoğlu’nun parti üst kurullarını ve çalışma arkadaşlarını belirlerken gözeteceği ilkeler de bunlar olmalıdır. Siyaset adamları siyasetimizin dilini de kirlettiler bu iktidar döneminde. Millet artık bağırıp çağıranlara, hakaret ve iftiralarla huzurumuzu bozanlara güvenmiyor ve oy vermiyor. Bize halkın içinde olan, halkın dertlerine çözüm üreten, aldanmayan ve aldatmayan, gösterişe ve şatafata tamah etmeyen derviş gönüllü liderler gerek.

Nasılsın diye sorulduğunda, “iyiyim” diye cevap veririz genellikle. İYİ’lerin kaderi de İYİ olur inşallah. Yeniden bir hayal kırıklığı yaşamak da İYİ bir şey değil vesselam.

Devamını Oku

BASINDAN SEÇMELER

BASINDAN SEÇMELER
0

BEĞENDİM

ABONE OL

23 Nisan 1920 Millet egemenliğinin başlangıcı

Bugün Gazi Meclis TBMM’nin açılışının 104. yılını kutluyoruz. TBMM Türklerin toplumsal ve siyasal tarihinde “mili egemenlik” ilkesinin uygulandığı bir başlangıçtır. O günlerin söylemiyle, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinin gerçekleşmesidir. 

I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Ateşkes Antlaşması, 30 Ekim 1918’de imzalamıştır. 14 gün sonra, 13 Kasım 1918’de İstanbul İngiliz, Fransız, İtalyan kuvvetleri tarafından işgal edildi. Osmanlı padişahının yaşadığı başkent İstanbul işgal altındaydı. Sokaklarında İngiliz, Fransız, İtalyan askerleri devriye olarak dolaşıyor, tüm stratejik noktalar denetim altında tutuluyordu… 

İstanbul’da çalışmalarını sürdüren son Osmanlı Meclisi, 16 Mart 1920’de İngiliz askerleri tarafından basıldı, milletvekilleri tutuklanarak Malta Adası’na sürgüne gönderildi. 

Ankara’da bulunan Mustafa Kemal, 19 Mart 1920’de tüm Anadolu ve Trakya’ya gönderdiği bildiride seçim yapılmasını, seçilecek milletvekillerinin Ankara’ya gelmesini “olağanüstü bir Meclis” toplanmasını ve “milletin kaderine el koymasını” istedi. 

Tüm Anadolu’da sandıklar kuruldu, halk iradesini temsil edecek milletvekilleri seçildi. Temsilciler Ankara’da toplandı ve 23 Nisan 1923’te TBMM çalışmalarına başladı. 

31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrası, bugünlerde Cumhuriyetin sandıkta kurulmadığı gibi dayanaksız iddialar ileriye sürülmüştür. Oysa Nisan 1920’de tam 104 yıl önce, halk iradesi Anadolu’nun dört bir yanına kurulan sandıklarda oluşmuştu. İdeolojik planda Milli Mücadele’nin öncü ilkesi “millet egemenliği” gerçekleşiyordu. 

TBMM kuruluşu, yetkileri, işleyişi, toplumsal ve siyasal oluşumu yönünden de demokratik ilkelere dayanıyordu. 

Kayıtsız şartsız millet egemenliği, 1921 Anayasası’nda şöyle belirtilmiştir: “TBMM’nin idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” (md.1) 

SAVAŞTA DEMOKRASİ

Seçimle oluşan Meclis’te asker, sivil, bürokrat, çiftçi ve yerel önderlerden oluşan halk vardı. Tüm katmanlar temsil ediliyordu. 

Olağanüstü zor koşullara karşın özgür düşünce ve eleştiri en güçlü bir biçimde uygulanıyordu. TBMM, Milli Mücadele’yi, bağımsızlık savaşını demokrasi ilkelerine bağlı kalarak yönetiyordu. Prof. Dr. Bülent Tanör, “Kurtuluş Kuruluş” kitabında bu durumu “savaş demokrasisi” deyimiyle anlatır. (s.124) 

ATANMIŞLAR DEĞİL, SEÇİLMİŞLER

Meclis’e atanmışlar değil, seçimle gelen halk temsilcileri egemendi. Tüm yetkiler Meclis’te toplanmıştı. Halkın gerçek temsilcileri anayasa hukuku kuramına göre bir “kurucu iktidar” yetkisiyle çalışıyorlardı. Sorunlar demokratik ilkelerle saatlerce, günlerce süren tartışmalarla çözülüyordu. 

