28 Kasım 2025 Cuma
Bismillahirrahmanirrahim.
Hamd, barış ve merhametin sahibi Allah’a; salât ve selâm, “Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir” diye buyuran sevgili Peygamberimize olsun.
Şiddetin tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Habil ve Kabil’in kavgasından günümüze bazı insanlar sorunları şiddetle çözebilecekleri hatasına düşmüştür. İnsanlık, Habil ve Kabil’in kıssasında olduğu gibi fikrini söz ile ispat edemediğin de haklılığını güç ile ispat etme yanlışını yapmıştır.
Dünya da herkesin daha emin ve güven içinde yaşayabilmesi ancak şiddetten emin olmasıyla mümkündür. Peygamberlerin davası da bu yönde olmuştur. Tüm peygamberlerin sürdüğü tevhid dinine İslam denilmesinin arkasında bu anlam yatar. Selamet, barış, huzur ve güven dini. Peygamberlik Şiddetin karşısında duran bir davadır.
Hz. Peygamberin kendisine ve davasına baktığımız zaman bunu görmemek için kör, anlayamamak için insanın akıl nimetinden mahrum olması lazım.
Baktığımız da çöl kanunlarının hüküm sürdüğü cahiliye de şiddet kol geziyordu. Bu durumu Mehmet Akif Ersoy şu dizeleriyle ifade eder:
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma’mûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Dişlilerin çarkına alıp öğüttüğü insandı. Zalimler şiddeti çağın tüm imkanlarını kullanarak gösteriyordu.
Hz. Peygamber çölde şiddetli sıcaklıkta, şiddetin kol gezdiği sıcak kumlarda selametle, barışla mücadele etti. Bu gün batının zihniyeti ‘İnsan insanın kurdudur’ der. Hz. Peygamber insanı insana yurt kılmak için mücadele etti. İlk sözü selamdı. ‘Esselamu Aleyküm’ benden sana zarar gelmez. Emin ellerdesin. Esenliktesin. Çölün dehşetli sıcağında gölgesine sığınabileceğin bir insanın karşısındasın demekti.
Yesrib’e kadar gitti bu Selam. 10-15 bin nüfuslu Evs ve Hazrec kabileleri küçücük şehri kendilerine zindan etmişlerdi. Bu ‘Selam’ Açık hava hapishanesini dünya bahçelerinden bir bahçe haline getirdi. Evs ve Hazrec’in kardeşliği o kadar büyüdü ki önce Mekkelilere kucak açtılar. Ensar ve Muhacir oldular. Ardından tüm cihanı kendi gölgelerinde ağırladır 1500 yıl. Ve hala devam ediyor bu Selamın, barışın rahmet rüzgarları.
Kıymetli Okurlarım
Hz. Peygamber, şiddeti tamamen ortadan kaldırabilmiştir demek doğru olmaz. Ancak şiddeti en düşük seviyeye indirmeyi hedeflemiştir. Çünkü şiddet, insanlık tarihi kadar eski ve insanın kötülük yapma potansiyeliyle beslenen bir olgudur. Cahiliye döneminin şiddet kültüründe yetişen Müslümanlar, zaman zaman şiddet içeren davranışlar sergilese de Peygamberimizin örnek tutumu, merhameti ve barış odaklı yaklaşımı sayesinde toplumda şiddet giderek azalmış, yerini merhamet ve hoşgörüye bırakmıştır.
Şiddetin kısa tarihine değindikten sonra şimdi de şiddetin türevlerine, psikolojik, sosyolojik ve fizyolojik çeşitlerine ve zararlarına değinelim.
Şiddetin Tanımı
İnsanlığı en çok mutsuz eden gerçeklerin, hakikatlerin başında şiddet gelmektedir. Zulüm ve şiddet, insan ve toplumların huzur ve mutluluğuna yönelmiş en büyük tehdittir. Zira şiddet bireylerin hem ruhu hem de bedenleri üzerinde psikolojik ve fiziksel anlamda derin ve kalıcı tahribatlara yol açmakta, bu durum bireyin hayatını mutsuz bir şekilde geçirmesine sebep olabildiği gibi bazen hayatına da mal olabilmektedir. Şiddet bir çalışmada “herhangi bir kişiyi zor ve baskı uygulayarak isteği dışında, kaba ve sert davranış sergileyerek, beden gücünü kötüye kullanarak yıkıcı ve aşırı davranışlarda bulunmak suretiyle gerek fizikî/bedensel gerekse hakaret etmek, küçümsemek, tehdit etmek, bireyin onurunu kırmak, sukûnet ve huzurunu kaçırmak gibi psikolojik/manevî yönden olumsuz etkileyen ve zarar görmesine neden olan eylemlerdir” şeklinde tanımlanmıştır.
Kıymetli Okurlarım,
İslam dini, adını selamdan, barıştan, huzurdan alır. Dinimizde şiddetin hiçbir türüne izin yoktur. İslam dini dünyanın en sapa yerinde mizacı sert ve katı insanların olduğu yerde kabul görmesi, yayılmasında ki en büyük sırlardan biri merhamettir.
Şiddet yalnızca bir insana yumruk atmak değildir. Şiddetin birçok çeşidi vardır ve her biri Allah katında çirkin ve haramdır. Gelin bunları tek tek görelim:
Bu, insanın bedenine zarar vermektir. Vurmak, itmek, yaralamak, hatta bir tokat bile olsa şiddettir. Rabbimiz (Maide, 32) buyurur:
‘‘Kim bir canı haksız yere öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.”
Güçlünün zayıfa diş geçirebildiğine inandığında şiddet uygulamaya başlar insan. Cahiliye dönemin de hiç bir hakları ve güvenceleri olmayan ve toplumun en zayıf kesimi olan köleler vardı. Bu insanlara fiziksel şiddet kötü yüzünü gösterebiliyordu.
Buna örnek Hz Peygamber döneminde bir meseleyle örnek verelim.
Hz. Peygamber “Sizden biriniz hizmetçisini döverken Allah’ı hatırlasın ve derhal elini çeksin” (Tirmizî, Birr, 32) buyurmuştu, bir başka hadisinde ise “Kim kölesine vurursa, onun cezası köleyi azad etmektir” (Müslim, İman 29; Ebu Davud, Edeb 124) buyurarak köleye şiddet uygulamanın keffâretinin köleyi özgürlüğüne kavuşturmak olduğunu ifade etmişti.
Hz. Peygamber sadece insanlara değil, hayvanlara dahi eziyet edilmesini ve şiddet uygulanmasını tasvip etmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber, diğer canlıları da ihmal etmemiş, hayvanları şefkat ve merhametle yaklaşmıştır. Ashabına da hayvanlara kötü davranmamaları konusunda uyarılarda bulunmuştur.
Hatta bir hayvanı keserken dahi buna dikkat edilmesini şu sözleriyle dile getirmiştir;
“Allah, her şeye güzel muamelede bulunmasını emretmiştir. Şu halde sizden biri (bir canlıyı haklı olarak) öldürüceği vakit (o canlıya işkence etmeden) güzel bir öldürme şeklini tercih etsin. Yine bir hayvanı keseceğiniz zaman (eziyet vermeden) güzel bir şekilde kesiverin. Sizden biri böyle bir işe girişecek olursa, bıçağını iyice bilesin ve keseceği hayvanı rahatlandırsın.” (Müslim, sayd 57; Ebu Davud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyât 14; İbn Mace, Zebaih 3)
2. Sözlü Şiddet
Sözlü şiddet, insanın dilini kullanarak karşısındakini incitmesi, küçük düşürmesi veya kötü sözlerle kalbini kırmasıdır. Hatta bazen dilin açtığı yaralar fiziksel yaralardan daha derin izler bırakır. Arapça da bu sözü ifade eden çok güzel bir ifade vardır;
Kılıcın açtığı yaradan kurtulmak ümit vardır
Dilin açtığı yaradan kurtulmaya ümit yok.
Silahın ayırdığı etler birbirine kavuşur da iyileşir
Dilin ayırdığı etler birbirine kavuşmaz ve iyileşmez.
Kur’an ve sünnet, bu konuda dilin şiddet aracı olarak kullanılmasında çok net uyarılarda bulunmuştur.
Kur’an’dan örnekler:
“Güzel söz sadakadır.” (Bakara 2/263) Kırıcı ve kötü söz yerine güzel konuşmak teşvik edilmiştir.
“Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.” (Hucurât 49/11) Hakaret ve alay yasaklanmıştır.
“Kullarıma söyle: En güzel sözü söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar.” (İsrâ 17/53) — Sert, öfkeli dilin şeytanın fitnesine yol açtığı vurgulanır.
Hadislerden örnekler:
Peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuştur: “Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir.” (Buhârî, Îmân 4)
“Kötü söz söylemek sadaka sevabını yok eder.” (Müslim, Zekât 69)
“Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa ya hayır söylesin ya da sussun.” (Buhârî, Edeb 31)
Özetle, sözlü şiddet kalpte derin yaralar açar. Kur’an ve hadis, dili kontrol etmeyi, kırıcı değil yapıcı sözler söylemeyi imanın gereği olarak görür.
Sözlü şiddetin en çok muhataplarından biri de çocuklardır. Sözylediğimiz sözlerin su üstünde kaydedilmediğini düşünürüz. Çocuktur söyleneni unutur yanılgısıyla hareket ederiz çoğu zaman. Buna uzun yıllar Hz. Peygamberin yanında çocukluğunu geçiren sahabi Hz. Enes’ten örnek vermek istiyorum.
Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik, bir defasında Hz. Peygamber’in verdiği bir görevi arkadaşlarıyla oyuna dalarak yerine getirmeyi unutmuş, ama Hz. Peygamber bu durumdan dolayı Enes’e sözlü ve fiilî olarak olumsuz bir müdahalede bulunmamış, sadece gülümseyerek gönderdiği yere gitmesini hatırlatmıştır (Ebu Davud, Edeb 1).
Enes (r.a.) Hz. Peygamber’in kendisine yaklaşımını “Ben çocukken Hz. Peygamber’e Medine’de on yıl hizmet ettim. Her işim onun benden beklediği şekilde değildi. Buna rağmen bu süre içerisinde bana öf bile demediği gibi; bunu niçin yaptın, ya da bunu niçin yapmadın dahi demedi” diye dile getirmiştir (Ebu Davud, Edeb 1).
3. Psikolojik Şiddet
Psikolojik şiddet, kişinin onurunu, özgüvenini ve ruh sağlığını zedeleyen, baskı, tehdit, küçümseme, dışlama, aşağılama gibi tutum ve davranışlardır. İslam, insanın hem beden hem ruh bütünlüğünü korumayı emreder.
Kur’an’dan örnekler:
“Ey iman edenler! Bir topluluk diğerini alaya almasın… Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.” (Hucurât 49/11) Bu ayetle psikolojik baskının unsurlarından olan alay, aşağılama ve lakap takma yasaklanmıştır.
“Zannın çoğundan sakının, birbirinizin kusurunu araştırmayın.” (Hucurât 49/12) İnsan üzerinde baskı kuran ve güven ilişkisini bozan psikolojik baskılar ve düşünceler yasaklanmış ve bunların günah olduğunu yüce Allah vurgulamıştır.
“Onlara güzel söz söyleyin.” (Bakara 2/83) Psikolojik incitmenin yerine yapıcı, nezaketli iletişim emredilmiştir.
4. Ekonomik Şiddet
Ekonomik şiddet, kişinin maddi imkânlarını haksız yere kısıtlama, malını gasp etme, emeğinin karşılığını vermeme veya onu maddi olarak bağımlı hâle getirerek baskı kurma şeklinde ortaya çıkar. İslam, mülkün korunmasını, adaletli kazancı ve malda hakkın gözetilmesini emreder.
6. Dijital Şiddet
Kıymetli Müminler, bugün şiddet artık internetten de yapılabiliyor. Sosyal medyada hakaret, iftira, tehdit, başkasının özelini yaymak… Bunlar da günahtır.
Reel hayatta yapılan hatalar sanal da yapılması aynı şekilde sorumluluk gerektirir, günahtır. Müslüman hayatının her alanında örnek olmak zorundadır. Kimsenin olmadığı ya da kaynakların bol olduğu yerlerde bile müminin duruşunda asla taviz vermemesi gerektiğini islam vurgular. Arkadaşlıklar ve dostluklar tek tıkla bitirecek kadar değersiz ve kıymetsiz değildir. Tek tıkla kardeşini veya başka insanın mahremine müdahale hakkın yoktur. Bunlar reel haram olduğu gibi sanal da da haramdır, günahtır.
Şiddeti Önlemede Yöntem
İnsanın şiddet davranışlarının sebeplerinden biri psikolojik etkenlerdir. Bu nedenle, içteki kötü duygu ve düşünceler eğitilmeli ve doğru yönlendirilmelidir. Hz. Peygamber, şiddetle mücadelede öncelikle insanları şiddete yönelten sebepleri ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bunun için merhamet eğitimi vermiş, ayrıca şiddetin en önemli psikolojik sebeplerinden olan öfkeyi kontrol etme bilincini kazandırmaya önem vermiştir.
Bir şehirde hastalık var ve hastalığın yayıldığı bir bataklık var. Tek tek hastalarla, hastalıkla mücadele etmek mi daha kesin sonuç verir yoksa direkt olarak bataklığı islah etmek mi kesin sonuç verir. Tabi ki bataklığı ıslah etmek kesin ve çabuk sonuçlar verir. O dönemin insanlarını şiddete sevke eden en önemli faktörlerden biri de Öfkeydi. Öfke kontrol problemi yaşıyordu insanlar. Öfkesini kontrol edemeyen sağlıklı düşünemez ve şiddete baş vurur, şiddetin bir sonraki evresi ise cinnet halidir ki artık orada insanın insanlıktan tamamen çıktığı bir hal ile karşı kaşıyayız. Evladının kılına zarar gelmesinden korkan sevgi dolu babaların cinnetle aileyi katlettiği haberleri hep görüyoruz. Oysa cinnet haline gelmezden evvel öfkeyi kontrol edebilsek hem dünyamızı hem ahiretimizi karartmayız. Allah Muhafaza Etsin.
Kur’an ve Sünnet öfkeyi kontrol etmede bizlere önemli ipuçları ve yol haritası gösterir.
1- Öfke Alt Edilmesi Gereken Bir Tehlikeli Rakip
“Kuvvetli, kudretli güçlü kimse, (güreşte hasmını yenen) pehlivan değildir. Hakiki kuvvetli, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsedir.” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107)
Sen kendine, nefsine duygularına söz geçirebiliyorsan o zaman kudretlisin, kuvvetlisin. Sen o zaman sen olabiliyorsun. Çünkü öfkelendiğin zaman, kızdığın zaman duygularına göre hareket ettiğin zaman, karşıdaki kişiden öç almak için şiddete başvurduğun zaman senin duruşunu, tavrını ve yerini sen değil karşında ki kişi belirliyor.
2. Atmosferi Dağıtmak İçin Zaman, Mekan, Konum ve Eylem Değişikliği
Hz. Peygamber bu hususu şu şekilde ifade eder:
“Öfke şeytandandır, şetyan da ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söndürülmektedir; öyleyse biriniz öfkelenince hemen kalkıp abdest alsın.” (Ebu Davud, Edeb 4)
Bir başka hadisin de:
“Biriniz ayakta iken öfkelenirse hemen otursun. Öfkesi geçerse ne a’lâ, geçmezse yatsın.” (Ebu Davud, Edeb 4)
Bu yöntemler, bedensel hareketin öfke dalgasını kıracağına işaret eder. Zamanın geçmesi öfkenin zararlı sonlarına karşı en büyük antibiyotiktir.
Hepimizin başına gelmiştir bir işe, kişiye öfkelendiğimiz de o esnada o kişiler orada olmadığı ve daha sonra öfkemiz, sinirimiz yatıştıksan sonra o kişiyi gördüğümüz de ‘‘iyiki yoktu, yoksa kalbini kırar ya da zarar verirdim’’ demişizdir.
3. Susmak
“Sizden biri öfkelendiği zaman sussun.” (İbn Hanbel, 1992)
İnsan sinirle, öfkeyle, düşüncesizce ve hesap etmeden çoğu zaman bazı sözler söyler ve pişman olur. Ancak söz ağızdan çıkmayana kadar insan o ağza ve dile hakimken söz ağızdan çıktıktan sonra çıkan o söze insan mahkum olur. Dolayısıyla söylediğimiz sözlerin mahkumu olmamak için öfke anında susmak en büyük güvenli limandır.
