10 Eylül 2025 Çarşamba
Arapça kökenli bu iki kelime anlam bakımından birbirine yakın. Kayyım veya kayyum; yasalarla belirlenen bazı durumlarda, herhangi bir mal varlığını veya bir şirketi vekaleten yöneten kimse demektir. Kıyam ise, doğrulmak, ayağa kalkmak, ayakta durmak anlamındadır.
CHP İstanbul Başkanlığı’na Asliye Hukuk Mahkemesinin tartışılan karan ile Gürsel Tekin Kayyım olarak atandı. Kayyım tomalarla, 5.000 polisin canhıraş desteğiyle makamda, yüzlerce partili ise polise rağmen sokakta ve kıyamda. Davayı açanlar da suçlananlar da, kayyım olarak atanan da, kıyama durup polis kuşatmasına ve kayıma direnenler de aynı partinin üyeleri, yani CHP’li Gürsel Tekin’in girdiği il binasına, herhangi bir mahkeme karan da olmadan Milletvekilleri, Genel Başkan Yardımcıları giremiyor. Bugüne kadar bu ülkede görülmemiş uygulamalardır bunlar.
Kılıçdaroğlu’nun sinsilik kokan sessizliğine karşın, Gürsel Tekin bu rezilliği partisine yaşatmayı içine sindirebildi. İşin hukuk boyutunu mahkeme safhasında daha iyi anlayabiliriz ama, bence CHP’ye yapılan süreç, siyasi bir boğma operasyonudur. Sayın Erdoğan mahkemenin kararına uyulmasını isterken, YSK’nın da bir mahkeme olduğunu ve kararlarının kesin olduğunu bilmiyor olamaz. Çünkü daha önceki seçimde YSK mühürsüz zarf ve oy pusulalarının geçerli olduğunu açıkladığında, muhalefetin itirazlarına rağmen YSK’nın kararlarının kesin olduğunu söylemişti Erdoğan. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına neden uyulmuyor o zaman diye de sormamız gerekmiyor mu? CHP; ekonomik krizin halkta yarattığı tepki rüzgarını da arkasına alarak, yerel seçimlerde kazandığı başarıyı siyasi iktidar ile taçlandırmak istemektedir. Şansı var mıdır? Elbette vardır. Anketlerin tümünün de sahte olamayacağını göz önünde bulundurursak böyle bir sonuç sürpriz olmayacaktır. O nedenle zaten Özgür Özel AKP’ye meydan okumakta, hemen bir erken seçim istemektedir.
Oysa bunu eskiden AKP yapar, tek başına iktidarda olmanın bütün imkanlarını kullanarak seçimi bir formaliteye indirger, en yakın rakibi CHP’ye 20 puan fark attığını söyleyerek, diğer partilerle dalga geçerdi. Bugün rüzgar tersine dönmüştür. Yaşanan siyasi travmanın, muhalefete uygulanan kumpasların asıl sebebi budur.
AKP’nin ajandasında yeni bir söylem, halkı ikna edecek, umutlarını besleyecek yeni projeler yoktur. Esnaf can çekişmekte, dükkanlar kapanmaktadır. Sanayici dertlidir, çarkları döndürecek derman kalmamıştır. Ne yerli, ne de yabancı sermaye yaşanan hukuksuzluklar nedeniyle yatırım yapmamaktadır.
%20’lik mutlu kesimi bir kenara bırakırsak, halkın büyük çoğunluğu asgari ücrete ve sosyal yardımlara mahkum edilmiştir. İşçinin, memurun, emekli ikramiyesi ile bir konut, bir otomobil alması artık hayaldir. Gençlerin gelecek umutları yok edilmiştir.