TBMM, demokrasinin ana kurucusu durumundaydı. TBMM, sadece kurtuluş için, bağımsızlık için yabancı işgal güçleriyle savaşmak durumunda değildi, aynı zamanda bir iç savaş ortamındaydı. Bir yandan dış işgal güçleri, öte yandan iç savaş ve İstanbul’daki işbirlikçi hükümetle mücadele etmek zorundaydı. 

Her 23 Nisan’da Mustafa Kemal’le Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi arasında geçen çok önemli bir konuşmayı hatırlarım ve çok heyecanlanırım. Bu 23 Nisan’da da bu konuşmayı anımsadım ve özellikle okuyucularımızla yeniden paylaşmak istiyorum. 

ANKARA’YA YÖNELİŞ

İstanbul’da işgal sürecinin şiddetlenmesi, Meclis’in basılması, milletvekillerinin ve aydınların tutuklanması karşısında Ankara’ya yöneliş başladı. Meclis başkanı Celalettin Arif, ünlü yazar Halide Edip, Dr. Adnan (Adıvar), Yeni Gün gazetesi başyazarı Yunus Nadi, Sinop milletvekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Albay İsmet Bey (İnönü) gibi kişiler Ankara’ya yöneldiler. 

‘ÖNCE MECLİS Mİ, ORDU MU?’ 

Ankara’ya gelenler, aslında yıkık dökük, cılız, asker ve ordusu olmayan bir Ankara ve onun Kuvayı Milliye önderiyle karşılaştılar. Gelenlerin kafalarında bir düşünce vardı… Evet Meclis açılacak ancak önce ordu kurulsa daha iyi olmaz mı? 

İstanbul işgal altında, İzmir ve Ege işgal altında, Adana, Urfa, Antep işgal altında “Önce ordu kurulsun” diyenler temelde bu gerçekleri öne sürüyorlardı. 

Ancak Mustafa Kemal’in görüşü her şeyden önce Meclis’in açılması ve çalışmalarına başlamasıydı. 

Bu zor durumun yanıtları Yunus Nadi’nin Kurtuluş Savaşı Anılarıadını taşıyan kitabında veriliyor. Yunus Nadi, Mustafa Kemal’le Meclis açılmadan önce yaptığı konuşmada, bu konuları Atatürk’e açıkça belirterek “Ankara’da beni huzursuz eden en büyük şey ordunun yokluğudur. Eğer elimizde dayanacak bir ordumuz olmazsa bütün bu güzel düşünceler ve nazariyat (teori) suya düşüp gidebilir” diyordu. Açıkçası “Önce meclis mi yoksa önce ordu mu” sorusu en yakıcı konuydu. 

‘MECLİS TEORİ DEĞİL, GERÇEKTİR’ 

Mustafa Kemal, Yunus Nadi’ye, “Yunus Bey, aramızdaki en önemli fark şudur: Meclis nazariye (teori) değil gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Bana göre önce Meclis, sonra ordu olacaktır” demiştir. Mustafa Kemal, Kuvayı Milliye’yi halkla birlikte yürütmek ve “ulusal iradeyi” egemen kılmak istiyordu. (Bkz. Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları) 

Mustafa Kemal, 100 yıl önce, “milli egemenlik”, “halk iradesi”, “seçimle oluşan meclis” gerçeğini görmüş ve önce Meclis’in kuruluşunu sağlamıştı. “Önce ordu kuralım, sonra meclisi oluştururuz” diyenlere Mustafa Kemal “Önce meclisi kuracağız” diyordu. “Meclis teori değil, en büyük gerçektir” diyordu. 

