22 Ekim 2025 Çarşamba
Hani “devlet aklı” deniliyor ya, Türkiye Cumhuriyeti’nde Genelkurmay Başkanlığı ve 7 yıl da Cumhurbaşkanlığı yapan Kenan Evren, 28 Şubat 2007 tarihli Sabah gazetesinde yayınlanan röportajda, “Bavyera’da üç bayrak gördüm. Nedir diye sordum, ‘AB bayrağı, Almanya bayrağı ve Bavyera bayrağı’ dediler. Biz, bölge valiliklerini eyalet olur diye düşünmüştük. Türkiye’yi 8 eyalet olarak planlamıştık. Türkiye ilerde eyalet sistemine geçebilir. Bölge valilikleri belki de eyalet olur diye düşünmüştük. Bundan korkmamak lâzım. Kaç senesi var bilmiyorum ama Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir.” demişti.
Evren, 1 Mart 2007 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajda da aynı sözleri tekrarlamış ve “Aslında bu düşüncem yeni değil. Daha 1980’li yılların başında bunları düşündüm. Bölge idare mahkemelerini kurarken bu zihniyetle hareket ettik. Türkiye’yi birtakım bölgelere böldük. Yetkileri oraya devrettik. Türkiye bir gün mutlaka bu adımları atacak. Yoksa huzur bulmamız mümkün değil. Tutturmuşlar bir karış toprak vermeyiz diye. Bunlar dünyaya ayak uyduramayan insanlar. Huzur bulmak istiyorsak cesur adımlar atmalıyız.” diye konuşmuştu.
İşte dönemin “devlet aklı” buydu… Bu akıl, Türk aklı değildi, dolayısıyla Türk devletinin aklı da olamazdı.
***
Evren‘in sözlerine yüzde yüz paralel olarak da dönemin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, 2010 yılında Tunceli’de yaptığı konuşmada “Özerk Doğu Karadeniz olacak, Özerk Orta Karadeniz olacak, aynı zamanda Demokratik Türkiye Özerk Kürdistan olacak. TBMM devam edecektir. İstiklal Marşı, Türkiye’de okunmaya devam edecektir. Buna hiçbir itiraz yok Türk bayrağı Türkiye’de dalgalanmaya devam edecektir. Buna da hiçbir itirazımız yok ama bununla birlikte her bölgede bölgesel parlamento olacaktır. Bu bölgesel parlamentolardan bir tanesi de Kürdistan Bölgesel Parlamentosu olacaktır. Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla sarı kırmızı yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?” diye bir konuşma yapmıştı.
***
Aslında “Demokratik özerklik” projesini, bu açıklıkla ilk olarak dile getiren Abdullah Öcalan’dı ama projenin asıl sahibi, ABD idi…
Aynı dönemde ABD derin devleti bağlantılı düşünce kuruluşları uzun süreli bir hazırlıktan sonra, Türkiye’de bir kampanya başlatmış, basındaki adamlarına “Türk diye bir ırk yoktur, Türkiye’de Türklük oranı yüzde 10’dur” gibi garip yazılar yazdırmıştı. Kampanyaya Boğaziçi Üniversitesi de uyduruk bir araştırma ile destek vermişti. Dikkat edin, şimdi de aynı laflar ediliyor…
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali, Habitat toplantısı sırasında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yanındayken, İstanbul’dan “İstanbul Federe devleti” ve Türkiye’den “Türkiye Federal Cumhuriyeti” diye söz etmişti!
Butros Gali, “Dünya 200 devletli yapıdan 2000 devletli, 5000 devletli bir yapıya doğru gidiyor” demişti!
Eyalet sistemini Turgut Özal’a kimin telkin ettiğini ise dönemin etkili siyaset adamı Mehmet Keçeciler, Yavuz Donat’a açıklamıştı: “ABD kaynaklı bazı telkinler oldu.”
2001 yılında “Köklere Dönüş Projesi” dosyası ile birlikte Bartın’da dağıtılan haritaya göre şehir devletlerinden oluşacak federe devletlerin adları şöyleydi: Trakya, Bitinya, Misiya, Lidya, Karya, Likya, Pamfilya, Firikya, Kilikya, Kapadokya, Galatya, Paflagonya, Pont, Ermeniya, Antakya, Mezopotamya.