Bilinen odur ki iktidar hırsı veya iktidarı kaybetme psikozu, merhamet, adalet, şefkat duygularının katilidir. Kaybetme paranoyası sadece egoyu besler. Kazanmak için her şey mübah olur o zaman. Bakın, paraya ve güce tapan Trump, “Savunma” kelimesi ile yetinmiyor, Savaş Bakanlığı olarak değiştiriyor tabelaları. “Kötülerin ittifak kurduğu yerde iyiler dayanışmazsa, bir kavganın küçümsenen kurbanları olarak birer birer yok olurlar..” diyor siyaset kuramcısı, yazar, filozof Edmund Burke. İyilerin ve iyiliklerin bir gün mutlaka kazanacağına inanarak yaşamalıyız hayatımızı.
Bugün R.T.Erdoğan ve ekibinin siyaset tarzı kendi paradigmalarıyla da çelişir durumdadır. Rakibi gördüğü veya ileride rakibi olabilecek kişileri siyasi mevta haline getirmek, muhalefeti demokratik olmayan metotlarla bitirmek hakkaniyetle bağdaşan bir tavır değildir. Söylemler ne kadar güzel olursa olsun, eğer eylemle örtüşmüyorsa orada güven bunalımı başlar ve her şeyin meşruiyeti tartışılmaya başlanır.
Ama CHP’de de buna teşne olabilecek o kadar omurgasız, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’ne düşman, ATATÜRK ülküsünden habersiz o kadar çok aydın (!) varken insan ne diyeceğini şaşırıyor. Kısa ve net söylemek gerekirse, CHP acilen fabrika ayarlarına geri dönmelidir. Bugün CHP’li bir arkadaşımla durum muhakemesi yaparken aynı şeyleri düşündüğümüzü dile getirdik. Ben CHP’li değilim. Ama demokrasimiz adına yaşananlardan üzüntü duyuyorum.
Eskilerin kullandığı “Devr-i sabık yaratmak” deyimi vardı. Erken veya zamanında, Hakk’a hukuka uygun, adaletli ve şeffaf bir seçim yapılır da CHP iktidara gelirse, kendisine yaşatılanları intikam arzusuyla AKP’ye yaşatırsa, yani devr-i sabık yaratırsa, ne olur bu memleketin hali? Düşününce ürperiyorum. Emperyalizmin de istediği bu değil mi zaten?
Bütün eksikliklerine rağmen, bedeller ödeyerek bugüne ulaştırdığımız aziz Cumhuriyet’imizin ve çoğulcu demokrasimizin kıymetini bilmeliyiz. Komşu ülkelerin rejimleri ve halklarının yaşadığı acılar gözümüzün önünde ibret vesikalan olarak dururken, milli birlik ve beraberliğimize zarar veren bu siyasi düşmanlıklara son vermeliyiz.
Güreşte kora kor, kıran kırana mücadele edilir ama yenilen kazananın elini öper. Mertlik, yiğitlik, dürüstlük bunu gerektirir. Siyasi mücadelede de aynı kurallar benimsenmeli, sandığın sonucuna herkes razı olmalıdır. Sonuçta hepimiz faniyiz. Ne diyor koca Yunus; “Sevelim, sevilelim. Bu dünya kimseye kalmaz.” Mahkeme kadıya mülk değil ki. Siyaseti daha fazla çirkinleştirmeyin lütfen. Milletin sükunete ve huzura ihtiyacı var.
“Gücün haklı çıktığı yerde adalet yoktur. Güce tapan insanların olduğu yerde huzur yoktur.” PLATON’un bu özdeyişi ile yola çıktım bugün. Neden mi? Açıklayayım hemen; 1Eylül Dünya Barış Günü imiş. Kutlayan arkadaşlar oldu sosyal medyada. Sevindim tabi. Barışı kim istemez ki?
Ben de bir kutlama mesajı yazmak için klavyenin başına oturduğumda parmaklarım harf tuşlarına basmaz oldu. İçim burkuldu birden. Çin, Türkistan’da soydaşlarıma, ABD ve İsrail, Gazze’de dindaşlarıma kan kusturur, soykırım uygularken dünya barışından bahsetmek gönlüme azaptır, işkencedir ruhuma.
