07 Mayıs 2025 Çarşamba
3 MAYIS 1944 Türk milliyetçileri için önemli bir tarihtir. Bu tarih tek parti iktidarının siyasal popülizmine ve II.Dünya Savaşı’nın seyri Rusya lehine gelişince sola savrulmasına bir başkaldırıdır. Sovyet yayılmacılığı bölge ülkelerini tedirgin etmeye başladığında iktidarın yalpalamasını çok yadırgamasak bile milliyetçi aydınlara reva görülen baskı ve işkenceleri kabul etmek ve unutmak mümkün değildir.
Savaşın seyrine göre yön değiştiren iktidar Nazi Almanyasından uzaklaşıp, sosyalist Rusya’ya şirinlik yapmaya başlayınca, aydınlar da komünist ideolojiye yönelmeye ve Rusya’ya övgüler düzmeye başlamışlardı. İktidardaki CHP önemli görevlere sosyalist düşünceli kişileri atamaya başlayınca Hüseyin Nihal Atsız çıkardığı ORKUN dergisinde Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na iki mektup yazar. İkincisinde Sabahattin Ali’nin komünist fikirler taşıdığını ve vatan haini olduğunu belirterek Milli Eğitim bakanı Hasan Ali Yücel’in görevden alınmasını ister.
Aslında o günlere gelinceye kadar Başbakan da, iktidar mensupları da açık açık TÜRKÇÜ olduklarını dile getirirken gelişen konjoktüre göre politikada makas değiştirirler. Sabahattin Ali Atsız’a hakaret davası açar. 3 Mayıs’taki ikinci duruşmada üniversiteli gençler mahkeme salonuna alınmayınca Ulus’a doğru sloganlar atarak yürüyüşe geçerler. Hükümetin emriyle gençlere şiddet uygulanarak nezarete götürülürler. Tutuklamalar başlar. Atsız ve Atsız’a yoldaş olanlar hapse atılıp, akıl almaz işkencelere muhatap olurlar. 65 oturum süren “IRKÇILIK-TURANCILIK” davası sonunda hepsi beraat ederler. Onların içerde, ailelerinin dışarıda çektiği ıstırap ve çileler yanlarına kar kalır. Türk milleti sağ olsun diyecek kadar bu millete adanmış ruhlardı onlar. Onlar Türk milletinin bekası için her şeyi göze alan yiğitlerdi.
Her 3 Mayıs , onların hatırasını canlı tutmanın, iktidarda olanlara Cumhuriyetin kurucu değerlerinin en başında TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’nin olduğunu yeniden hatırlatmanın vesilesidir.
Bir çok milliyetçi kurum, dernek ve siyasi parti bu tarihte önemli anmalar tertiplerler. Uzunköprü Türk Ocağı’nın düzenlediği program da çok güzel, Ocak başkanı değerli kardeşim Murat Selvi’nin gönüllerimizi ısıtan, duygularımızı dalgalandıran konuşması da çok özeldi. Çanakkale Mehter Takımı ayakta alkışlandı. Hasan Efe Yücel kardeşimizin dombra dinletisi ilgiyle izlenirken, Ozan Ethem’in konseri gençleri coşturdu. Kompozisyon yarışmalarında ödül alan çocuklar sanırım bu geceyi ömür boyu unutmayacaklar, hayatları boyunca TÜRK olmanın gururunu yaşayacaklardır.
Gündüz Kırkkavak köyünde medfun Mora fatihi Gazi Turhan Bey’in türbesini ziyaret eden ve vakıf geleneğini yaşatarak etli pilav ikramında bulunan Türk Ocağımızın yöneticilerine, türbede Kuran tilaveti ve duada görevli Mustafa ve Necmi Hocalarımıza teşekkür ediyorum.
Sayın Muhtarım, ev sahibi olarak programa katılman ne güzel olurdu. Ama sen katılmayacağını, Uzunköprü belediyesinin ay sonunda yapacağı törende yer alacağını söylemişsin.