Görüldüğü gibi haritada Kürtlerin adı bile geçmiyordu! Kürtleri, işte bu haritayı hayata geçirmek için kullanmak istiyorlardı.
* * *
AKP döneminde de Türk kavramı etnik gruplardan biri gibi ifade edildi ve sık sık Türk kimliği yerine Türkiye kimliği konulacağından bahsedildi. Malazgirt’e, Çanakkale’ye ortaklar çıkarıldı! İşte Ergenekon, Balyoz ve Casusluk gibi davalarla, ordunun belinin kırılmasının asıl sebebi buydu. Ordu, kuruluş ilkelerine bağlıydı ve federasyon düşüncesinin önünde en büyük engeldi…
Şimdi, AKP ve MHP, “Terörsüz Türkiye” diye hedef gösterirken, Abdullah Öcalan’a “kurucu önderlik” yakıştırıyor! PKK ile zaten 2009 yılında Oslo’da masaya oturmuşlardı…
Oslo’da koordinatör ülke temsilcisi, “Sizi buraya biz getirdik. Öcalan’ın talepleri Meclis’e getirilecektir” demişti.
AKP bu politikalar sonunda 2015 seçimlerini kaybetti ama terörle mücadele başlatarak erken seçimle yeniden iktidar oldu. Şimdi de 2009 politikasına geri döndüler ve Türk devletini, “Türk-Arap-Kürt devleti”ne dönüştürmeye çalışıyorlar.
“ABD kaynaklı bazı telkinler” şimdi telkin olmaktan çıktı, şantaj ve dayatma haline geldi…
YENİÇAĞ GAZETESİ
21/10/2025
Çok sayıda sivil toplum örgütünün varlığı demokratik toplum inşası açısından önemlidir. Daha da mühim olanı ise var olanı yaşatmak, milli bilinci hep diri tutmaktır. Toplumun savunma reflekslerini zinde tutabilmek için çaba gösteren derneklerden biri de Aydınlar Ocağı’dır. Benim üniversiteye başladığım yıllarda kurulan bu derneğin kurucu başkanı Tarih Bölümü’nde öğrencisi olduğum Prof.Dr. İbrahim Kafesoğlu idi.
Sonraki yıllarda çalışmalarını ilgiyle izlediğim Ocak’ın diğer Genel Başkanlarını tanıma bahtiyarlığına erdim. Hatta yıllar önce, Prof.Dr.Nevzat Yalçıntaş’ı ve son Genel Başkan Prof.Dr.Mustafa Erkal Hoca’yı değişik tarihlerde Uzunköprü’ye davet etmiştik. AET, Ortak Pazar ve Milli Ekonomi konularında aydınlatıcı ve yol gösterici konferanslarına büyük katılım olmuştu. Hiç unutmam, rahmetli Nevzat Yalçıntaş; “Onlar ortak, biz Pazar olacağız!” demişti. Yıllar geçti ama hocanın dediği gerçek oldu.
O yıllarda milliyetçi aydınların yoğunlaştığı, bizlerin de heyecanla benimseyip savunduğu fikir “Türk-İslam Sentezi” idi. Ülkü Ocakları’nın en vurucu sloganlarından birisi de “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” sloganı idi. Oysa o sıralar, Türkçü Nihal Atsız, Kök Tengri’ci Göktürk’leri anlattığı Bozkurtlar romanını yazıyordu. Sonraki yıllarda İslam’ı bir ideolojik paradigma haline getiren siyasal İslamcılar tercihleri ve önceliklerimizi, doktrini yeniden gözden geçirmemize vesile oldular. Oysa Cemil Meriç’e göre ideolojiler, insan idrakine giydirilmiş deli gömlekleriydi.