Bırakın Arapların Türk’e ihanetlerini, bırakın ümmetin aczini şimdi, zaman o zaman değil. Hayvan gibi boğazlanıyor bir halk, bombalar yağıyor şehirlerin üzerine, açlıktan ölüyor çocuklar! Bütün dünyanın gözü önünde yaşanıyor bu vahşet ve herkes seyrediyor. Dünyanın huzuruna kastedenler, utanmadan barıştan bahsediyor. Herkes güce tapıyor, saldırganı destekliyor, alkışlıyor adeta.
Yaratılanı, Yaratandan ötürü sevmeyi, yaşamanın anlamı kılan, imanını aşk ve sevgi ile yücelten Horasan gazi dervişlerinin mirasçıları için züldür bu. Mazlumun yanında olmayalım mı? Bağışlayın beni, ben insanım yahu!
Takvim yapraklarını, insanı cezbeden cafcaflı sözler, özel günlerle ambalajlayan batılı münafıklar, 1 Eylül’ü de Dünya Barış Günü ilan etmişler. Hayatı, ucuz duyguların, göstermelik fragmanların, illüzyonik kutlamaların maskeli balosuna çevirmeyi başaran kapitalizmin sahte hümanistleri, aklımızla dalga geçmektedirler. İlginç olan da, içmeye ayranı olmayan az gelişmişlerin, bu emperyal tuzağa gönüllü teslim oluşlarıdır.
Hani ülkemizin gündeminde de Batıdan ithal bir “kürt sorunu” var ya. Sanırsınız ki bu güzel ülkede başka bir topluluk yaşamıyor, yaşıyorsa da hepsinin karnı tok, sırtı pek! Varsa yoksa kürt sorunu. Ne olduğunu kimse açık açık söylemiyor ama sağcısı da, solcusu bu sakızı çiğnemeye devam ediyor. “Terörsüz Türkiye için kurulan komisyonun asıl muhatabı Öcalan’dır, onun da komisyonda olması gerekir.” diye ısrar ediyor melanetin ortakları. MHP lideri Bahçeli bile bebek katiline artık “Kurucu önder” demekten hicap duymuyorsa tehlike büyük demektir. Öcalan, pkk, katliam, terör. Sonrasında ateşe atılan 30 adet Kaleş. Bitti kalleşlik, geldi barış, oh ne güzel. Barış bu kadar kolaydı da yıllardır niye binlerce şehit!
Bu millet, tilkinin barış masalına kanıp ağzındaki peyniri kaptıran karganın gafletine düşemez. Bu millet, şanlı tarihine ve kahramanlık destanlarına hiçbir milleti ortak edemez. Bu aziz vatanın tek tapusu vardır, onun sahibi de TÜRK MİLLETİ’dir. Bunu sadece biz söylemiyoruz. Avusturya Devlet Onur Nişanı Sahibi Tarihçi-Araştırmacı Erich FEIGL; “Bu topraklar sizin. Siz Malazgirt Savaşı’ndan bu yana değil, tam 10 bin yıldır bu topraklardasınız. Unutmayın ki bu, Çatalhöyük’teki kazılarda elde edilen bulgularla kanıtlandı.”
“Barış- Kardeşlik” diye diye devletlerin sınırlarıyla oynayıp, milletleri birbiriyle kanlı savaşlara zorlayan çağdaş Nemrut’lar, zalim Firavunlar, ülkemizde bölücülüğün alt yapısını oluşturmaya çalışıyorlar. Vaatlerin büyüsüne kapılarak, ideolojik nişadır kaşıntısıyla ham hayaller peşinde koşanlara, şair dostum Köksal Cengiz’in bir dörtlüğü ile seslenerek bitirmek isterim:
Toprak vatan olmuş nice canımla,
Cihan huzur bulmuş adil yanımla,
Zulmeti boğmuşum gür imanımla
Derman benim, ferman benim, söz benim.
İnsan doğduğu ve doyduğu yeri unutamaz derler. Uzunköprü öyledir benim için. Şehir kültürü büyütür bizi. Şehirlerin de bir ruhu vardır çünkü. Zamanla benimser, tutkunu olursun o kentin. Özdeşleşirsin yörenin gelenekleriyle, masalları, türküleriyle. Nasıl unutabilirim? Unutmamak bir sorumluluktur aslında. Tam tersine, takvimler yılları öğütürken şehrin hafızası haline gelir insan.