4. Merhameti Hatırlama
“Müminler; birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkat göstermekte tek vücut gibidir. O vücudun bir organı rahatsız olursa, diğer organlar da acı çekip uykusuz kalır.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Şimdi bu hadisi bilen ve müslümanın yek vücut olduğunun farkında olan bile bile aklı başındayken başını duvarlara vurur mu? Ya da parmaklarını kapılara sıkıştırır veya farklı bi şekilde kendine zarar verir mi?
Tabii ki vermez. Kafasını duvarlara vuran bir kişi yada kendini jiletleyen birini gördüğümüzde ‘bu adam deli’ deriz. Teşhisini koyarız. Dolayısıyla mümin de kardeşlerine tek vücut gibi baktığında, bu adam benim gören gözüm, duyan kulağım, düştüğümde tutan elim olacak dediğinde ve bu bilinçte olduğu zaman kardeşine nasıl verecek ki?
Buna rağmen mümin kardeşine zarar verebiliyor ve bunu savunuyorsa o zaman şu sonuç çıkar: 1.si ya aklı yok kardeşine zarar veriyor. 2.si ise mümin ama imanın da problem var ki bu hadisi bildiği halde kardeşine zarar veriyor.
5. Şiddetin Kötü Sonuçları
Hz. Peygamber şiddetin kötü sonuçlarını şu şekilde ifade etmiştir:
1. Hadis, “Allah katında dünyanın yok olup gitmesi, bir müminin öldürülmesinden daha ehvendir” (Tirmizi, Diyat, 7; İbn Mace, Diyat 1)
2. Hadis, Müslümana sövmeyi fâsıklık, onu öldürmeyi de küfür olarak nitelendirmiştir (Buhârî, İman 36; Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 52)
3. Hadis, “Kim bir mü’minin öldürülmesine yarım kelimeyle bile olsa yardım ederse, kıyamet günü alnında “Allah’ın rahmetinden ümitsizdir’ yazılı olduğu halde Allah’ın huzuruna çıkartılır” (İbn Mâce, Diyât 1)
4. Hadis, Hz. Peygamber, müslüman olmayan bir kimseyi (gayr-i müslim) haksız yere öldüren bir kimsenin cennetin kokusunu bile alamayacağını belirtmiştir (Buhârî, Diyât, 30; Tirmizî, Diyât 11;Nesâî, Kasâme 32)
5. Hadis, “Kıyamette en şiddetli azab görecekler insanlara en çok azab edenler olacaktır.” (İbn Hanbel, Müsned, IV, 90)
6. Hadis, “Kıyamet gününde Allah katında insanların en şerlisi (kötüsü), dünya hayatında insanların şerrinden korktukları için kendisinden uzak durdukları kimsedir” (Buhârî, Edeb, 38)
Bu hadisle Hz. Peygamber bu dünyada kötülüğünden korkulan kimselerin Allah katında da insanların kötüsü olacağını haber vermiştir.
7. Hadis, Hz. Peygamber Gerçek müslümanın diğer müslümanların dilinden ve elinden emin olduğu kimse olduğunu vurgulamıştır (Müslim, İman 64).
8.Hadis, “Bize silah çeken bizden değildir”
(Buhârî, Fiten 7; İbn Mace, Hudud 19)
9. Hadis, “Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür”
( Müslim, İmâre, 57; Nesaî, Tahrim, 28; İbn Mâce, Fiten, 7; İbn Hanbel, Müsned, II, 306, 488.)
10. Kur’an da Maide Suresi 32. Ayet
…
…kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.”…
Hz.Peygamberin sözleri ve Kur’an ayetleri İslam dininin şiddete karşı duruşunu ve şiddetin kötü sonuçlarını en kesin ve net ifadelerle açıklamıştır.
6. Toplumsa Hafıza Oluşturma
Söz insan üzerine etkilidir. Yunus Emre’nin bir şiirinde sözün gücünü şöyle ifade eder:
‘söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı’
İşte sözün böyle büyük bir gücü var. Etki edebilecek ya da ters tepebilecek bir gücü vardır. Hz.Peygamber sözün etki gücünü kullanmış, edebi ifadelerle toplumda şiddete karşı gösterilmesi gereken duruşu anlatmış. Bu sözlerle insanlarda bir hafıza oluşturmuştur.
Söz, silahtan ve yasaktan daha etkiliyken ve sözün gücüne inanan Hz. Peygamber, özlü, etkili ve akılda kalıcı ilkeler ifade ederek bu sözleri zihinlere nakşetmiştir.
Aynı konuda sarf edilen sözler çoğaldıkça toplumsal bakış açısı da netleşmiştir. Örneğin dillere pelesenk olan ve toplumun hafızasına kazıdığı özlü sözler arasında “Sizin en hayırlınız ailesine karşı hayırlı olanınızdır, ben de aileme karşı hayırlı olanım.” (İbn Mâce,”Nikâh”, 50) ifadesi şiddeti önlemedeki etkili sözlerden birisidir. “Müminlerin iman bakımından en kâmil olanları ve ahlak bakımından en güzel olanları kadınlarına hayırlı olanlarıdır.” (Ebû Dâvûd, “Sünne”, 16) sözü de aile içerisinde vuku bulacak şiddet türlerinin tamamını ortadan kaldırma hususunda yeterlidir.
7. Örnek Olma ve Rol Model Oluşturma
Hz.Peygamber tüm insanlık için bir rol model olmuştur. Bu rol modeli bize Allah sunmuştur. Öyle bi model ki yeri geldiğinde aileye rehberlik etmek için en mahrem konulara dahi sansür uygulamamış ve bunu topluma örneklik teşkil etmek için eşleri ve hz peygamber özel hayatından yeri geldiğinde örnekler verebilmiştir.
﴾21﴿ İçinizden Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki,
Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır.
Bu gün toplumsal hafızayı tam anlamıyla oluşturamadığımız gibi gençlerimize ve çocuklarımıza örnek alacakları rol modelleri de oluşturamıyoruz. Şiddet ve aksiyon filimleri reytinglerde zirvede ve çocuklarımız bu insanları rol model aldığı için çevresine, akranlarına arkadaşlarına ve büyüdüğünde gücü kudretli yerine geldiğinde hatta annesine ve babasına şiddet uygulamaktan çekinmiyor. Gün geçmiyor ki annesine ya da babasına şiddet uygulayan evlat haberleriyle karşılaşmayalım. Ya da evladına şiddet uygulayan, tekmelerle merdivenlerden atacak kadar vahşileşen ebeveynlerle karşılaşmayalım.
Rol model oluşturma görevi aileyle tek yeterli olacak bir adım değildir. Aileden başlar, sanatçılara, STK lara ve toplumun önde gelen hocalar, öğretmenlere kadar toplumla iletişimde olan her bir bireyin üstüne düşen bir görev ve sorumluluktur.
Bu sebeple ortada şiddet uygulayan bir insan varsa, bu şiddeti uygulayan kişi kadar şiddetin oluşmasında ve o zihinde yetişmesinde katkıda bulunan kişiler de bu şiddetin günahına ortaktır.
Örneğin bir genç delikanlı izlediği fimlerden ya da ailesinden gördüğü şiddet ve cinayeti başkasına uyguladığı zaman o genç delikanlı kadar ona rehberlik eden film ve aile de bu günaha ortaktır.
Son Söz
Hz. Peygamber’in şiddeti önleme ve şiddetle mücadele bağlamında yaptığı liderlik ve örneklik, bu hususta ortaya koydu ilke ve yaklaşımlar bugün için de güncelliğini korumaktadır ve şiddete karşı çok önemli çözümler sunmaktadır.
Hali hazırda insanlığın sahip olduğu ahlak anlayışı, şiddeti önlemeyi bırakın şiddet ve kaosu daha da artıracaktır. Zira sevgi, şefkat, adalet, iyilik ve merhamet gibi şiddetin ilacı olan değerlerin yerini bencillik, kin, nefret, öfke ve düşmanlık gibi kötü huy ve davranışlar almaya başlamıştır. Bu gidişatın şiddeti daha da artırması kaçınılmaz bir durumdur. Şu halde çözümü adresi Hz. Peygamber’in öğrettiği ve önerdiği ahlakî değerlerdir. Hz. Peygamber’in bu husustaki öğreti ve uygulamalarının, bir başka ifadeyle sîret ve sünnetinin, doğru olarak anlaşılması ve içtenlikle örnek alınması durumunda insanlığın şiddet sarmalından çıkmasına ciddî katkılar sunacağını rahatlıkla söylemek mümkündür.