HALKA DAYALI MECLİS 

Meclis’in açılış günlerini tekrar anımsayalım: 

İzmir ve tüm Batı Anadolu, Yunan askeri birlikleri; Adana, Maraş ve Urfa, Fransız askeri güçlerinin işgali altındaydı. İstanbul İngiliz, Fransız, İtalyan askeri güçlerinin işgali altında ve padişah da bu güçlerin denetimi altındaydı. İşte bu koşullarda 104 yıl önce TBMM, 23 Nisan 1920’de açılıyor ve çalışmaya başlıyordu. 

Seçimle oluşan Meclis’in çalışmaya başlaması, Milli Mücadele’yi yepyeni bir aşamaya, halkla bütünleşen bir düzene taşımıştır. 

Milli Mücadele artık halka dayalı bir Meclis’le yürütülecektir. Bu karar Mustafa Kemal’in dehasının, ileri görüşünün bir ürünüdür.

Alev Coşkun

Cumhuriyet Gazetesi

Devamını Oku

MUHALEFET  PUPA  YELKEN…

MUHALEFET  PUPA  YELKEN…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Nihayet seçimler bitti. Seçim bitse de tartışmalar devam edecek gibi görünüyor. Sandık sonuçlarına yapılan itirazlar bazı yerlerde mazbata törenlerinin gecikmesine, belediye hizmetlerinin aksamasına neden oldu. Bu arada bazı itirazların zaman kazanmak amaçlı olduğu ve kaybeden başkanların yasal ve etik olmayan usulsüz ödemeler yaptıkları medyada yer almaya başladı.

Tartışılan tek konu mazbata değil elbette. Mesela YSK, iktidar ittifakının taleplerine daha olumlu yaklaşırken, muhalefet partilerine ait itirazları genellikle reddetmektedir. “Hak, hukuk, adalet” gibi kavramların kutsiyetini kaybettiği toplumlarda bu tür tercihler olağan hale geliyor maalesef. Haklı olanın yerine güçlü olan ikame ediliyor.

İktidar güç demek. Ama kontrolsüz gücün ne kadar tehlikeli sonuçları olabileceğini de yaşayarak görüyoruz hep birlikte. İhtilal yapmış ve aynı zamanda ihtilale maruz kalmış Alpaslan Türkeş’in en özlü sözlerinden birisi şudur; “En kötü demokrasi, en iyi ihtilalden daha iyidir.” Laik demokrasilerin en önemli özelliği, özgür bireyler yetiştirme hedefidir. Nitelikleri tartışılsa bile kula kulluktan kurtarılmaya çalışılan ve Tanrı’nın verdiği aklı kullanmaya başlayan insanların sayısı arttıkça, gelişmiş modern toplum olma yolculuğu da hız kazanır.

Tartışılan konulardan birisi de seçim sürecindeki adaletsizlikti. Muhalefet partilerinin adayları adeta devletle yarıştılar. Partili Cumhurbaşkanına da eyvallah, ama bu kadar partizanlığı kabullenemiyor insan. Bizdeki gibi bir uygulama dünyanın hangi ülkesinde vardır acaba? Cumhurbaşkanı yemin metnini bir kere daha okuyun istersiniz. Hani tarafsızlık ve eşitlik?

O nedenle “ucube sistem” diyorlar buna. AKP’li Erdoğan yine Cumhurbaşkanı olsun, ama AKP Genel Başkanlığını başkasına bırakmalıdır. Defalarca yazdım, gene altını çiziyorum, o makamda oturan kişi hepimizi kucaklamalı, herkesin Cumhurbaşkanı olmalıdır. Böyle olmuyor. Evet ekonomi berbat, emekliler perişan, EYT’liler mağdur, orta direk çökmüş, verilen sözler unutulmuş, doğrudur ama AKP’ye seçimi kaybettiren en önemli nedenlerden biri de budur. Millet ötekileştirilmekten bıktı.