Mesela; çocukluk yıllarımda, yağmurdan sonra balçığa dönen mahallenin toprak yolları hala gözümün önündedir. İlkokul yolunda çamura yapışan Dora marka naylon ayakkabılarımızı kurtarmak için verdiğimiz mücadeleyi gülümseyerek hatırlarım. Şimdiki çocuklar ışıklar içinde yüzüyor. Ne bilsinler gaz lambasını, lamba şişesini. Atatürk Mahallesi’nin Kamber Sokağı’nda doğduğum o kerpiç ev ise en unutulmaz anılarım arasındadır. Sokak da aslında netameliydi cinci Kamber hocadan dolayı. Uyumayan çocuklar için annelerin son çaresiydi o. Onun adını duyunca yorganın altına gömülürdük adeta.
Babam Romanya Silistre doğumluydu. Çocukluğu Tuna kıyısındaki köyün merasında koyun otlatarak geçmiş. Hep hasretle anlatırdı o coğrafyayı, Tutrakan’ı, orman içindeki Mesimler Köyü’nü, köyde bahçesi rengarenk çiçeklerle dolu iki katlı ahşap evlerini.
1938 yılında dayanılmaz baskılar ve iki ülke arasındaki anlaşmalar sonucunda göçe mecbur kalmışlar. Coğrafya kaderdir derler. Kaderi kötü noktalanmış o muzaffer yörüklerin, Evlad-ı Fatihan’ların.
Molla Ahmet dedemin mezarı Silistre’dedir. Çevre köylerde de tanınan, donanımlı bir imam, iyi bir hatipmiş dedem. Altı ay kaldığı İstanbul’da Beyazıt camii medresesinde önemli alimlerden ders aldığını söylüyordu babam. İsmigül babannem, beş çocuğu ile birlikte Molla Ahmet dedemin kabrini gözyaşları ile ıslatıp, mezar taşına son defa sarılıp, terk etmişler doğdukları toprakları. Talikayı çeken bir çift atın köpüklü nefeslerine karışmış hıçkırıkları, Köstence Limanı’na ulaştıklarında. Ellerinde kalan tek varlıkları at arabasıyla bindikleri vapur, onları Tekirdağ Limanı’na bıraktığında 14 yaşındaymış babam.
Vapurdan inenler, secdeye kapanıp susuzluktan çatlamış dudaklarıyla mübarek vatan toprağını öpmüş, onları anavatana davet ederek zulüm ve işkenceden kurtaran Atatürk’e dualar etmişler.
Romanya’dan gelen kafileler ülkenin ve de özellikle Marmara Bölgesi’nin değişik yerlerine yerleştirilmiş. Babamların tercihi Elmalı köyü ve Uzunköprü olmuş. Kim bilir, doğdukları topraklara yakın olmak, belki şartlar düzelirse yine geri dönmekti düşünceleri. Belki değil, kesin öyleydi. Çünkü babam öyle söylemişti bana. Öyle başlamış maceramız.
Devlet aile başına arsa vermiş, onlar da içine saman katarak yoğurdukları çamurla kerpiç kesip, evlerini yapmışlar. İki göz oda, bir bakla sofa, bir de evin arka tarafına eklenen ve kiler gibi kullanılan “indirme” dedikleri basık bir oda. Evin ön tarafına eklenen o sofaya biz sundurma derdik. Mahallenin bütün evleri bu bakımdan birbirine benzerdi.
Yerli halk Trakya şivesiyle “Macır” derdi muhacirlere. Annem yerlisiydi Uzunköprü’nün. Onlara “Gacal” deniliyordu. Halbuki annemin ailesi de, yani dedem “Pelvan İbraam” da Bulgaristan Filibe’den gelmişti daha önceki yıllarda. Dağlı Mahallesi de denilen Kavak Mahallesi daha çok Yunanistan’dan gelen muhacirlerin yerleşkesi olmuş.