Türklük için gaza meydanlarında inanılmaz gayretler gösteren Turhan Bey ceddimizin mescidinde namaz saatini beklerken hep seni düşündüm. Davete katılıp katılmamak elbette senin bileceğin iş. Ama o mescidi temiz tutmak, hiç değilse turist kafileleri geldiğinde veya bir derneğin programı olduğunda özen gösterip temizletmek senin görevin değil midir?
Vakıflara ait bir eserde biz izinsiz iş yapamayız demişsin. Tamer Bey, sen define kazısı yapmıyorsun. Duvarlardaki örümcek ağlarını aldırıp, halıyı süpürteceksin. Temizlik için izin almaya gerek var mı sayın Muhtarım? O tahrip edilmiş mescit ve mezbelelik olmuş türbenin ayağa kaldırılması, restore edilip ziyaretgah haline getirilmesi için ne mücadeleler verildiğini sen de bilirsin. Sana on dakikalık bir temizlik mi angarya geliyor? İnan ki ziyaretçilerin konuşmalarına tanık olunca senin adına ben utandım.
Tamer Bey Türk Ocağı’nı 2006 tarihinde ikinci defa biz açtık. İlk defa 1927 yılında açılmış. Bugün İlçe Halk Kütüphanesi olarak kullanılan bina TÜRK OCAĞI binasıdır. Atatürk’ün izni ve desteği ile hayat bulmuştur. Bilmiyor olabilirsin ama, bu derneğin siyasetle iştigali de tüzük gereği yasaktır. Bu şanlı Ocak, Cumhuriyeti kuranların kutsal ocağıdır.
Atatürk döneminde valiler, kaymakamlar, daire müdürleri, devlet memurları Türk Ocağı’nın doğal üyesiydi. Biz kamu yararına çalışan bir dernek statüsündeyiz. Bugün bu bilinçle davetlerimize katılan, bizi bağrına basan, yanımızda olan vali ve kaymakamlarımız da bizim baş tacımız, şeref misafirlerimizdir. Onlarla gurur duyuyoruz. Korkmaya gerek yok sayın Muhtarım.
CHP’nin Yozgat mitinginde Abdullah Ceyhan isimli bir çiftçimizin sözleri neredeyse vecize haline geldi. “Turpınan, şalgamınan devlet yönetilmez. Ülke adaletle yönetilir.” diyor sayın çiftçimiz. Traktörleriyle mitinge katılan çiftçiler “ Edirne’den Ardahan’a hepimiz zor durumdayız. Hakkımızı arayalım, dertlerimizi dile getirelim. Korkmayalım, korkmayalım, korkmayalım!” diyerek ses yükselttiler.
Çok enteresan bir çıkıştır bu. Birkaç açıdan değerlendirilmesi gerekir. Şöyle ki; bir kere bu tepkinin CHP’nin zayıf olduğu Yozgat’ta yaşanması çok ilginç. Çünkü Yozgat geçmişte MHP’nin, son dönemlerde de AKP’nin kalesi idi. Yani oradaki seçmenler bile tahammüllerinin kalmadığını dile getirmeye başlamışsa iktidar sandıkta son tangoyu oynamaya başlamış demektir.
Sanıyorum sayın Erdoğan,(yeniden aday olabilirse )cumhurbaşkanlığı seçiminde sayın İmamoğlu’ndan çekiniyor. Onu saf dışı edebilmek, yarış dışında bırakabilmek için hamleler yapıyor. Heybedeki turplardan bahsediyordu sık sık. Turplar boy boy. İmamoğlu’nun 35 sene önce aldığı diplomanın iptali ve asla kaçmayı düşünmeyecek kadar cesur olmasına rağmen tutuksuz yargılanmayıp cezaevine konulmuş olması, kamu vicdanında rahatsızlık yaratmıştır. Bu hukuksuzluk birçok AKP’liyi dahi rahatsız etmiştir. Nitekim eski TBMM Başkanı AKP’li Bülent Arınç bile, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesinin yanlış olduğunu belirterek “Kumpas kuruldu düşüncesine sahip olanlar haksız sayılmazlar” dedi.