Zaman, tecrübelerimizi olgunlaştıran en iyi öğretmendir. Tecrübe ve gözlemler, mukayese dinamiklerini farklı etkilemeye başlayınca, insanın hayatı ve olayları yorumlama biçimi de değişiyor. Yani siz de “abi” konumuna yükseldiğinizde artık “abi”lerin güdüleme alanından çıkıyor, özgür düşüncenin ve tefekkürün kutsallığını kavrıyor, sonsuz semanın altında bir birey ama “sorgulayan bir birey” olmanın zevkine varıyorsunuz. Yani şahsiyeti, karakteri, kişiliği fark ediyorsunuz.
”Yığın anlayışı ve kitle psikolojisi içinde fert olarak insan hiçtir. Onu değerli ve yaratıcı kılan şahsiyettir, şahsiyetidir. Ve şahsiyetin dün olduğu gibi bugün de temeli kültürdür.” diyor hocam Prof.Dr.Birol Emil. Aydınlar Ocağı’nın, Türk Ocağı’nın en canhıraş feryadı ve varoluş sebebi, bu konudaki kültürel zafiyetimizdir, devleti yöneten kadroların bu alandaki vurdumduymazlığıdır. Atatürk bu nedenle “Cumhuriyetimizin temeli kültürdür.” vurgusunu yapar ve devleti yönetecek kadroların seçiminde çok dikkatli olmamızı tavsiye eder.
Aydınlar Ocağı’mızın Sonuç Bildirgesini, uzun ve teferruatlı olduğu için buraya almam mümkün değil. Umarım ki internetten indirip okursunuz, okumalısınız. Güzel bir organizasyondu. Emeği geçen tüm aydınları, konuşmalarıyla katkı sunan tüm liderleri kutluyorum. Ama Oramiral Cihat Yaycı Paşa’nın konuşması ayakta alkışlandı.
Ne dedi Cihat Paşa? “Bizim adımız TÜRK dedi. Selçuklu devletinin resmi adı Selçuklu Türk Devleti’dir. Osmanlı, Hanedan adıdır. Devletin adı Osmanlı Türk Devleti’dir. Abdülhamit hanedan mensubu olmasına rağmen kendisi Türkistan’ın Padişahı ünvanını kullanır. ABD Kongre Belgelerinde bile Osmanlı Devleti geçmez. Türki-i Rum, Türki-i Asya, Türki-i Afrika diye geçer. Arnavut İsyanı’nda Anayasa’ya Arnavutça’yı da ekleme isteklerine fetva çıkarılmasına rağmen, Abdülhamit şiddetle karşı çıkmış, “Zinhar olmaz, devleti yıkarsınız. Devletin dili Türkçedir.” demiştir. Bugün Kürtçe seçmeli dildir ilkokullarda. Ama kimse tercih etmemektedir. Amaç başkadır. Ana dil başka, ana dilde eğitim başkadır. Ana dil, anamızın dili değildir, devletin temel dilidir. O dil tektir ve Türkçedir. Orta Asya yok artık, müfredattan çıkarıldı. Bundan böyle Türkistan diyeceğiz. Atatürk İran Şahından Dilucu’nu istemeseydi, bugün Türk dünyasını birleştiren Zengezur Koridoru açılamazdı.” dedi. Kör gözlere, sağır kulaklara, soy özürlülere, gaflet uykusundaki aydınlara, tarikat baronlarına, iflah olmaz Türk düşmanlarına daha ne desin ki!
Ülkemizi yöneten veya ileride yönetecek olan kadroların, tüm siyaset erbabının, Türk gençlerinin Paşa’nın konuşmasını dinlemesini isterdim. Emperyalizm Sevr sevdasından vazgeçmiş değildir. Tanrım yöneticilerimize basiret, aydınlarımıza milli bilinç, gençlerimize cesaret versin. Şura’da anlaşılmıştır ki; Türk Milliyetçiliği’ni rehber edinen tüm siyasi teşekküller ve partiler birleşmelidir. Bu bölünmüşlük daha fazla sürdürülemez.