Şehrin su deposu Habib Hoca Mahallesi’ndeydi ve ilçenin sembol yapılarından birisiydi. O nedenle Depo Mahallesi’ydi bir diğer adı. Su deposu bugün de dimdik ayaktadır. Ergene Nehri, bazen buz kütlelerinin kapattığı gözlerden dolayı ovayı denize çevirmiş, taşkınlarla yıkmış yakın evleri. Son taşkında Seylap evleri yapılmıştı mağdurlar için. O günlerin tanığıyım. Ergene’nin balıkları, kaç balıkçı ailenin rızık kapısı, kaç ailenin sofralarının tarifsiz lezzetiydi. Bugün sanayinin kimyasal atıklarının boşaltım kanalı olmuş, kara talihine isyan ediyor, eski bereketli günlerine hasret çekiyor Ergene.
Dünyanın en uzun taş köprüsü ünvanıyla başlı başına bir destandır Uzunköprü. O bir iradedir. Balkanlar’da kutlu bir medeniyetin inşası için atılan sağlam bir adım, muhteşem fetihlerin Bismillah’ıdır. Suya vurulan bir kement, Batıya bir meydan okumadır. Ceddim 2.Murat’ın azmi, Hacı Bayram-ı Veli’nin duası ile muhkemdir bu köprü.
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” o müstesna günlerde. Bir yaz günü şimşek gibi geçmişti Türk atlıları Ergene’den. Doludizgin atların toynaklarından çıkan kıvılcımların aydınlattığı gecenin mehtabında, askerler hangi türkülerle coşmuştu acaba? Ergene’nin coşkun sularına bakıp ne düşünmüştü Hünkar? Zaferin sihirli şarkılarını söylediğimiz o mutlu çağlarda biz hiç “Kızıl Elma”sız kalmadık da o nedenle soruyorum bu soruları.
Bülbül Korusu mesiresi daha çok “Dallık” diye bilinir çevrede. Bahar coşkusudur aslında sabahın dinginliğinde göveren meşelerin gölgesine kurulan sofralar. Neşelidir insanları Uzunköprü’nün. ”Telli Çeşme” sinden bir kez su içen kolay kolay ayrılamazdı bu ilçeden. Fakat azalan iş imkanları, daralan ekonomi, büyük şehirlere göçün hızlanması, eski cazibesini alıp götürdü ilçenin. Yaşlılar, emekliler kentiyiz artık. “Organize Sanayi Bölgesi göçü tersine çevirir mi acaba?” diye umutlanıyoruz biraz. Demirtaş Mahallesi ve Tren Garı yeniden cıvıl cıvıl olur, tren düdükleri yankılanır mı yine ovamızın derinliklerinde? İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar.
Bazen ben kovalıyorum yakalamak için ilhamları, bazen de “yaz gazeteci, bunları da yaz!” diyen fikirler bırakmıyor peşimi. Aslında yerel gazetelerin manşetleri çok güzel özetliyor kentte yaşananları. Alıp okursak elbette. Şu an sizin yaptığınız gibi.
Yeni hükümet binası için seçilen yer konuşuluyor. Memnun değil halk. Doğalgaz için açılan ama zamanında kapatılmayan berbat yollar ayrı bir dert. Uzunköprü’müzün tanıtımında marka değeri yaratabilecek Uzunköprüspor için kurumlarımızın ilgisizliği üzüntü verici. Bir türlü bitirilemeyen tarihi eser restorasyonları, Gazi Caddesi esnafının feryadı, hastanemizdeki eksik doktor kadroları, cami ve minare hoparlörlerinin, sokak düğünlerinin desibel çılgınlığı, imar planlarının revize edilmeyişi, Belediye’nin hizmetlerdeki ataleti, ideolojik bağnazlıklar ve kolektif hareketin iflası, halka bir şey sorulmaması, üretilen teorilere, yapılan önerilere kulak tıkanması… Neyse uzatmayayım daha fazla. Bunların her biri ayrı bir makale konusu ve iç burkuntusu.