Bu vesileyle Mevla Cümlemize Hz.Peygamberi rol model alabilmeyi bizlere nasip etsin. Peygamberi bir model gençlik yetiştirebilmeyi nasip etsin.
Allah bizleri, elinden ve dilinden herkesin emin olduğu kullarından eylesin.
Yaratan Rabbinin adıyla oku! (Alak Süresi ;1 )
Öğreten, öğrenen, dinleyen ya da ilmi seven/destekleyen ol, dördüncüsü olma, helâk olursun!
Kıymetli Okurlarım!
En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
24 Kasım 2025 Öğretmenler günü. Tüm öğretmenlerin Öğretmenler gününü kutluyorum. Hayatta olan tüm öğretmenlerime sıhhat afiyet hayırlı uzun ömürler diliyorum.
Ahirete irtihal etmiş “Ben Öğretmen Olarak Gönderildim” diyen başta Peygamberimiz Hz . Muhammed Mustafa (SAV)min Sahabe-i ikramın öğretmen olarak gönderilen peygamberlerin ecdadımızın, Şehit öğretmenlerin ve tüm öğretmenlerin Cumhuriyetimizin Kurucusu baş öğretmen Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ün ruhları şad olsun. Mekanları cennet olsun.
İnsanı diğer canlılardan ayıran ve üstün kılan değer, ilimdir. İnsan akıl meziyeti sayesinde Allah’ın tecelligahı olan bu kainatı anlayabilme, bilgi üretebilme ve öğrendiklerini depolayıp aktarabilme üstünlüğü elde etmiştir. İnsanlık tarih boyunca bu sayede medeniyetler inşa edebilmiştir. Bir çiçek (mesela papatya) medeniyetinden, bir inek ya da bir melek medeniyetinden bahsetmeyip bir insan medeniyetinden bahsetmemizin sebebi bu öğrenme kabiliyetidir. Nitekim Rabbimiz insanı böyle üstün özellikle var etmiş ve insanı bu özelliğinden dolayı yeryüzüne halife tayin etmiştir. Ayeti kerimede
Adem’e bütün isimleri öğretti (Bakara Süresi ;31)
buyurularak insanın varlığı tanımlayabilme özelliğine dikkat çekilmiştir. Bilgi insanı, hayvanlar gibi dürtüleriyle hareket etmekten korur, bilinçli ve planlı yaşamaya yöneltir. Allah’ın koyduğu imtihan düzenini anlamaya çalışan bir zihin, aldatmaz, aldanmaz ve akıbetini düşünerek davranır.
Rabbimiz, insanoğlunu yarattıktan sonra başıboş bırakmamış tarihte boyunca peygamberler göndermiş ve kutsal kitaplar inzal etmiştir. Din insanların doğru bilgi kaynağını karşılamak için gelmiştir, diyebiliriz. Yani, insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için. İnsan ancak akıl mekanizmasının hammaddesi doğru bilgi olursa hidayete ulaşır. Nitekim Rabbimiz dinimizin ilk emri olarak okumayı değil ‘Yaratan rabbinin adıyla okumayı’ emrederek, bütün varlığı Allah’ın verdiği doğru bilgi sayesinde anlamamızı telkin etmiştir. Rabbimiz buyuruyor
Yaratan Rabbinin adıyla oku! (Alak Süresi ;1 )
Yaratanın adıyla yaratılanı okuyan kalitesini, derecesini, haşyetini, hayranlığını ,takvasını arttırır.
Kulları içinden ancak bilenler, Allah’ın büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar (Fatır Süresi ;38)
De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (Zümer Süresi ; 9)
Değerli cemaat, bu açıdan bakıldığında Allah’ın bizlere emrettiği eğitimi, okulu kainat, müfredatı vahiy, öğretmeni peygamber olan bir eğitim modeli olduğunu söyleyebiliriz. Öğrenmek ömür boyu devam eden bir süreçtir. Peygamber efendimizde beşikten mezara kadar kadın-erkek herkesin üzerine ilim öğrenmenin farz olduğunu ifade buyurmuştur. (İbn Mace, Mukaddime, 17) Başka bir hadislerinde de vahiy bilgisinin olmadığı bir zihnin atıl olduğuna işaret ediyor.
Kalbinde Kur’an’dan bir miktar bulunmayan kimse harap ev gibidir. (Tirmizî, Fazâilü’l-Kur’ân 18)
Diyor Kur’an bilinler bilmeyenler bir değil heyhat / Nasıl yeksan olur zulmetle nur ahya ile emvat (Mehmet Akif Ersoy)
Değerli Okurlarım !
Dinimizde ilim öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu söyledik ama biliniz ki amele yansımayan bilgi hamallıktır. Rabbimiz ayeti kerimede ilmin sadece taşıyıcılığını yapanları ‘kitap yüklü eşekler’ gibi ağır bir ifadeyle niteliyor. (Cuma Süresi ;5) İmam Şafi ilmi ezberlenen değil faydası olan mefhum olarak tarif eder. Yine Peygamberimizin faydası olmayan ilimden Allah’a sığındığını biliyoruz. (Nesâî, İstiâze, 21) Bir kişi ne kadar çok biliyorsa bilsin Allah’ı bilmiyorsa cahil, hayatında yaşamıyorsa gafildir. Bir uçağın bütün aksamını bildiğin halde içine binip menzile gidemiyorsan bu bilginin hiçbir faydası olmayacaktır. Aynı durum, hesap vereceğini bildiği halde hesapsız yaşayan, ölü kardeşinin etini yemek olduğunu bildiği halde gıybet eden, ateşten bir gıda olduğunu bildiği halde haram yiyen için de geçerlidir.
Maalesef günümüzde insanların çoğu okumayı ve ilim öğrenmeyi malumat ezberlemek olarak algılama hatasına düşüyor. Faydasız ilimler için ömürler tüketiliyor, nice imkanlar heder ediliyor. Madem Allah bizleri dünyaya kulluk etmek ve kendi rızası doğrultusunda güzel amel işlemek için gönderdi, amelsiz ilmin kişiye faydası olmaz. O halde en faydalı bilgi kulluğa faydalı olan bilgidir, diyebiliriz. Matematik sınavına giren bir öğrendi çıkarıp Türkçe sorular çözse (bütün soruları doğru yapsa bile) sınavdan geçemeyeceği açıktır. Gemiyle yolculuk yapmak zorunda olan birinin iyi araba kullanmasını biliyor olmasının ona faydası olmayacaktır. İşte dünyada şan, şöhret, mal, makam, itibar elde etmek için öğrenilen ilimlerin de ahiret bir neticesi olmayacaktır. Diyebilir ki, kişi kulluk ameline yansıttığı oranında ilimden istifade eder.
Eğitim sadece inşa edilen okullarda belli zaman dilimleri içerisinde talim edilen bir süreç değildir. Eğitim hayatla iç içedir/olmalıdır. Peygamber Efendimizin gündelik hayatının her bir karesi ders niteliğindedir. Evde, çarşıda, camide, savaşta, her yerde. Dinimiz herkesin bir şekilde ilim halkası içerisinde olmasını ister, ve bu istikamette yapılan uygulamaları emreder. Şu hadise dikkat ediniz.
اÖğreten, öğrenen, dinleyen ya da ilmi seven/destekleyen ol, dördüncüsü olma, helâk olursun! (Dârimî, Mukaddime, 26)
Kişi sosyal hayat içerisindeki vazife ya da statüsü ne olursa olsun bir şekilde ilim halkasının içerisinde bulunmalıdır. Asla cehalete kapı aralamamalıdır. Çünkü cehalet kaybettirir, öldürür, helake götürür. Bu yüzden bizim medeniyetimizde eğitim cemiyetlerinde hoca, talebe ya da dinleyen olmaya fırsat bulamayanlar en azında ellerindeki maddi imkanlarla eğitime destek olunmuştur. Talebe okutmayla ilgili belki onlarca vakıf ve dernek kurulmuştur. Günümüzde de en önemli sadaka-i cariye kapısı olmaya devam etmelidir. Bir öğrenciye verilecek burs ya da maddi imkan en önemli sevap kapısıdır.