Zaten Yozgat’lı çiftçiler de, CHP mitinglerinde farklı siyasi düşüncelere sahip vatandaşlar da, adaletsiz uygulamalar ve ekonomik yetersizlikler, altından kalkılamayan ödemeler ve gittikçe artan yoksulluk nedeniyle sokaktadır. Turp ve şalgam heybede zayi edilmesin ama , hak, hukuk, adalet, refah payı, paramızın alım gücü ,içte huzur, dış politikada başarı da ekmek kadar önemli, makam koltuğundan daha değerli olmalıdır.
Mesele sadece İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı olması değildir. İmamoğlu , çaresiz bırakılan geniş halk kitlelerinin sesi olmayı başarmış, mağdur görüntüsü liderliğe evrilmiş bir simgedir artık. Hiç şüphe yoktur ki, iktidar kaş yapayım derken, göz çıkarmıştır. Cin şişeden çıkmıştır, korkunun cam tavanı kırılmıştır.
Bence sayın Erdoğan da, ona bu hamleleri tavsiye eden danışmanları da beklemedikleri bu gelişmelerden memnun değildir. Hatta tansiyonu düşürebilmek için belki de çare arayışındadırlar. Sayın Devlet Bahçeli’nin ve Prof.Mümtazer Türköne’nin açıklamalarını böyle okumak gerekir diye düşünüyorum.
Bir şeyi daha farketmiş olmalısınız. Yozgatlı çiftçiler; “Hakkımızı arayalım, birlik olalım, korkmayalım!” diyerek de bir mesaj veriyorlar. Çünkü iktidar, muhalif olan herkesi korkutmuş durumda. İş adamları da, işçiler de, gazeteciler de, akademisyenler de, öğrenciler de korku içinde. Konuşursam, yazarsam, bir yasal gösteriye katılırsam, destek olursam “ başıma neler gelir acaba?” diye soruyor ve korkuyor. Duyguları bastırılmış, düşünceleri susturulmuş, adalet inancı çürütülmüş, gelecek umutları söndürülmüş insanlarla mutlu bir toplum yaratmak, çağdaş dünyada lider devlet olmak mümkün müdür?
Demokrasilerde iktidarın Mola Kasım’ı muhalefet partileridir. Farklı bakışlar, muhalif eleştiriler, iktidarları güç zehirlenmesinden ve telafisi olmayan yanlışlar yapmasından kurtarır. Yandaşların aldatıcı ve çıkar amaçlı riyakar alkışlarındansa, muhalefetin çözüm odaklı samimi eleştirilerini olgunlukla karşılayıp kendine çekidüzen vermek, iktidarlar için daha makbul olmalı diye düşünürüm. Muhalif olmak düşman olmak değildir. Ben daha faydalı olurum, ben bu ülkeye daha iyi hizmetler sunarım iddiasını taşımaktır. Bundan niye rahatsız olunur ki? Yandaşlar daha çok yapılanları alkışlarken, muhalifler yapılması gerekenleri, yapılamayanları dile getirirler. Demokrasi başka türlü gelişmezki. Kralın çıplak olduğunu haykırabilmek cezalandırılacak bir cesaret gibi değil de, alkışlanacak bir yurttaş sorumluluğu ve demokratik özgürlük olarak algılanmalıdır.
Bazı dostlarım benden farklı düşünüyor. Olabilir, hatta olmalıdır. Herkesin özgür iradesine ve özgün düşüncesine saygı duyarım. Üstelik bana zaman ayırıp yazımı okudukları ve yorumladıkları için onlara müteşekkirim. Ama lütfen, anlamak istediğiniz gibi okumak yerine, anlatmak istediğimi anlamak için okursanız inanın size minnettar da olurum.