Ben de sizi daha fazla üzmemek, içinizi karartmamak, moralinizi bozmamak için, siyah beyaz bir film gibi , eski Uzunköprü’yü anlatmaya çalıştım. O eski günleri arar gibiyiz. Fena mı oldu yani?
Türkiye’deki milli direnci kırmak için istihbarat oyunları oynandığını gördüğüm için 1997 yılında şu uyarıyı yapmıştım:
“Türkiye bir dönüm noktasındadır. Dünya dengeleri yeniden kurulmak isteniyor. Türkiye’nin yeri ne olacak? Türkiye, bir uydu gibi, süperlerin peşine takılıp kendi gücünü tamamen yok mu edecek, yoksa süperlerin arasına mı katılacak? İşte bu konular, sıcak olaylarla birlikte Türkiye’nin gerçek gündemidir. Türkiye, Cumhuriyet ile birlikte başladığı yolculuktan önemli oranda sapmış durumdadır. Fakat bu sapma, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinden sonra anlaşılmaya başlandı. Şimdi Türkiye’nin hür ve bağımsız yaşaması için, hiçbir ayırım gözetmeksizin, bütün Türk aydınlarının, bir bileşkede buluşması gerekmektedir. Bu bileşkenin temelinde, elbette Türk varlığının ortak noktaları bulunmalıdır. Ve bu bileşkeyi sağlamanın liderliğini yapacak olanlar, Türkiye’ye de, bölgeye de yön verecektir. Türkiye, ABD’nin Irak’a, Ortadoğu’ya müdahalesi sürecinde, bir çıkmaz içindedir. Dünya yeniden kurulurken, Türk aydınlarının, aralarındaki bütün sorunları, görüş ayrılıklarını süratle dondurup, Türk Milleti’nin geleceği için ortak bir strateji geliştirmesi gerekir.
Türk aydınları, 20. yüzyılın başında, üstün fikri yakalayıp, Türk Milleti’ni çağın gerisinde bırakmadılar. Bir ulus-devlet kurdular… Bugünkü Türk aydınları da büyük düşünüp, büyük icraatlar yapmak zorundadır. Tarihi bir dönüm noktasında olan Türkiye’de, bir an önce, her türlü ayırımcılığı ortadan kaldırmak ve milli/ulusal birlik havasını oluşturmak, herkesten önce Türk aydınlarının görevidir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafyanın paylaşılmak istendiği şu ortamda, her Türk insanı, durumdan vazife çıkarmak zorundadır. Milli, dini veya insani bütün ülküler, böyle günler içindir. Kendisinde böyle bir vazife olduğunu görmeyenler, zilletin sonucuna katlanır. Zilletin sonu, şerefini kaybetmektir.
Vatanın, altlarından çekilmekte olduğunu göremeyecek kadar gaflet içinde ve emperyalizm güdümlü medya etkisindeki insanlar, silkinip uyanmak zorundadır.”
***
Türk Milleti’nin bütün direnç mekanizmaları AKP iktidarı döneminde birer birer düşürülmeye başlandı. Şimdi artık Türk devletini yıkıp yeni bir devlet kurmak için son sözü söylemeye hazırlanıyorlar. Bunu da açık açık söylüyorlar!
2014 yılında yaptığım bir değerlendirmede direnç gücünün nasıl korunabileceğini şöyle izah etmiştim:
“Var olan milliyetçi görünümlü teşkilâtlar, Türklerin direncini kırmakla meşguldür. Böylece Türklerin koyun gibi boğazlanmayı beklemesini sağlıyorlar. Bu büyük operasyon fark edilmesin diye iktidarla mücadele eder gibi yapıyorlar ama sıra önemli bir karar vermeye geldiği zaman hep karşı tarafa hizmet ediyorlar. Milliyetçiler böyle yönetilince, ortada hedef de kalmıyor! Hedef olmayınca, liderliğin de anlamı yoktur. Zira lider, insanları ortak hedefte buluşturandır.