Değerli Kardeşlerim
Peygamber efendimiz ilk inen vahiyden itibaren Allah’ın verdiği nurla insanları aydınlatmaya koyulmuştur. İslam’ın ilk eğitim müessesesi Darul Erkam’dı. İnsanlık tarihini değiştirecek kadro burada yetişti. Peygamberimizin o insanlara uyguladığı eğitim metodu kendilerini eğitimci gören günümüz modern eğitimcilerin yannından dahi geçemeyecek nitelikte idi. Peygamberimizin eğittiği sahabiler, ilmin aşığı idiler. Onlar, efendimizden alacakları her bir bilgiyi hazine olarak görüyorlardı. Kafalarının üzerinde bir kuş varmış da kıpırdarlarsa ‘pır’ diye uçacakmışçasına pur dikkat dinliyorlardı. İşte bir zamanlar cehaletin karanlığında boğulan bu nesil, şimdi akademisyenlerin üzerinde eğitim ve terbiye tezleri yaptığı bir seviyeye nasıl geldi, bu düşünülmelidir.
Yine peygamber efendimiz medine hicret ettiğinde ilk yaptığı icraatlardan birisi ‘Daru s-suffe’ diye bilinen eğitim mektebini kurması oldu. Tarihte fetih ile kazanılan topraklar da gelenek devam etmiş, kılıç ile kazanılan zafer ilimle tahkim edilmiştir. Tarih şahittir, gönüller fethedilmeden elde edilen topraklar yine kılıçla verilmek zorunda kalınmıştır. Peygamber Efendimizin düşmanı yenmenin asıl yolunun onu kazanmak olduğu bizlere Bedir savaşındaki tavrıyla gösteriyor. Esirlere on kişiye okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakılacağı söylenmişti. Şimdi düşünelim, peygamber canlarına kasteden bu insanları neden çok fazla zahmeti olmayan bir iş karşılığında özgürlüklerini verdi? Peygamberimiz biliyordu ki, bu eğitilen insanlar savaşı kaybeden düşmanları ve onların çocuklarını da kazanacak, nitekim öyle olmuştur. İşte eğitimin mucizevi etkisi.
Şu an dünyada ilim öğrenmeyi ibadetin içine koyan başka bir dini ritüel var mıdır? Bakınız, cuma günü dört rekatlı öğle namazı yerine 2 rekatlı Cuma namazı kılıyoruz, bu namazın iki rekatı nereye gitti? Hutbeye. Peki hutbe nedir? Hutbe yaygın bir eğitimdir ve hutbe dinlemek farzdır. Yani, toplumdaki herkese zorunlu olarak her hafta en az on beş dakika eğitim vermek müthiş bir dini faaliyettir. Ömrü boyunca hutbe dinleyen biri kişi bile hiç ilave eğitim almasa dahi vasat düzeyde kulluğuna yetecek kadar dini bilgi ve bilince sahip olur. Böyle eğitim almış bir toplum, asla toptan yanılamaz, kandırılamaz.
Bizim en büyük düşmanımız cehalettir. Mehmet Akif’in ifadesiyle
Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet… Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet, Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs! Ey sîne-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs, Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!
Kafirleri bizlere üstün çıkaran illet cehalettir. Şeytanı bize galip geçiren hastalık cehalettir. Nefsimizi bize ezdiren maraz cehalettir. Her bir öğretmen veya her bir hoca cehalet savardır. Peygamber Efendimiz hadislerinde
Ben ancak öğretmen olarak gönderildim (İbn Mâce, Sünnet, 17)
Eğitimciler toplumun değer üreten fertleridir. Alimin ölümü alemin ölümü gibidir. Nasıl ki terazi kırılırsa doğru değer biçebilecek alet olmaz, bir toplumda da alim olmazsa toplumdaki değer algıları dejenere olur. Hele ki cahillerin başa geçtiği toplumlar yok olmaya mahkum olurlar. Peygamber Efendimiz buyuruyor.
Bir grup, Kitâbullah’ı okuyup ondan ders almak üzere Allah’ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları Allah’ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla sararlar. Allah, onları, yanında bulunan yüce cemaatte anar. (Ebû Dâvud, Salât 349)
Değerli Okurlarım!
Peygamber efendimiz her alanda olduğu gibi bir eğitimci olarak da bizim için en güzel örnektir. O alemlere rahmet olarak gönderilen rabbimizin terbiye ettiği önderdir. Şairin ifadesiyle ;
Müjdecim kurtarıcım efendim Peygamberim Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!
Peygamber efendimizin öğretmen olarak sunduğu en önemli ilke, müjdelemek nefret ettirmemek, kolaylaştırmak zorlaştırmamaktır. Hadiste beyan ediliyor.
Müjdeleyin nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın. (Müslim, Cihâd ve siyer, 6)
Bir keresinde İslam’a yeni girmiş bir bedevi, zemini kum ve toprakla kaplı mescitte küçük abdestini bozunca etrafındakiler hemen yaptığını görgüsüzlük olduğunu düşünerek onu yaka paça dışarı atmaya yönelmişlerdi. Fakat ashâbına daima sabrı tavsiye eden Efendimiz, onu bırakmalarını istedikten sonra yanına çağırdı ve “Bu ev, sadece Allah”ı zikir ve namaz için inşa edildi. Bundan dolayı burada abdest bozulmaz.” diyerek ona yaptığı bu işin yanlışlığını izah etti. O bedevi ise Hz. Peygamber”in sabırlı tavrını ve ona karşı minnet duygularını, “Anam babam ona feda olsun, Hz. Peygamber bana ne sövdü, beni ne azarladı, ne de dövdü.” diyerek ifade etmiştir. (İbn Hanbel, II, 503)
Bir kişiyi eğitirken, onu rencide etmeden, sabır ve şefkatle yaklaşmak netice verir yoksa azarlamak inadı tahrik eder ve eğitimde hedeflenen sonuç alınmaz. Yine peygamber efendimiz davet ve tebliğini yaparken kişinin içinde bulunduğu psikolojik durumu her zaman gözetmiştir.
Bir seferinde Bir delikanlı peygamberimizin yanına gelerek zina etmek istediğini söyler ve izin ister. Oradakiler bu istediği ayıplamaya başlarlar. Allah Resûlü, gence, “Yaklaş!” der. Genç de Resûlullah”a yaklaşır ve yanına oturur. Aralarında şöyle bir söyleşi geçer:
—Annenle zina edilmesini ister misin?
—Vallahi hayır! Canım sana feda olsun ki hayır, istemem.
—Diğer insanlar da anneleriyle zina edilmesini istemez. Kızınla zina edilmesini ister misin?
—Vallahi hayır, yâ Resûlallah! Canım sana feda olsun ki hayır, istemem.
—Diğer insanlar da kızlarıyla zina edilmesini istemez. Kız kardeşinle zina edilmesini ister misin?”
—Vallahi hayır! Canım sana feda olsun ki hayır, istemem.
—Diğer insanlar da kız kardeşleriyle zina edilmesini istemez. Halanla zina edilmesini ister misin?”
—Vallahi hayır! Canım sana feda olsun ki hayır, istemem.
—Diğer insanlar da halalarıyla zina edilmesini istemez. Teyzenle zina edilmesini ister misin?”
—Vallahi hayır! Canım sana feda olsun ki hayır, istemem.
—Diğer insanlar da teyzeleriyle zina edilmesini istemez.
Bu konuşmanın ardından Allah Resûlü, elini gencin başına koydu ve “Allah”ım, onun günahlarını bağışla, kalbini kötülüklerden temizle ve ırzını/iffetini koru!” diye dua etti. Bu hadiseyi anlatan râvi şöyle demiştir: “Bundan sonra o genç, bir daha böyle bir şeye yönelmedi. (İbn Hanbel, V, 257)
İlim kişiyi edebe götürmelidir. Hz. Ali alimi haddini bilen olarak tanımlar. İlim asla çıkar kapısına dönüştürülmemeli, bilgi sahibi olanlar edindikleri ilmi bir kibir unsuru olarak kullanmamalıdır. Peygamber efendimiz cehenneme gidecek ilim ehli olanlardan da bahsediyor. Kıyamet günü onlara dünyadayken insanlara hep iyiyi anlattıkları halde neden cehenneme girdiği sorulduğunda şöyle diyecekler ;
Evet, ben iyiliği emrederdim, ama onu kendim yapmazdım. Kötülükten alıkoyardım, ama onu kendim yapardım. (Müslim, Zühd, 51)
Rabbim bizleri vahiy bilgisiyle hayatını tanzim eden kullarından eylesin.