Seçimden önce yazdığım makalelerde düşünce ve analizlerimi ortaya koymuştum. Yazılarımı oluştururken nasıl hassas olduğumu, gözlemlere duyumlardan daha fazla önem verdiğimi, analizlerimde politik olmaktansa pragmatik olmayı yeğlediğimi, ideolojik bağnazlık yerine sağduyuyu öncelediğimi okurlarım bilirler. Eleştirel bir üslubum olduğu doğrudur. Gerektiğinde geçmişimle hesaplaşmaktan ve kendimi de eleştirmekten, eleştirilmekten çekinmem. Bir de “haklı çıktım” demekten pek hoşlanmam. Çünkü haklı çıkmak yerine, bir yanlışın düzeltilmesine katkı sunmak mutlu eder beni.

Edirne il ve ilçeleriyle ilgili yaptığım değerlendirmeler gibi, ülke siyasetine ait öngörülerimin de doğru çıkması kalemimin enerjisidir değerli dostlar. Amigoluk  veya holiganlık yapmadığınız zaman doğrulara ulaşmanız zor olmuyor. Klavyenin başına geçmeden yazdıklarımı bir defa daha gözden geçirdim. Partilerde seçim sonrası olası gelişmelerin nerelere evrilebileceğini yazmışım. Gerçekleşiyor birer birer.

İYİ Parti seçimlere ittifaksız ve  “özü başına” girerek boyunun ölçüsünü görmek istiyordu,  maalesef de gördü. CHP’den 40 milletvekili koparan ve kendilerini dev aynasında görmeye başlayan küçük partilerin ise seçmen nezdinde yok hükmünde oldukları anlaşıldı. Bundan sonra bazı yeni oluşumlarla karşılaşacağız. AKP sarkacı, salınımında zirveyi gördükten sonra artık yavaşlama ve duraklama dönemine girmiş bulunmakta ve içten içe kaynamaktadır. AKP’nin vatandaşlara yeni bir söylemi ve verebileceği yeni bir umut yoktur. AKP ilk defa bir seçimi kaybetmiştir.Son seçimin tek galibi CHP’dir. Ve CHP bunu ittifaksız başarabilmiştir.

Muhalefet artık vatandaşın yeni umududur. CHP seçim sonuçlarını doğru  okumalıdır. Bu oyların tamamı CHP’nin değildir. Ona verilmiş emanet oylardır ve AKP’den umudunu kesmiş yığınların reaksiyon davranışıdır. CHP tutarlı ve dengeli bir siyaset izlemeyi başarabilirse bu oyların bir kısmı kalıcı da olabilir. Kazanan belediye başkanlarının gösterecekleri performanslar muhalefetin yelkenlerine daha güçlü rüzgar taşıyabilir.

Kabul edelim ki; Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş bir sonraki seçimin iki rakip Cumhurbaşkanı adayıdır ve siyaset onların etrafında şekillenecektir.  

Devamını Oku

BASINDAN SEÇMELER SEÇİMİN SEBEP-SONUÇ İLİŞKİSİ

BASINDAN SEÇMELER SEÇİMİN SEBEP-SONUÇ İLİŞKİSİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ahmet Acaroğlu

Yerel seçimler CHP’nin zaferiyle sonuçlandı. Şimdi herkes bayram havasında. Ancak seçmen davranışlarının doğru yorumlanması da kazanılması kadar önemlidir. Önce şu soruya cevap verelim: Neden böyle bir sonuç çıktı?

1-Çünkü işbaşındaki iktidar, seçmenin temel ihtiyaçlarına cevap veremedi. Nedir onlar?

Bilimsel terimleri ve kavramları bir kenara bırakarak diyebiliriz ki, en başta geleni açlık ve susuzluktur. Başka bir ifadeyle; her bir kişinin gelir düzeyi, geçinebilme, yaşamını sürdürecek ekonomik kaynaklara ulaşabilme gücüdür. İktidar, bu kapasiteyi haddinden fazla daralttı. Böylece en temel ihtiyaçlardan insanları yoksun bıraktı. Kısaca çaresizleştirdi.

Böylece büyük toplumsal kitleleri yardıma muhtaç hâle getirdi. Bu durum, beraberinde sosyal kırılmaları, sosyal kırılmalar da değerler sisteminde çöküşleri meydana getirdi. Sonunda iktidar sahipleri kendini yok edecek sosyal fay hatları oluşturmuş oldu.