Ortada lider olmadığına göre Türk Milleti’nin varlığını ve egemenlik haklarını korumak isteyen, gereken yetkinliğe sahip herkes, kendi gücü nispetinde Türklere liderlik etmelidir.
Liderlik, illa da bir teşkilât kurup, onun başına geçmek ve mevcut siyasi yapılarla boğuşmak değildir. Liderlik, ateşin sönmemesi için elinden ne geliyorsa onu yaparken, yaktığın ateşin etrafına yeniden insanları toparlayabilmektir. Liderlik, eylemdir!
Öyleyse, her Türk beyi bulunduğu yerde bir birlik ateşi yakacak ve Türkleri etrafında toparlayacaktır. Yöntem budur. Bu bölgesel ateşlerin, Erciyes’te veya Ankara’da büyük bir Türklük ateşine dönmesi ancak bu adımlarla mümkün olabilir.
Ben bir dernek veya parti kurmaktan, onların mensuplarını da birilerinin kontrolüne vermekten söz etmiyorum. Her Türk beyi, bulunduğu ilde, ilçede, köyde, mahallede, hatta sokakta belirli bir hedef için bir Türklük ateşi yakmalı, bütün Türkleri o ateşin etrafında toparlamalıdır.”
***
Kimse bir Mustafa Kemal Paşa daha çıkmasını beklemesin. 3. Ordu müfettişi görevlendirecek bir karargâh da yok, Erzurum’da Kâzım Karabekir Paşa da yok!
Zaten mücadele “şimdilik” askeri değil, siyasidir ama Türkiye, büyük ölçüde ele geçirilmiştir. Artık sokak çeteleri, çocukları, gençleri katletmeye başladı! Bu olaylar da organizedir. Bu sebeple, bütün Türkler gövdelerini taşın altına sokmak zorundadır.
Arslan Bulut-Yeniçağ Gazetesi
16 Ağustos 2025
Sadece ağaçlar mıdır yanan? Nefes alan ve veren tüm canlılar yok oluyor. Cennet vatan cehenneme dönüyor. İster cehalet deyin, ister ihanet deyin fark etmez. İster anız yakan bir aymazı, ya da insanlıktan nasipsiz bir haini veya doymaz bir müteahhiti yakalayın suçüstü, sonuç değişecek mi?
Ahlak yoksunu bir insana edilecek beddua ve en sunturlu küfür sadece öfke katsayınızı çoğaltır. Trafo patlamaları veya kopan elektrik tellerinin neden olduğu yangınlarda bile insan kaynaklı kusurların olduğu bir gerçektir.
Bu yıl tüm zamanların sıcaklık rekoru kırılıyor birçok ülkede. Keza bizim ülkemizde de çok sıcak bir yaz yaşıyoruz. Yalnız her gün birkaç ilde ve birkaç noktada aynı anda çıkan bu yangınlara tesadüf gözüyle de bakılamaz. Hükümetin eksiklikleri meydanda. Yangın söndürmede kullanılan ve gece görüşü olan yeterli sayıda uçak ve helikoptere sahip değiliz. Bu net.
Bugün Çanakkale ve Edirne’deki orman yangınlarında da aynı sıkıntıları bir defa daha yaşıyoruz. Enez ilçemize bağlı Büyükevren ve Gülçavuş’ta çıkan yangına gelen bir helikopter hava kararınca dönmek zorunda kalmıştır. Çanakkale’deki alevler Kepez, İntepe ve Güzelyalı’yı esir almış, insanlar deniz yoluyla tahliye edilebilmiştir. Yarın sabaha kadar rüzgarın insafına teslim olmanın çaresizliği ile perişanız. Ben Enez sahilindeyim ama aklım yangın yerlerinde. Komşular, rüzgar yön değiştirirse buraya kadar gelir mi yangın acaba korkusu ve telaşı içinde.