Son bir not olarak şunu da belirtmeliyim ki; Sonuç Bildirgesi’nde ben Cihat Paşa’nın konuşmasındaki yüksek tansiyonu ve adrese gönderilen harlı cümleleri aradım, bulamadım. 43 maddede dile getirilen sorunların ve çözüm önerilerinin hepsine katılıyorum. Sorunlar açık açık yazılmış ama SORUMLULAR nerede? Bence KRAL ÇIPLAK demekten korkmamalıyız. Yoksa bir sonraki Şura’da benzer cümlelerle aynı maddeleri bir nakarat gibi tekrarlamak kaderiyle baş başa kalabiliriz. Ocak’lı aydınların yol başçılığına bugünlerde daha çok ihtiyacımız var.
“Türkiye’de, Türk’ten başka her şeyi seven, bir tek Türk’ü sevemeyen aydın tipi var, üzerinde düşünmek gerekir.” Prof.Dr.Oktay Sinanoğlu.
Sayın Sinanoğlu, Amerika’da en genç yaşta Profesör olmayı başaran ilk yabancı akademisyendir. Yabancı bir ülkede uzun yıllar kalsa da kendi kültürünü unutmayan, değerlerine sımsıkı bağlı, Türkiye ve Türklük için yaşayan ender aydınlarımızdan biriydi. O nedenle söylediklerini hep önemsemişimdir.
Aslında onun bahsettiği bu kendine yabancılaşma bizim için Cumhuriyetle de başlamaz. Bu yabancı hayranlığının ilk tezahürleri Osmanlı’nın duraklama döneminde ortaya çıkar, çöküş döneminde Batı hayranlığına dönüşür.
Batıdaki bilim ve teknoloji çalışmaları sanayi devriminin kapılarını açar. Çok üretim çok para, çok para çok güç demektir. Modernite elbette geri kalmış ülkelerin insanlarını cezbeder. Bunda bir yanlış yok. İnsan hep daha iyiyi, daha güzeli, daha konforlu olanı tercih eder. Ama buna ulaşmanın yolu çok üretmek, çok satmak ve zengin olmaktan geçer. Biz maalesef dünyadaki gelişmelerin farkında değildik. Batı ile aramızda farkın ne kadar açıldığını ilk defa 1683 de Viyana kapısında yaşadığımız bozgunda anlamıştık.
Batılı ülkeler, Afrika ve Asya’nın hammadde kaynaklarını sömürmekle kalmadılar, aynı zamanda ürettikleri malları fahiş fiyatlarla satarak o ülkelerde tüketim alışkanlığını teşvik ettiler. Ödeyemeyeceğimiz borç paralarla bizi bağımlı hale getirdiler. Çünkü üretmeden tüketmek, emperyalizmin gönüllü kölesi olmak demekti.
Dünyada borçsuz ülke var mıdır ki? Güzel bir sorudur bu. Kaynaklarınız bolsa, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinizi yabancılara peşkeş çekmeden kendiniz çıkarıp, kendiniz işliyor, katma değer üretip yabancılara satabiliyorsanız, her alanda onlarla yarışabiliyorsanız sorun yoktur. Borç da alabilir, borç da verebilirsiniz. Peki biz bunu başarabildik mi? Tanzimattan beri çabalıyoruz ama, fert başına düşen milli gelirde, yani ekonomik zenginlikte de, siyasi ve sosyal hakların kullanımında da, eğitim ve bilim alanında da gelişmiş ülkelerin çok gerisindeyiz.
İşte sayın Oktay Sinanoğlu’nun teşhisi bu açıdan çok önemlidir. Milletini sevemeyen, köklerinden kopuk, değerlerine yabancılaşmış, diline ve tarihine ihanet eden ,imanını ve irfanını kaybetmiş aydınlarla zaten başarılı olmamız mümkün değildi. Bizim aydınlarımız milli olamadan evrensel olmayı yeğlediler. Sağcı solcu, milliyetçi devrimci, muhafazakar, inançlı inançsız ayrımı yapmadan söylüyorum bunu. Tabi ki istisnaları bir kenarda tutarak, kalbi Türklük için ve TÜRK TÜRK diye atanları baş tacı yaparak.