2-İktidarın yarattığı derin yoksullaşma, başlangıçta, seçmeni çeşitli yardımlarla satın alma politikasına dönüştü. Böylece büyük kitleleri yönetmeğe başlayan iktidar, durumdan memnun olmanın verdiği keyifle seçimlere gitti. 31 Mart seçimlerinde, basına yansıdığı gibi çeyrek altından tutunuz da, para dağıtmaya kadar, çeşitli gayrimeşru yollara başvurdu. Ancak bu çözümler, kalıcı olmayıp geçici, etkisi uzun sürmeyen, anlık durum olduğu için, esas büyük sorun olan geçinebilme, yaşam kalitesini artırma, ülkenin nimetlerinden yeterince yararlanma hakkını ve isteğini karşılamaktan uzaktı.

Günün sonunda, muhalefetin İstanbul, Ankara gibi büyükşehir belediyeleri, yardımları resmîleştirerek, daha doyurucu hâle getirdi. Özellikle emeklilerin elinden tutmayı başardı. İktidarın “maaşlara zam olmayacağına” yönelik açıklamalarıyla çözümsüz kaldığı en kritik anda muhalefet, kendi çapında çözüm üretmeyi başardı.

3-Kılıçdaroğlu’nun ektiği, sağ seçmene yönelik tohumlar, kendisinin de söylediği gibi “Fidan oldular.” İktidarın ayrıştırma politikası karşısında, Kılıçdaroğlu’nun açılım ve kaynaştırma politikası, beraberinde siyasal yumuşamayı getirdi ve bu seçimde sandığa yansıdı. Bu sebeple, başarıyı, geçmişten kopuk, salt Özgür Özel üzerinden okumak hatalıdır.

4-Yine, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken kurulan Altılı Masa faktörünün etkisini hatırlatmak gerekir. Her ne kadar seçim sonrasında dağılsa da, psikolojik olarak altı partinin yarattığı sinerjiye bağlı olarak seçmeni birbirine yaklaştırdığı bir gerçektir. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere CHP’nin bunca belediyeyi kazanmasında bu alt yapının seçmen davranışlarında yarattığı etkiyi göz ardı edemeyiz.

5-Yıllar içinde, iktidar ve diğer partili bileşenlerinin, çelişkili tutum ve davranışları, haksızlığı onaylamaları, verdikleri sözde durmamaları, sürekli yalancı bahar havası estirmeleri, seçmeni olumsuz etkiledi.

Her seçimde petrol buluyorsun, ortada petrol yok.

Uçak uçuruyorsun, ABD’den F-16 alacağım diye yırtınıyorsun.

Karadeniz’de gaz buluyorsun, ortada gaz yok.

Araba üretiyorsun, anlattığın abartılı araba hikâyen gerçek değil.

“Ekonomiyi ben bilirim” diyorsun, bilmediğin ortada.

En iyi vatansever ve milliyetçi benim diyorsun, Ege’de Yunan işgaline sesin çıkmıyor.

Say sayabildiğin kadar.

Bu durumda seçmen size neden güvensin? Her güvendiğinde hayal kırıklığı yaşadıysa, bu seçimde ne yapsın? İşte yaptığı ortada.

6-Yerel seçimlere bakanlar kurulu ile gidiyorsan, yenilgi korkusunu açığa vurmuşsun demektir.

7-Her seçimde, kumpasa başvuruyorsan, yine kendine güvenmediğini söylüyorsun demektir. Bu durum, beraberinde, AKP ve bileşenlerine de güvensizlik yaratacaktır ki, nitekim öyle yaptı. Halk, verilen sözlerden, yürütülen, mertçe ve adilce olmayan seçim yarışından usandı.

8-Din-iman üzerinden yürütülen politikayla, dine ve imana saygı ve uyum; dinin ve imanın gerektirdiği liyakat, adalet, kul hakkı gibi temel ölçütlere uygun davranıp davranmama arasında belirgin çelişkiler varsa, samimiyet sınavında başarısız olduğunuz ortada demektir.

Bu durumda samimi vicdan size itiraz edecektir. Nitekim etti.

Ahmet Gürsoy / Yeniçağ Gazetesi / 02.04.2024

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.