Ne siyasi hedeflerim, ne de düşüncelerim değişti. Ben sadece hakkın ve hakikatin peşindeyim. Bu yaşta ne bir partinin kurşun askeri, ne bir ideolojinin robotu, ne de bir liderin sadık uşağı olamam. Düşüncem nettir: Güneş buz tutuncaya kadar TÜRK’ÜM, TÜRKÇÜYÜM, ATATÜRK’ÇÜYÜM.
Eleştiriden bahsederken kültür kelimesini özellikle seçtim. Çünkü bizde kültür bir yana, eleştiri neredeyse küfürle birlikte telaffuz edilmektedir. Biz eleştirmiyor, hakaret ediyor, karalıyor, küfrediyoruz. Bizim gibi düşünmeyenlere tahammül edemiyoruz. Halbuki çağdaş toplumlarda sınırsız bir eleştiri özgürlüğü olmasına rağmen bireylerin birbirlerine karşı daha nazik davrandıklarını söyleyebiliriz.
Bu neden böyle, hep düşünmüşümdür. %99’unun Müslüman olduğu söylenen bir toplumda, edep ve nezaket kurallarının daha ön planda, hatta hayat nizamımızın ana prensibi olması gerekirken biz neden bu kadar küfürbaz olduk sorusunu önemli bulmaktayım. Benim çocukluk yıllarımda, henüz konuşmayı bile beceremeyen çocuklara, özellikle kırsal yöreler veya varoşlarda sövmek öğretilirdi. Çocuk anne babaların söyledikleri argo sözleri yarım yamalak tekrarladığında ise kahkaha tufanı kopar, çocuk şapur şupur öpülürdü.
Günümüzde ebeveynlerin böyle tuhaf öğretileri kalmadı. Çünkü çocuğumuzu karşısına oturttuğumuz ekranlarda, kavgasız, argosuz, küfürsüz ne bir dizi, ne bir tartışma, ne bir spor programına rastlamanın imkanı var mı artık?! Statlarda küfür, sokaklarda küfür, meyhanede küfür, okullarda küfür, şarkılarda argo püfür püfür! Küfürsüz cümle kuramayan insanlar biliyorum. Küfür her yerde.
Sosyologlarımızın bu konuda kayda değer araştırmaları ve ortaya koydukları bilimsel raporlarının olduğunu biliyorum. Ama asıl mesele; bu çalışmaların sonuçlarının yetkili kurumlarca iyi değerlendirilip sosyal politikalar haline getirilmesi ve titizlikle uygulanmasıdır. Biz galiba bu noktada biraz vurdumduymaz davranıyor veya bilimsel verilerden çok, iktidarımızı sürdürmeyi sağlayacak şeytanlıklar, fikrimizi dayatan nobranlıklar peşinde koşuyoruz.
Halbuki ülkenin geleceğini düşünenlerin öncelikli hedefi, toplum bireylerinin ruh sağlığını geliştirmek ve onları milli-manevi değerlerimizle donatmak olmalıdır. Bilinen bir gerçektir ki; devletleri çökerten, ekonomik krizlerden daha çok, yaşanılan kültür buhranı ve ahlak bunalımıdır. Ama ilginçtir ki; bunların temelinde de köpürttüğü tüketim çılgınlığı ile yine ekonomik bağımlılık vardır.
Dünkü zamanlar ile bugün karşılaştığımız küresel dünya düzeninde olgular da, çözümler de elbette birbirinden çok farklı. Dün içine kapalı bir toplumda padişahın kullarıydık ve biat terbiyesiyle suskun olmaktan rahatsız değildik. Oysa felsefi düşünceyi aklı çalıştırmanın anahtarı yapan batılı aydınlar, soran, sorgulayan bir toplum için demokrasi forumlarını şekillendirdiler. “Demokratik toplum, özgür birey” diye tanımlayabileceğimiz bu format modern toplumların en belirgin özelliğidir. Demokrasi, eksikliklerine rağmen toplumların ulaştığı en gelişmiş yönetim şeklidir ve insanın hür iradesine saygıyı esas alır.