Dünkü aydınlar Marks, Lenin, Stalin, Mao sarhoşuydu. Bugünün siyasal ümmetçileri, New Osmanlıcıları da Selefi zorbalığına, Vahhabi zehrine müptela. ”İstediğiniz kadar devrimci, istediğiniz kadar İslamcı olun, aynı zamanda Türk olmadığınız sürece, bu milletin manevi dünyasında size asla yer yoktur.” diyordu Erol Güngör. İçinde Türk olmayan, Türkün ruhu olmayan her şey bu millet için, bu coğrafya için, bu devlet için bir beka meselesidir.
Tüm devşirmelere, tüm kozmopolit aydınlara, tüm etnik bölücü ve siyasal İslamcılara en yüksek sesle bir daha haykırıyorum: Türkiyeli değil, TÜRK’ÜZ ve yaşadıkça Türkçüyüz.
“TÜRKÇÜLÜĞÜN SAĞI SOLU OLMAZ.TÜRKÇÜ TÜRKÇÜDÜR.” diyen Attila İlhan’la bitirmek istiyorum: “Şimdi pek çok insanın unuttuğu ve hatırlamak istemediği bir şey var; Kuvayı Milliye’yi ve Müdafa-i Hukuk’u örgütleyenler Türkçülerdir. Türkçü ne demektir? Türkçü, batılı emperyalizme karşı ayağa kalkan ve ona karşı çıkan adam demektir. Türkçü, Türk kimliğini açığa çıkarıp, Batılının ona olan baskısına karşı çıkan adam demektir. Türkçü, ülkesinin tam bağımsız ve özgür bir ülke olarak devam etmesini sağlayan adam demektir.”
Köküne bağlı, özüne sadık, çağdaş dünyanın farkında olan tüm Türkçü aydınlara selam olsun.
Sadak, bir okçuluk terimidir. Okların ve yayın konulduğu torba veya kılıf demektir. Sırta veya bele takılır. Oku alabilmek için okçunun kolayca uzanabileceği mesafededir. Türk Ocağı Uzunköprü şubemizde bir okçuluk takımı kurmuştuk. Gençlerin ilgisi görülmeye değerdi. Hedef tahtasına puta da denilir. Merakla yayı elime alıp birkaç atış denemesi yaptıysam da putayı tutturamamıştım. Bugün birkaç deneme daha yapmak istiyorum, yayı gerip “Ya Allah!” diyerek.
Uzunköprü’de bir okul tarih oldu. Mahmut Arif Dilmen Ticaret Lisesi artık yok. Gerekçe; öğrenci azlığı. İki bölüm Endüstri Meslek Lisesine taşınacakmış. Yeni öğrenci kaydı yapılmayacak, mevcutlar mezun olunca okul tabelasıyla birlikte Uzunköprü’ye veda edecekmiş.
Okul ile ilgili iki yazı yazmış, bağışçının ruhunu, mezunların ve okulda görev yapan öğretmenlerin hatıralarını yok etmeyin demiştim. Müdire hanımın, Zeynep öğretmenin, Orhan hocanın çabaları maalesef İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün inadını kıramadı. Yazışmalar sonunda Bakanlık kapanma için olur verdi. Bağışçının varisleri bile kılını kıpırdatmıyorsa biz ne yapabiliriz ki! Kurumlarda günahkar aramadan okun asıl hedefi MEB olmalı, AKP hükümetinin eğitim politikaları olmalı diye düşünüyorum.
Bu ülkede Devlet Planlama Teşkilatı vardı bir zamanlar. Hükümetler 5 yıllık kalkınma planları yapardı. Hangi alanda ne kadar üniversite mezununa, hangi iş kollarında ne kadar ara elemana ihtiyaç olacak? Devlet bunun istatistiklerini çıkarmak ve gereğini yapmakla yükümlüydü. Bu kurum da yok artık.