Abdullah b. Amr’dan (ra) nakledildiğine göre,
Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir…”
Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Mâlâyânîyi (faydasız söz ve lüzumsuz işleri) terk etmesi, kişinin iyi
Ebû Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah’a (cc) ve âhiret gününe inanan kişi, ya hayır söylesin ya da sussun…”
İbn Abbâs’ın (ra) naklettiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“İki nimet vardır ki insanların çoğu onlar(ı değerlendirme) hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit.”
Abdullah b. Mugaffel el-Müzenî (ra), Allah Resûlü’nün (sas) Rıdvan Biati’ne katılmış olan sahâbîlerinden biriydi. Her sahâbî gibi Hz. Peygamber’i (sas) görmüş, onun sünnetini örnek almış ve hayatının her anında bu bilinci canlı tutmayı amaçlamıştı. Onun, yeğeniyle yaşamış olduğu bir olay, bunu gözler önüne seriyor: Abdullah (ra), bir gün yeğenini yerden taş alıp etrafına rastgele fırlatırken gördü. Bunun üzerine, hiçbir amacı ve faydası olmayan bu davranışın Allah Resûlü (sas) tarafından hoş görülmediğini ve yasaklandığını ona şu şekilde hatırlattı: “Böyle taş atma; çünkü Resûlullah (sas) taş atmaktan hoşlanmazdı ve bunu men ederdi. Zira onunla ne avlanılır, ne de düşman yakalanır; ancak bu taş ya diş kırar ya da gözü kör eder!” Yeğenini bu sözlerle sapanla taş atmak gibi hiçbir yararı olmayan, aksine tehlikeli olabilecek bir davranıştan sakındıran Abdullah (ra), bir süre sonra onun yine aynı davranışa devam ettiğini görünce ona kızarak şöyle dedi: “Ben sana Resûlullah’ın (sas) böyle taş atmayı yasakladığını söylüyorum ama sen hâlâ taş atıyorsun! Seninle konuşmayacağım!” Abdullah b. Mugaffel (ra), Allah Resûlü’nün (sas) yasakladığını bildirmesine rağmen yeğeninin bu gereksiz işe devam etmesine o kadar kızmıştı ki bir başka rivayette ne hastalığında onu ziyaret edeceğini, ne de cenazesine katılacağını, onunla ebediyen konuşmayacağını söylemişti.
“Kişiyi ilgilendirmeyen, onun için bir anlam ve değer taşımayan” mânâsındaki ‘mâlâyânî’tabiri, insanın ne kendisine ne çevresine hiçbir faydası olmayan işler ve gereksizce söylenen sözler için kullanılır. Mâlâyânî, yapıldığı takdirde kişiye herhangi bir katkı sağlamayan, yapılmadığında ise hiçbir şey kaybettirmeyen, ne dünyaya ne de âhirete bir faydası dokunan, boş işlerdir. Hiçbir hedef gözetilmeden, maksatsız, amaçsız ve mânâsız bir şekilde gerçekleşen sözler, fiiller, hatta düşünceler mâlâyânîye dâhildir.
Sevgili Peygamberimiz (sas), insanın İslâm’ın getirdiği ilkeler çerçevesinde, yaratılış amacına uygun bir hayat sürmesini hedeflemiş, bu hedefe uygun olarak yaşamış ve ashâbına da her zaman yol göstermiştir. Böylece onların gerek düşünceleriyle gerekse söz ve amelleriyle Allah’a (cc) karşı sorumluluk bilinci taşıyan olgun insanlar olmalarını sağlamaya çalışmıştır. Bu yüzden Allah Resûlü (sas), “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir…” diye tanımladığı Müslüman’ın davranışlarının anlamlı olmasını istemiş ve kişinin Müslümanlığının güzelliğini anlamsız hareketlerden kaçınmasıyla ilişkilendirmiştir. “Mâlâyanîyi (kendisini ilgilendirmeyen şeyleri) terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” buyuran Allah Resûlü (sas), insanın boş şeylerle meşgul olmadığı ölçüde inancına lâyık bir ahlâka sahip olabileceğini bildirmiştir. Kişinin, İslâm’a inandıktan sonra onu en güzel şekilde davranışlarına yansıtmasını mâlâyânîyi terk etmesine bağlayan bu hadis, anlamının yüceliği sebebiyle İslâm âlimleri tarafından, “İslâm’ın esas ilkeleri’ (medâru’l-İslâm), ’ahlâkın temel esasları’ (usûlü’l-edeb) ve ’iyi davranış kurallarının özeti’ (cimâu âdâbi’l-hayr) sayılan rivayetlerle birlikte zikredilmiş, imanın kemale erebilmesi ve ihsan makamının elde edilebilmesi mâlâyânînin terkiyle ilişkilendirilmiştir. Nitekim bulunduğu ahlâk ve fazilet makamına kendisini neyin yükselttiği Lokman’a (as) sorulduğunda, “Doğru sözlü olmak, emanete riayet etmek ve mâlâyânîyi terk etmek.” demiştir.
Mâlâyânî olarak görülen ve terk edilmesi gereken davranışlar, kişisel tercihlere göre değil, İslâm’ın ilkeleri ve bu ilkelerle bağdaşan aklî ve örfî hükümler göz önünde bulundurularak belirlenir. Buna göre, İslâm’ın kesin olarak yasakladığı haramlarla birlikte, şüpheli şeyler, mekruhlar ve kişiye göre değişen ve gereksiz görülen mubahlar da bu kapsama dâhildir. Esasında insanın dünya ve âhireti için yararlı olmayan, yakın ve uzak çevresine fayda sağlamayan, bununla birlikte zarara ve günaha sebep olabilecek söz ve davranışlar mâlâyânî olarak görülmüştür.
Fuzulî davranışlar arasında konuşmayla ilgili olanlar önemli yer tutar. İnsanın diline hâkim olmasının zorluğu nedeniyle, dinimizde gereksiz konuşma ve boş sözlerden kaçınma üzerinde özellikle durulmuştur. Nitekim Allah Teâlâ (cc), müminlerin özellikleri arasında boş söz ve davranışlardan yüz çevirmelerini zikretmiş ve Rahmân’ın (cc) kullarının boş bir söz işittiklerinde veya kendini bilmez insanlar onlara laf attığında vakar ve hoşgörü ile ‘selâm’ deyip geçtiklerini bildirmiştir. Sevgili Peygamberimiz (sas) de “ya hayır söylemek ya da susmak” prensibi gereği, Allah’a (cc) ve âhiret gününe inanan bir insanın hayırlı, değerli ve gerekli sözler dışında boş söz sarf edemeyeceğini söylemiş ve insanın diline hâkim olabilmesi durumunda cennetle mükâfatlandırılacağı müjdesini vermiştir. Allah Resûlü (sas), fuzulî konuşmaları hiçbir zaman tercih etmemiş, mübarek ağzından lüzumsuz ve Allah’ın (cc) razı olmayacağı bir söz çıkmamıştır. Allah’ın (cc) adının zikredilmediği boş konuşmaları değersiz görerek ashâbını bundan sakındıran Hz. Peygamber (sas), onlardan bu tür konuşmaların yapıldığı bir toplulukta bulundukları zaman, oradan ayrılırken Allah’a (cc) tevbe edip O’ndan (cc) bağışlanma dilemelerini istemiştir.