Yeni bir dünya kuruluyor. Geleneksel değerlerin muhafazası ve sonraki kuşaklara aktarımı artık daha zor. Global kültür ve dijital bağımlılık yabancı kültürle etkileşimi kontrol edilemez boyutlara taşımaktadır. Buna rağmen sorunlara üzülmeden, telaşa kapılmadan, yasaklara sarılmadan çözümlere odaklanmalıyız. Eleştirilere, özellikle de gençlerin ve bilim adamlarının, sanat tutkunlarının eleştirilerinden korkmamak gerekir. Herkesin susturulduğu bir toplumda hiçbir gelişme olmaz. Eleştiri edepli bir üslupla, saygın bir dille ve vatan sevdasıyla yapılırsa toplumsal barışa da katkı sunar.
Yazımı Mihayloviç Dostoyevski’nin vecizesiyle bitirmek istiyorum: “Bir fikir ayrılığına rağmen karşındakine saygı duyabiliyorsan, insan olmuşsun demektir.”
GENÇLERİN İSYANI
Gençlerdeki bu tepki neden kaynaklandı? Apolitik olarak bilinen bu gençleri sokaklara döken gerçekler ne?
Gençler, uzun bir süredir demokratik haklara, ifade özgürlüğüne ve sosyal adalete yönelik artan kaygı içinde. Hukukun öngörülebilir olmaması, yargı süreçlerinin uzaması, liyakatin geri planda kalması… Bütün bunlar, gençlerin sisteme olan inancını zedeliyor, araştırmalar her üç gençten birinin hedefinin yurtdışına gitmek olduğunu gösteriyor.
Gençleri umutsuzluğa sürükleyen en önemli sorunların başında da işsizlik geliyor. Türkiye’de 22 yıllık AKP döneminde eğitimin niteliği zayıflarken paralı vakıf üniversiteleriyle sayı 200’ü geçti.
8 milyon genç bu üniversitelerde okurken aynı oranda istihdam yaratılamıyor. Kalitesiz eğitimle mesleksiz gençler yaratılıyor. Bugün üniversiteli işsiz oranı yüzde 25. Üç üniversiteliden biri işsiz.
Yüksek öğrenimli genç sayısının artması işgücü piyasasının yapısını da bozdu. İş beğenmiyor diye suçlanan gençler 22 bin 104 TL olan asgari ücretli işlere mahkûm. Üstelik işe girebilmek ise liyakatle değil. Gençlerin çoğunluğu partili olmazsan ya da güçlü kişilerle bağlantın yoksa işe giremeyeceğini düşünüyor. Bunun için mülakat tartışmalarını hatırlamak yeterli.
Gençliğin içinde bulunduğu manzara bu. Ve bunu değiştirmek için hiçbir umut yok. Aksine sürekli hakaret eden bir yönetim var. — Jale Özgentürk-Cumhuriyet Gazetesi –
——————————————————————————————————————–
ÜMİT ÖZDAĞ NİÇİN TUTUKLU?
Yetmiş günü geçti. Bir insanı tutukluyorsunuz, yetmiş günden fazla zaman geçiyor ve tutukladığınız insan hakkındaki iddianameyi hazırlamıyorsunuz? İşkence kalktı mı gerçekten? Bu ülkede işkence yok, diyebilir misiniz? Sebebi bilinmeden aylarca tutuklu kalmak işkence değilse nedir?
Ümit Özdağ, PKK ile ve onun müebbet hapse mahkûm başkanı ile yapılan görüşmeleri eleştiriyor. Eleştirmesin mi? “Bu yanlış bir siyasettir, eylemleriyle on binlerce şehide mal olan terör örgütüyle müzakere yapılamaz, bebek katili mecliste konuşma yapmaya çağrılamaz.” demesin mi? Bunları sen söylediğin zaman suç olmuyor da Özdağ söylediği zaman mı suç oluyor?