Meslek Lisesi mezunları ticaret ve sanayi alanında aranan ve kapışılan iyi yetişmiş çocuklardı. Okulumuzun kapasitesi dolduğunda kayıtlar kapatılıyordu. Kayıt yaptıramayan ailelerin ve o çocukların gözyaşı ve hıçkırıklarını unutamadım. Tekirdağ Anadolu Lisesi’ne Müdür olarak atandığımda tüm ülkede 25 Anadolu Lisesi vardı. Bu okullara ve Fen liselerine girebilmek için yüksek puan almak gerekliydi. Sonra ne oldu biliyorsunuz. “Proje okul” uygulamasıyla bu okulların başarılı öğretmen kadroları dağıtıldı, sonra tüm liseler Teknik Lise ve Anadolu Liselerine çevrildi.
Her İl’e, neredeyse her ilçeye bir MYO veya bir Üniversite açıldı. Çocuklar kısa yoldan hayata atılıp ekmek parasını kazanacakken, yetkin akademisyen kadrolarından mahrum, bir dört yıl daha oyalanacakları üniversitelere yönlendirildiler. Bugün sanayi dallarında ara eleman sıkıntısı had safhadayken, sokaklar üniversite mezunu işsiz gençlerle doludur. Özel okullar ve Vakıf Üniversiteleri ise darphane gibi çalışmakta, parası olanlara şans tanımakta, fırsat eşitliğini katletmektedir.
Öğrenci sayısı çok azalmış, doğrudur. İmkanlar verimli kullanılmalıdır, katılıyorum. Peki tüm çabalara, sunulan tüm katkılara rağmen İmam Hatip Lisesi’nin de öğrenci sayısı çok az. Üstelik koca okul, saray gibi. O okulun da verimlilik amacıyla bir başka okulun bünyesine taşınması düşünülüyor mu mesela?
Bir ok daha çekelim mi sadaktan? En çok kim hak ediyor? Bence Tom Barrack veya Donald Trump. Hani bize ümmet modelini öneren, hani üniter devletin bu bölgede pek uygun bir model olmadığını söyleyen ABD Büyükelçisi Tom. Ey Barrack, bırak bu işleri bırak. Cesareti kimden alıyorsun biliyorum. Ama senin de bilmen gereken bir şey var; bu TÜRK milletinin yarısı delidir, yarısı veli. Yarısı alp, yarısı eren. İstiklal mücadelesinde, bağımsızlık aşkıyla hepimiz Mecnun, vatanın dağlarında hepimiz Ferhat’ız Barrack!!! Seni yanıltmasın bazılarının sessizliği. Fıtrat değişmez. Bu kan yine o kandır.
Trump’a da yanlış istihbaratlar yollayıp başımıza iş açma. Bak Eskişehir Beylikova sahasındaki 690 milyon tonluk “nadir toprak elementi” denilen cevhere de göz dikmişsin. Tıpkı daha önce topraklarımızdaki bor ve krom madenlerimize, Musul ve Kerkük petrollerine sahip olan, bugün Dicle ve Fırat’ın sularına el koymaya çalışan Batılı sömürgeciler gibi. Siz sömürmeye doymazsınız. Zaten hiç aç kalmadınız ki. Demem o ki, biz açlığı da biliriz, ağaç kabuklarını kemirmeyi de. Bizi bölge halklarıyla karıştırma sakın. Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz biz.
Trump’a da söyleyecek sözlerim var. Benim Cumhurbaşkanımı hem övüyorsun, hem de yüzüne karşı “hileli seçimleri en iyi sen bilirsin!” diyorsun. Destur bre. Utanmadan bir de sayın Erdoğan’a “meşruiyet” vereceğini söylüyorsun. Onur zedeleyen bir söz bu. Kendini ne zannediyorsa! Bizde meşruiyeti sandıkta millet verir beyefendi.
Sahi bizi hem F-35 projesinden çıkardın, hem de parasını peşin ödediğimiz iki adet F-35 uçağını vermiyor, paramızı da iade etmiyorsun! Eşkıyalık değil mi bu? Buna rağmen KAAN uçağını yapıyoruz yerli ve milli diye de böbürleniyoruz. Ama Hakan Fidan’ın açıklamalarından öğreniyoruz ki bu uçağın motoru Amerika’dan gelecekmiş, onu da Kongre onaylamıyormuş. Olmaz olsun böyle müttefiklik! Bize THY’na alınacak 200 Boing yolcu uçağından önce savaş uçakları gerekli.