Her davranışında ölçülü ve dengeli olmayı gözeten Resûl-i Ekrem (sas) Müslüman’ın niteliksiz ve amaçsız konuşup gevezelik yapmasını yasaklamış ve bu bağlamda boş yere yapılan yeminleri hoş görmemiştir. İnsanlar, alışkanlık sebebiyle kasıtsız olarak ağızlarından çıkıveren yeminlerinden sorumlu tutulmamışlardır. Hz. Peygamber (sas), gereksiz yere yapılan yeminlerle ilgili ashâbını uyarmış, özellikle alışverişte boş söz, yemin ve yalana sıkça başvurulması dolayısıyla tacirlerden bol sadakayla kazançlarını temizlemelerini istemiştir. Her ne şekilde olursa olsun boş konuşmaları Müslüman’ın karakteriyle bağdaştırmayan Allah Resûlü (sas), insanları güldürmek için yalan yanlış konuşanlara, ’yazıklar olsun!’ diyerek sitem etmiş, eğlence amaçlı da olsa doğru yoldan insanı saptıran sözlerde hayır olmadığını bildirerek bunları yasaklamıştır. Allah Teâlâ (cc), bu şekilde hiçbir bilgiye dayanmadan, sırf insanları Allah (cc) yolundan saptırmak ve bu yolu eğlence konusu yaparak alay etmek için kelime oyunu yapmaya kalkışanları alçaltıcı bir azabın beklediğini haber vermiştir.
Kişinin kendisini ilgilendirmeyen konularda sorduğu gereksiz sorular da mâlâyânî olarak nitelendirilmektedir. Ashâb-ı kirâm, her zaman Allah Resûlü’ne (sas) gelerek ona sorularını yöneltmiş, lüzumsuz şeyler sormaları durumunda ise uyarılmışlardır. Nitekim bir defasında Allah Resûlü (sas) hac âyetini ashâbına bildirerek onlara haccetmeyi emretmiş, bir adam ise ona, ‘Her sene mi?’ sorusunu yöneltmişti. Bu soruya karşı sükût eden Allah Resûlü (sas), adamın sorusunu üç kez tekrarlaması üzerine, “Evet dersem her sene (haccetmeniz) gerekir ve siz buna güç yetiremezsiniz… Sizden öncekiler peygamberlerine çok soru sormalarından ve peygamberlerinin buyrukları üzerinde ihtilâf etmelerinden dolayı helâk olup gitmişlerdir. Size neyi yasakladıysam ondan kaçının ve neyi emrettiysem gücünüz yettiği kadar onu yapın.” buyurmuştur. Ayrıca Hz. Peygamber (sas), sorduğu soru sebebiyle haram olmayan bir şeyin haram kılınmasına sebep olan kişiyi günahkâr ilân etmiştir. Allah Teâlâ (cc) da, “Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde, sizi sıkıntıya sokacak olan şeylere dair soru sormayın.” âyeti ile Resûlullah’a (sas) anlamsız ve lüzumsuz sorular sorulmamasını istemiştir. Hz. Peygamber’e (sas) on yıl hizmet ettiğinden ’hâdimü’n-Nebî’ (Nebî’nin hizmetkârı) lakabıyla anılan Enes b. Mâlik (ra) de, “Resûlullah’a (sas) faydasız ve gereksiz bir şey sormak bize Kur’an’da yasaklanmıştı!” demiştir.
Sevgili Peygamberimiz (sas), çok ve gereksiz soru sormanın yanında gereksiz yere malı israf etmek veya boş yere konuşarak dedikodu etmek gibi her türlü aşırı ve lüzumsuz davranışa karşı çıkmıştır. Müslüman’ın faydası olmayan oyun ve oyalanma şeklinde gerçekleştirdiği her fiili bâtıl ve anlamsız bulan Allah Resûlü (sas), kişinin yeteneklerini geliştirmesine sebep olan faydalı ve o dönemin şartlarının gerektirdiği atıcılık, binicilik, yüzücülük gibi spor ve oyunları öğrenmeyi tavsiye etmiştir.
Faydası olmayan ilimden dahi Allah’a sığınarak, yararlı işlere talip olmanın önemini vurgulayan Resûl-i Ekrem (sas), faydasız işlerin insanın âhiret hayatına yaptığı olumsuz etkiye dikkat çekmiştir. Nitekim bir defasında ashâbdan biri vefat etmiş ve çevresindekiler onun cennetlik olduğunu söylemişlerdi. Allah Resûlü (sas) ise onlara, bunun bilinemeyeceğini, zira o kişinin kendisini ilgilendirmeyen bir konuda lüzumsuz sözler sarf etmiş olabileceğini söylemiş ve böylece, mâlâyânî işleri insanın cennete girmesini engelleyecek davranışlar arasında zikretmişti. Dolayısıyla Resûlullah (sas), insanın ömür sermayesini faydalı işlere harcaması gerektiğine işaret etmiş ve onun âhirette ömrünü nerede geçirdiği sorusuna muhatap olacağını bildirmiştir. Oysa bazen şeytanın, bazen de tembellik ve gaflet zaafına kapılan nefsin telkinleriyle insan, kendisini hiçbir fayda vermeyen, zaman israfına neden olan davranışlar içinde bulabilmektedir. Bu yüzden Yüce Yaratan (cc), kullarına hayat şansının yalnızca bir kez verildiğini, zamanın değerinin bilinerek ömrün hakkının verilmesi gerektiğini her fırsatta hatırlatmış, “İki nimet vardır ki insanların çoğu onlar(ı değerlendirme) hususunda aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit.” buyurarak bu nimetlerin değerine işaret etmiştir.
Günümüz insanının en çok ihtiyaç hissettiği, çoğu kez yokluğundan yakındığı bir değer de ‘zaman’dır. Her insan zaman bulamamaktan şikâyetçi olmakla birlikte, en çok zaman sıkıntısı çekenlerin onu iyi planlayamayıp boşa geçirenler olduğu görülür. Özellikle bugün, iletişim araçlarının çeşitlenip çoğalması, teknolojik aletlerin yaygınlaşması ile zaman sıkıntısı daha çok hissedilir olmuştur. Bazen birer zaman tuzağı olabilen bazı televizyon programları, internet siteleri, oyunlar, diziler, magazin edebiyatı âdeta bir mâlâyânî sektörü meydana getirmiştir. Bir eğlence kültürü imiş gibi gösterilerek, özellikle gençlere özendirilen bu boş işler, farkında olmadan kişinin ömrünü çalmakta, insanî ve ahlâkî değerleri yozlaştırırken, insanı kendisine yabancılaştırmaktadır. Mâlâyânî olarak vasıflanan ve insanın kendisine, çevresine, dünya veya âhiret hayatına bir faydası olamayan davranışlar, kişiyi asıl uğraşması gereken şeylerden alıkoymakta, amellerin Allah (cc) için, O’nun rızası gözetilerek yapılması gerektiğini unutturmakta ve kişiyi yapmakla emrolunduğu ibadet ve taatten uzaklaştırmaktadır. Oysa Müslüman, zararlıya veya faydasıza değil, her iki âleme de yararlı olan amellere yönelmeli ve “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur” buyruğunun farkında olmalıdır.
Kıymetli Okurlarım!
En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir.
Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir)” (Asr, 103/1-4)
“…Allah’ım! Beni amellerin en iyisine ve ahlakın en iyisine ilet. Amel ve ahlakın en iyisine ancak sen hidâyet edebilirsin. Amellerin kötüsünden ve ahlakın kötüsünden beni koru. Amel ve ahlakın kötüsünden ancak sen koruyabilirsin.”(Nesai, İftitah, 16,(II,129))
En büyük hakikat Allah’a imandır
İman, “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmak” demektir. Sâlih amel, “Dinin yapılmasını emir veya tavsiye ettiği, iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işler”, ahlak ise “İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan mânevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar bütünü” olarak tarif edilmiştir. (TDV İslam Ans. İman, Amel, Ahlak md.)
Din’i, genel anlamda: “iman, ahlak ve ibadetler bütünüdür“, şeklinde ve bir piramit şeklinde düşünecek olursak piramidin üst kısmında iman, sonra ahlak sonra da ibadetler yer alır.İbadetten kastımız, yalnızca namaz, oruç, hac ve zekât gibi günün ya da hayatın belli zamanlarında ve bir kısmı imkân meselesi olan farzlar değil, Allah’a iman ve bilinci ile bir mü’minin uykusundan – insanlara güler yüz ve tatlı dil ile davranmasından tutun da sosyal ilişkilerin her alanına varıncaya kadar hayatın tamamını kapsayan iradeli eylemlerin tamamıdır.