Burada iktidar yandaşlarına da muhalefete de sesleniyorum. Birtakım kişi ve kurumların ortaya atıp uygulamaya koyduğu bazı işleri “devlet aklı, derin devlet” filan diye adlandırmayın. O politika ve uygulamalar, iktidarın ve onun emrindeki bazı kurumların politika ve uygulamalarıdır.
Yetmiş seksen gün bir tutuklu hakkında iddianame hazırlamadan onu bir hücrede tutuklu bulundurmak Türk Devleti’ne yakışmaz. Devlet geleneği olmayan Afrika ülkelerine bile yakışmaz.
Siyasi mücadele, yiğitçe, mertçe yapılmalıdır. Rakibinin ellerini ayaklarını bağlayıp ona saldırmak hiçbir spor karşılaşmasında yoktur. Siyasi mücadele, ne zamandan beri namertlik demek oldu? Unutmayın ki bizim milletimiz, adını bir türlü söyleyemediğiniz Türk milleti, mertliğe âşıktır ve namertleri hiç sevmez. Biz Hazreti Ali cenkleriyle, Ebû Müslim Horasani hikâyeleriyle, Kürşatlarla, Tarkanlarla, Kara Muratlarla büyüdük. Kahramanlarımızın “bre namert, bre kavat!” nidalarıyla büyüdük.Kendinize gelin, mert olun, âdil olun. Ümit Özdağ’ı serbest bırakın ki biz de âdil ve eşit bir mücadele nasıl olurmuş, görelim.
—-Ahmet B. ERCİLASUN-Yeniçağ Gazetesi—–
KUDÜS BİZİM OLDU MU Kİ….
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı kitabında Allahaısmarladık bölümünde: “Artık Şam’dan ayrılıyorum… Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz… Anadolu hepimize hınçla, güvensizlikle ve şüpheyle bakıyor. Yüzbinlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz.”
Falih Rıfkı Atay devam ediyor: “İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: ‘Benim Ahmed’i gördünüz mü?’ diyor. Hangi Ahmed’i, yüz bin Ahmed’in hangisini? Yırtık basmanın altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun tersini gösteriyor. ‘Bu tarafa gitmişti’, diyor. ‘Ahmed’imi gördün mü?’ Hayır… Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü. Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat, biz Ahmed’i kumarda kaybettik.”
Evet, ıssız ve sahipsiz Anadolu’nun çaresiz anaları işte böyle ağlıyorlardı. Onlar yokluklar, fakirlikler içinde büyüttükleri ve vatan için askere yolladıkları Ahmetlerini soruyorlardı. Ahmetler, hiçbir zaman Osmanlı’nın olmayan çöllerinde, kavurucu sıcaklarda yitirilmişti. Anadolu’nun sütü böyle heba edilmişti. Ahmetler, Osmanlı’nın oynadığı kumarda kaybedilmişlerdi.
Peki, Ahmet’in kanının aktığı o topraklar, gerçekten Osmanlı’nın olmuşlar mıydı? Cevabı Falih Rıfkı Atay versin: “Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor… Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz… Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin… Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rasgeliyordum… Osmanlı İmparatorluğunda bütün azınlıklar imtiyazlı oldukları için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.
Falih Rıfkı Atay, feryat ediyordu: “Geç kalmıştık. Artık ne Suriye, ne de Filistin bizim idi. Rumeli’yi de kaybetmiştik… Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk. İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.”
Tarihi çarpıtmak, tarihi yanlış anlatmak, tarihi yapanlara nankörlüktür. Kahraman şehitlerimize nankörlüktür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne nankörlüktür.
—-Naim BABÜROĞLU. Yeniçağ Gazetesi—
Sondan bir önceki yazımda “ İmamoğlu Geliyor (mu?) “ başlığını kullanmıştım. Parantez içindeki soru eki ve soru imi, olabileceklerin işaretiydi. Nitekim 15 gün sonra en kötü senaryo gerçekleşti. Ekrem İmamoğlu tutuklandı. Yolsuzluk ve rüşvet suçlamasının dışında terör örgütü ve kent uzlaşısı suçlamalarından tutuklama kararı çıkmadı. Dolayısıyla İBB’ye kayyum atanması şimdilik söz konusu değil. Şimdilik diyorum, çünkü Cumhuriyet Başsavcısı karara itiraz etti ve terör örgütü davasından da tutukluluk talep etti.