Sayın Cumhurbaşkanımız bu konularda hangi cümlelerle ne konuştu bilgimiz yok. Ama mesela Bartelemeos bir cami imamı ile aynı statüde olmasına rağmen Heybeliada Ruhban Okulu’nun tekrar açılması için Trump’la konuşmaya hangi yetkiyle gidebiliyor? Ekümenik ünvanını alabilmek için bize rağmen Beyaz Saray’da nasıl kulis yapabiliyor? Bunu Cumhurbaşkanımıza sormak hakkımızdır.
Bugün şair yazar Yavuz Bülent Bakiler ağabeyin Marmara İlahiyat Camiindeki cenaze namazına katıldım. Uzunköprü Türk Ocağı’mızın davetlisi olarak gelmiş, Türkçemiz üzerine dört saat süren bir konferans vermişti. Zarif bir üslubu, insanı kendisine bağlayan akıcı bir anlatımı vardı. Son dönemlerinde Atatürk için yaptığı eleştiri ve Fetö övgüsü doğrusunu söylemek gerekirse onu seven milliyetçileri çok üzmüştü. Hoca Efendi cenaze namazından önce helallik isterken “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda bunlar geldi aklıma. Bir de Darendeli Hulusi Efendinin bir Atatürk düşmanına söyledikleri; “ Evladım, farz edelim ki senin söylediğin de doğru. Ama o hür bir vatan bıraktı bize. Bayrağımızın altında O’nun sayesinde onurumuzla yaşıyoruz bugün. Evladım sen onu bırak, kendi kusurlarını düzeltmeye bak!” Yavuz ağabey günahları bu dünyada bırakarak eller üzerinde tekbirlerle ayrıldı bizden. Ben bir Fatiha’yı mı esirgeyecektim ondan. Rahmetler olsun diyorum.
Belediyeleri ilgilendiren bir çok konu var aslında. Hangilerini yazmalıyım diye sorsam bir kitaba sığmayacak kadar çok konu çıkar. Siyasi olanları var, vaat edilen ama yerine getirilemeyen konular var, çevre ve temizlik hizmetlerinde görülen aksaklıklar var, ideolojik savrulmalar, personel alımında ve görevlendirmelerinde yaşanan kayırmalar, haksızlıklar, soruşturmalar, açılan davalar, transferler vs. vs.
Özellikle bu yazıda dile getirmek istediğim önemli bir konu var; BELEDİYE ANONSLARI.
Sizin de dikkatinizi çekmiştir diye düşündüğüm ve sizin de rahatsız olduğunuz, tepki gösterdiğiniz özensiz duyurulardan bahsediyorum.
Tonlama ve vurguları yanlış, diksiyonu hatalı, ses rengi bozuk elemanlara yaptırılan her anons dilimiz açısından da ıstırap veren bir duyarsızlık, affedilmeyecek bir sorumsuzluktur. Hele de hafta sonu, yani tatil günlerinde özensizlik had safhaya çıkmakta, yeterliliği düşünülmeden mikrofon başına oturtulan personel, sanki bir angarya gibi gördüğü bu anonsları, kimse bir şey anlamasın diye ağzının içinde geveleyip tekrar etmektedir. Anlayabilirsen anla, bilmece çözmek gibi bir şey. Hoparlörün cızırtısı, gürültü kirliliği veya yankı nedeniyle hiçbir şey anlamamak da mümkün.
Diyeceksiniz ki bu sadece Belediyeler için mi böyledir? Haklısınız, 100’ü aşkın TV ve radyo kanalının hangisinin bu konuda duyarlılığı var? Hangisi spiker alımında dili kullanma yeteneğine dikkat ediyor? TRT devletin televizyonu olmasına rağmen onun haber sunucularında bile aynı özensizlik ayan beyan ortada. Ulusal veya yerel basınımızın kaçında bir düzeltmen mevcuttur?