Gün batımından az önce, havlular omuzumuzda, denizin tuzu üzerimizdeyken hem yürüyor,hem de şiddetli rüzgarın Büyükevren’den Enez semalarına taşıdığı kapkara dumanlara bakıyorduk. Arkadaşım; “Eğer bir kasıt varsa, müsebbiplerini hızlı bir yargılama sürecinden sonra en ağır cezaya çarptırıp, helikopterden, yanan ormana, ormanın alevlerine bırakacaksın arkadaş. Hainler için idam cezası geri gelmelidir!” dedi. Haksız mı?
Ne diyordu Fatih Sultan Mehmet; ”Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim.” Bırakın bir dalı, adam koca bir ormanı yakıyor yahu! Binlerce cana kıyıyor, ekonomimize darbe vuruyor. Bu bir ihanettir. Merhamet etmeyene merhamet edilmez.
Yangınlar da çeşit çeşit. En tehlikelilerinden birine daha değinmeden geçemeyeceğim. Azgın batının, iflah olmaz megaloman liderleri de yangın meraklısıdırlar. Bunlar da çeşitli metotlarla zayıf gördükleri veya güçlenip tehlikeli olabileceklerine karar verdikleri ülkeleri etnik veya mezhep çıralarıyla tutuşturup güzelim ülkeleri yangın yerine çevirebilmektedirler. Mesela Irak, Suriye, Mısır, Afganistan, Yugoslavya, Lübnan, Libya hemen aklımıza gelen örneklerden bazılarıdır. Adamlar BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)ile Ortadoğu’da 20 ülkenin sınırlarını değiştireceklerini açık açık beyan ettiler. Bugün o nedenle Ortadoğu halkları ateşin ortasında ve kardeş kardeşin boğazını sıkma humması içindedir. Sırada Türkiye Cumhuriyeti’nin olduğu bir gerçektir. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack; Osmanlı’nın millet modelini ve ümmetçilik anlayışını tavsiye etmekten utanmamaktadır. Yani Aziz Atatürk’ün ve ona inanan TÜRK milletinin kanla, irfanla kurduğu bu laik ve üniter devletin hedefte olduğunu anlamamız için daha ne demelerini bekliyoruz!
Derin uykularda güzel rüyalar gören insanlarımızın uyanması için daha başka hangi felaketlerin olmasını bekliyoruz? BOP bile aklımızı başımıza getirmemize yetmiyorsa eyvah eyvah!
Bir CIA ajanı olan Handy BARKEY, hem de 16 sene önce BBC’ye verdiği röportajında diyor ki; ”Bu Anayasa mutlaka değişmeli. Ulus devletlerin şehir devletlerine, yani eyalet sistemine geçmesinde anayasal engel istemiyorum.”
Bunlar yetmiyormuş gibi son günlerde içerde ne konuşulduğunu 10 yıl boyunca bilemeyeceğimiz tartışmalar yapılıyor, kararlar alınıyor bir komisyonda. Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu imiş adı. Bizim kardeşliğimizi ben bozmadım, demokrasiden ben vazgeçmedim, barışı ben dinamitlemedim ki! O cani İmralı’da.
Ben, bu güzel kavramları *iç eden eşkıyadan medet umamam heeey! İktidarın kayığına binen CHP’nin Genel Başkanı, sen de artık gözümden düştün. Çünkü anladım ki sen de büyük oyunun bir parçasısın. Senin Cumhurbaşkanı adayın Ekrem İmamoğlu da Silivri’den beyan etmiş niyetini. Demiş ki; ”Güzel dil Kürtçenin inkar edildiğini ve hor görüldüğünü de yaşadık. Kürtçe öğrenmeye gayret gösteriyorum, tarihi bir sorumluluğumuz var”. Ne kadar çok sahibi varmış bu Kürt sorununun yahu!
Ah aziz Atatürk ah! Atatürkçülük, kimlerin elinde ne hale gelmiş kalk da bir gör. Sen İmamoğlu, istersen kahir ekseriyetle o makama seçil, benim için artık bir umut değilsin.
“Beyhude gamlanma gönül !” diyor Sivas’lı Aşık Noksani. Rüzgar öyle kahpece esiyor ki, belli değil, kim dost kim düşman. Sevgili dostlar, beyhude midir içimdeki yangın?