Uzman hukukçuların bazılarına göre dosyaların içi boş. Gizli tanıkların beyanlarındaki duyuma dayalı ifadeler ayrı bir tartışma konusu. Bu tür gizli tanık beyanları ile bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı ve silah arkadaşları da daha önceki Fetö kumpaslarında terörist ilan edilmiş, itibar suikastıyla mağdur ve mahkum edilmişlerdi. Sonradan beraat etseler ne yazar, sağlıkları ve itibarlarıyla oynandıktan sonra!
Toplum iyice kutuplaştırıldı. İktidar dikensiz gül bahçesi istiyor. Tatlısu muhalefetine bile tahammül edemediler. Halbuki demokrasi çok seslilikle hayat bulan bir sistemdi. Tek kanatla uçulmaz ki! Ama uçmayı beceremeyenler kanat kırmakta mahirdirler. Seçimi kazanabilmek için K.Kılıçtaroğlu’nu fotomontaj videolarla Kandil’de PKK militanlarıyla kol kola göstermekten bile çekinmediler. MİLLET İttifakını DEM’lenmekle , 6‘lı masayı gizli ortaklıkla, Hadep’le işbirliği yapmakla suçladılar. Apo katilini salıvermekle itham ettiler muhalefeti. Kazanmak için her şeyi mübah gördüler.
Muhalefeti yok etmek için dün ne dedilerse, bugün aynı şeyleri, hem de misliyle yapıyor AKP ve ortakları. Barış ve kardeşlik sosuyla süsleyerek hem de. Ama muhalefet dün de düşmandı, bugün de hain. AKP ve MHP ise dün yaptıklarında da, bugün 180 derece tersini yaparken de hep vatansever. Böyle bir ayrışmayla birbirine hasım olanlar nerede ve nasıl bir ve beraber olabilirler? Böylesine kutuplaştırılmış bir toplumda huzur ve mutluluk rüyalarda bile kolay elde edilecek bir şey değil.
Sözü uzatmayacağım. Zaten ne diyeceğimi okurlarım anladı bile. CHP “erken seçim”, İmamoğlu da “Ben cumhurbaşkanı aday adayıyım” dediğinde kıyamet koptu. Diploma iptali dahil, dava üstüne dava! Bu davalar siyasi değilse bugüne kadar neden beklediniz? ? Müslüman yalan söylemez. Allah için doğruyu söyleyin. Ekrem İmamoğlu kolay bir rakip olsaydı, anketlerde geride olsaydı bu davalar açılır mıydı? .
Pazar günü ilginç bir önseçim yaptı CHP. Sadece partiye kayıtlı üyelerin oylarıyla Cumhurbaşkanı adayı belirlenecekti. Sonra karar değişti, bir de dayanışma sandığı konuldu halkın önüne. Hiç kimsenin beklemediği bir ilgi ve destek oluştu İmamoğlu’na. 15.5 milyon insan gönüllü olarak koştu sandıklara. Ben de Üsküdar’da yaşadım o coşkuyu. Kaldırımlarda coşkulu kalabalıklar ellerindeki ayyıldızlı bayrakları sallıyor, kornalarıyla destek veren arabalara alkışlarıyla, marşlarla karşılık veriyorlardı. Gittikçe fakirleşen halkın, sabrı tükenen insanların bir umudun peşinden koşmasıydı bu. Açıkça bir Ekrem İmamoğlu tsunamisiydi yaşanan.