Herkes gramer uzmanı değil elbette. Ben de öyleyim. Ama dilimizi doğru ve güzel kullanma çabası olmalıdır hepimizin. Okullarımızda TÜRKÇE eğitimi yetersizdir. Özellikle dijital teknolojilerin bize dayattığı ve salgın gibi yayılan internet dili, güzel Türkçemizin de düşmanıdır.
Fakat dil sadece gramer kurallarından da ibaret değildir. Dilin bir de fonetiği, ses yapısı vardır. Ağız, dil, dudak ve damak uyumu vurgular, tonlamalar için önemlidir. Sözcük dağarcığı kısıtlı olanlar anlam bilgisi yönünden de eksik kalır, vurgu ve tonlama hatası yaparlar. Ne dedikleri anlaşılmaz. Çok kere kendilerini doğru ifade edemezler.
Oysa DİL demek, MİLLET demektir. Dil bizim SES BAYRAĞIMIZDIR. Özellikle topluma hitap edenler, siyasi liderler, spikerler, anons görevi yapanlar, öğretmenler, sanatçılar, hatta sporcular bu konuda kurslara tabi tutulmalı, iyi eğitilmeli, dili doğru kullanarak güzel örnekler oluşturmalıdır.
Belediye bünyesinde veya Halk Eğitim Merkezleri’nde resim, müzik, tiyatro gibi bir çok sanat alanında kurslar açılmaktadır. Bunlardan birisi de mutlaka DİKSİYON kursu olmalıdır. Dili güzel kullanmak bir sanattır.
Hangi şehre gidersem gideyim belediye hoparlöründen başlayan anonslara kulak kesilirim. Bu bende bir takıntı haline geldi. Özellikle vefat ilanlarındaki bu diksiyon hataları dost ve akrabalar arasında yanlışlıkla bir anlık taziye ve kutlama mesajlarına da vesile olabiliyor.
Bizzat yaşadığım iki örnekle bitireyim. Bir televizyon haberi veya belediye anonsunda geçen benzer bir isim bir çok arkadaşımı heyecanlandırmış, onlar da tebrik için telefonlara sarılmışlardı. On sene öncesinden bahsediyorum. Kimisi “hoca hayırlı olsun” diyor, kimisi “hacı iyisin gene, çok sevindik.” deyip tebrik ediyordu. Edirne İl Kültür Turizm Müdürlüğümü kutluyorlardı. Halbuki ben birkaç yıl önce emekli olmuştum. “Benim öyle bir başvurum olmadığı gibi bana böyle bir teklif de olmadı.” desem de inanmıyorlardı. İçim gıcıklanmaya başlamıştı. Edirne’de partili bir arkadaşı arayıp, “Böyle bir haber dolaşıyor, doğru mu bu?” diye sorunca gerçek anlaşıldı. Anonsta adı geçen Ahmet Hacıoğlu imiş ve atama doğruymuş. Millet Hacıoğlu’nu Acaroğlu diye anlamış.
Ama ikinci örnek bu kadar iç açıcı değil. Geçtiğimiz Pazar günü yine bir anons. Bir vefat haberi veriliyor. “Kurduköy sakinlerinden Ahmet Haydaroğlu Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi……..”Anons görevlisinin ağzında alabora oluyor adeta kelimeler. Hanım bana baktı, ben hanıma. Dedim millet bunu Acaroğlu diye anlar.
Dememle beraber çaldı telefon. Bir akrabam arıyor, hal hatır soruyor. Yutkunuyor, sanki öteki taraftan birisiyle konuşuyormuş gibi, nerede olduğumu, iyi olup olmadığımı, eşimi, çocuklarımı soruyordu. Anlamıştım zaten. Anonsu duymuş, panikle aramıştı. Oh be dedi. Rahatlamıştı. Öteki telefonların benzer telaşlarına gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. “Olsun” dedi hanım, “ömrüne ömür katıldı bil.”
Ah be belediye, ah be anonsçu delikanlı, zaten hazan mevsimindeyiz, anonsları tane tane oku, “yapma bidaa büle suuk şaka!”
Ahmet Hacıoğlu müdürüme selam, Ahmet Haydaroğlu kardeşime rahmet, belediye görevlilerinin kulağına da bu yazı küpe olsun.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.