Bir kere daha anladık ki bu asil millet haksızlıklara, adaletsizliklere, dayatmalara tahammül edemiyor, boyun eğmiyor. Bu halk yıllar önce, bir şiir okudu diye siyasi hayatı bitirilmeye çalışılan R.T.Erdoğan’a sahip çıkmıştı, bugün de milyonların gönlüne girmeyi başaran Ekrem İmamoğlu’nu bağrına basıyor. İnsanları hapse atabilirsiniz, ama sevdaları çarmıha geremezsiniz. Kalbi durdurabilirsiniz, ama ruh ölümsüzdür. Sandıkları ısıtan işte o ruhtu, Saraçhane’yi hınca hınç dolduran ve coşturan o ruhtu. Bazı arkadaşlar ya bu gerçeği göremiyor, ya da ön yargılarının prangalarından kurtulamadıkları için takdir yerine tekdir etmeyi tercih ediyorlar. Anlamıyor musunuz mesele Ekrem değil! Erdoğan’ın karşısında kim olursa olsun bu manzara değişmez. Her partiden insanlar, farklı düşüncelerdeki gençler vardı uzayıp giden o kuyruklarda. Akp yeni bir hikaye yazamıyor artık. Halk değişim istiyor.
Tutuklanan kişilerle ilgili suçlamalar doğru da olabilir. Ona mahkemeler karar verecek. Kanun karşısında hepimiz eşitiz. Kimsenin ayrıcalığı olamaz, olmamalıdır. Ekrem İmamoğlu da elbette yargılanabilir. Buna kimsenin itirazı yok ki. Yanlış yapan cezasına katlanır. 25 yıldır belediyelerin büyük çoğunluğu AKP’deydi. Sayın Erdoğan’ın görevden aldığı belediye başkanları vardı. Hangisi için dava açıldı? Bülent Arınç, İ.Melih Gökçek için “Ankara’yı parsel parsel sattı!” demişti. Anka Park için dinazorlara milyarlar harcanmıştı. Hangi savcımız acaba M.Gökçek için bir sorgulama yaptı merak ediyor insan.
İmamoğlu kendinden önceki AKP’li başkanlar için 28 dosyayı müfettişlerin önüne koyduğunu ama bugüne kadar tek bir işlem yapılmadığını söylüyor. Yargı adil ve tarafsız olmalı. Sorgulamalarda gizlilik esastır. Ama yandaş medya günler öncesinde olabilecekleri aynen yazıp, avukatların bile ulaşamadığı iddianameyi, açıklanmasından beş dakika sonra gazetelerine servis edebiliyor. Ümit Özdağ için iki aydır hazırlanamayan iddianame, İmamoğlu için dört günde hazır olabiliyor. Halk bu haksızlıklara, taraflı uygulamalara isyan ediyor.
Bu saatten sonra İmamoğlu için açılan dosyaların içi dolu olsa bile artık halkı ikna etmeniz zor. Zannımca AKP böyle bir tepki beklemiyordu. Baskılar arttıkça direnişin daha da büyüyeceğini, ekonominin bu kaostan olumsuz etkileneceğini, bunun AKP içinde de yeni tartışmaların kapısını aralayabileceğini söylemek kehanet olmaz. Nitekim partinin kurucu üyeleri ve bazı eski milletvekilleri eleştirilerini açık açık dile getirmeye başladılar bile.
Muhalefet cenahında uzun zamandır bir çaresizlik, tükenmişlik sendromu vardı. Ne yaparsak yapalım sonuç değişmiyor düşüncesi yılgınlığa yol açmıştı. Bu davalar ve tutuklamalar halkın silkinişine ve gençlerin direnişine, çaresizliğin umuda dönüşmesine vesile oldu. CHP’liler ve üniversite gençliği yeniden eylem pratiği kazandılar. AKP kendi eliyle İmamoğlu’nu liderlik makamına taşıdı. O, içeride de olsa, dışarıda da olsa artık güçlü bir siyasi figürdür.
Not: Değerli okurlarım, bunca olumsuzluğun yaşandığı bir dünyada yapabileceğimiz en güzel hayır barış ve kardeşlik için dua etmek, birbirimize sevgilerimizi iletmektir. Efendim, bayramınız mübarek olsun.