İman;. yaratanımızın bizlere lütfettiği en büyük nimettir. İmansızlık ise en büyük felakettir. Yaratana inanmak fıtratın gereğidir. İnsanın yaratılma gayesi de Rabbini tanıma ve O’na yönelmektir. Yüce Rabbimiz;
و “Ben, insanları ve cinleri sırf bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51/57) buyurmaktadır. Bu ayette geçen “sırf bana kulluk etsinler” şeklinde tercüme edilen kısmı “sırf beni tanısınlar” şeklinde de ifade edilmiştir. Netice itibariyle de her iki anlamda birbirini gerekli kılmaktadır. Yani Allah’ı tanımanın anlamı O’na kulluk etmektir. O’na hakkıyla kulluk etmekle gerçekte Allah tanınmış olur. Ayrıca ibadetlerin temel amacı da kişinin imanını koruması, Allah rızasını ve sevgisini kazanmasıdır.
Allah’a iman etmemiz, O’na yönelmemiz ve O’ndan yardım istememiz, başarılı olmamızın ve karşılaştığımız sıkıntılarımızın çözümünün başlangıç noktasını teşkil eder. O’na dayanmamız ve güvenmemiz bize güç kazandırır. Yüce Rabbimiz umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter.
İman en büyük nimetimiz, her nimet içinde bir şükür gerekirse iman nimetimizin şükrünü Yaratanımızın emrettiği ibadetlerimizi yerine getirmekle ve güzel ahlaklı olmakla ifa edeceğiz. Bu sebeple imanımızı kemale ulaştırmak, razı olunan ve razı olduğumuz bir hayatı yaşamak, nihayetinde cennete ulaşmak için ibadetler ve güzel ahlak gereklidir.
İman- Amel İlişkisi
Salih amel; iyi niyetle ve bilinçli bir şekilde yapılan hayırlı iş demektir. Bu tariften yola çıkarak her davranış modeli salih amel değildir. Bir davranışın salih amel kategorisinde değerlendirmemiz için şu dört şarta uygunluğu aramamız gerekmektedir.
a) Salih ameli yapan kişinin müslüman olması,
b) Salih ameli imanın gereği olarak yapması,
c) Kur’an’a ve Sünnete uygun olması,
d) Tam bir ihlas ve iyi bir niyetle yapılması gerekir. (İsmail Karagöz, Kur’an’a Göre İnsana Verilen Görev ve Değer, s. 218.)
Dinin/imanın dış dünyadaki varlığı ancak pratiğe dönüşmüş eylemlerle anlaşılır. Bunun için de müeyyide/yaptırım şarttır. Yaptırım olmadığı taktirde pratiğe dönüşen eylemlerden söz etmek oldukça zor görünmektedir. Yaptırım gücü olmayan, insanı Allah’ın emirlerine uymaya ve yasaklarından sakınmaya götürmeyen ve kişiyi bu noktaya doğru dönüştürmeyen bir iman, Kur’ân’a göre makbul ve yeterli bir iman olamaz. Çünkü
”Bedevîler iman ettik dediler, de ki siz iman etmediniz lakin teslim olduk/boyun eğdik deyininiz” (Hucurât 49/14.)âyetinden böyle bir imanın yeterli görülmediğini anlıyoruz. Bu âyetten anlaşıldığına göre iman etmede sadece dil ile ikrar kâfi gelmemektedir. Yani, kişinin zahiren dil ile ikrar etmesi gibi, kalben de ihlâs ile iman edip kâmil mümin ve sadık Müslüman olması ve bunun gereğince amel ederek Allah ve Resulünün emirlerini isteyerek ve severek yerine getirmesi gerekir.
Allah Rasulü’nün yanına bir gün elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah ve yolcuya da benzemeyen bir adam geldi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanına oturdu; dizlerini onun dizine dayayıp ellerini de dizlerinin üzerine koydu. Hz. Peygamber’in arkadaşları arasında onu tanıyan da yoktu. Sonra da, “Ey Muhammed! Bana İslam’ı anlat.” dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurdu: “İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik etmen; namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve eğer gücün yetiyorsa haccı yerine getirmendir.” Bu sözler üzerine adam, “Doğru söyledin” dedi. Oradakiler, adamın hem soru sorup hem de onu tasdik etmesine şaşırdılar. Sonra, “Bana imanı anlat.” dedi. O da, “İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve iyisi ve kötüsüyle kadere inanmandır.” şeklinde karşılık verdi. Adam yine, “Doğru söyledin” deyip, peşinden “Bana ihsanı anlat.” dedi. O da şöyle söyledi: “İhsan, Allah’ı görüyor gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” dedi…Sonra adam gitti. Bir süre sonra Hz. Peygamber o kişinin Cebrail (a.s.) olduğunu ve onlara dinlerini öğretmeye geldiğini söyledi. (Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1 İslam’da farz veya nafile bir ibadetin yapılmasından haram bir fiili işlemekten sakınmaya, Allah’ın buyruk ve yasaklarına uygun biçimde dünyadaki ihtiyaçları karşılamak için yapılan faaliyetlere kadar ilahî iradeye uygunluk niyeti ile bütünleşen bütün ameller geniş manada ibadet kavramının kapsamında sayılmıştır. Diğer bir anlatımla ilahî emir ve yasaklara riayet ederek ve Allah’ın rızasını kazanma niyeti ile günlük ihtiyaçlarını karşılamak, ailesinin nafakasını temine çalışmak, toplumun kalkınmasına katkıda bulunmak için çaba sarf etmek de ibadet olarak telakki edilir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.): “Vücuttaki bütün eklemler için her gün sadaka vermek gerekir. Bineğine binmek isteyen kişiye yardım etmek veya yükünü bineğine koyuvermek sadakadır. Güzel söz sadakadır. Namaza giderken atılan her adım sadakadır. Yolunu kaybetmiş kimseye yol göstermek sadakadır.” (Buhari, Cihad, 72.) buyurmaktadır.
Kur’an-ı Kerimde bulunan ayetleri incelediğimiz zaman iman, salih amel ve ibadetlerle birlikte zikredilmektedir. Bu hususta birkaç ayeti siz kıymetli kardeşlerime aktarmak isterim.
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek mü’minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.” (Araf, 8/2-4)
İbadetler ancak salih bir niyetle eda edilirse anlam kazanmaktadır. Gösteriş için, desinler diye yapılan ameller kişi için bir fayda getirmemektedir. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır.
Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:”Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah’a ve Resûlü için ise, onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadın için ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, (I, 2)
Hedefimiz dünyamızı ve ahiretimizi cennet yapmaktır. Bununda yolu imanla beraber salih amelden geçmektedir. Kur’an-ı Kerimde geçen birkaç ayet şöyledir.
َ
“Kim de O’na salih ameller işlemiş bir mümin olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır.” (Taha, 20/75)
“ İnanan ve salih amelleri işleyenleri, altlarından nehirler akan cennetlerle müjdele.” (Bakara, 20/25)
İman-Amel-Ahlak İlişkisi
Amel/ahlâk, imanın bir cüzü olmamakla beraber aralarında ayrılmaz bir bağ vardır. Bu nedenle imanın amelî/ahlâkî boyutunun varlığı inkâr edilmemelidir. Amelsiz iman hayatı olmayan ölü gibidir. Çünkü iman, tıpkı bedendeki hayata benzer. Bir bedende hayat varsa alâmeti mutlaka az çok dışarıya yansır. Dışarıya yansıyan hiçbir hayat emaresi yoksa o bedende hayatın olmadığını gösterir. Aynı şekilde bir insanın kalbinde iman varsa o kendisini az çok bir şekilde mutlaka amel/ahlâk olarak dışarıya yansıtır; yansıtmaması mümkün değildir. Eğer dışarıya yansıyan az da olsa hiçbir amel/ahlâk yoksa, bu durum o kalpte imanın çok zayıf olduğunu gösterir. Bu nedenle böyle birisinin kendi durumunu yeniden gözden geçirmesi gerekir.İman, eylem haline dönüşmezse orada dini iradeden bahsedilemez. Bu taktirde o, sadece metafizik ve soyut bir kavramdan ibaret kalır. Halbuki iman, soyut bir kavram şeklinde hayatla ilgisi olmayan bir sıfat değildir. O, insanı amelî/ahlâkî açıdan her an canlı tutan ve sürekli iyi yönde hareket etmesini sağlayan önemli bir güç durumundadır. Bu yüzden ahlâk kurallarının en kuvvetli müeyyideleri dindedir.(Sönmez,Mustafa, İmanın Ahlaki Yaptırım Gücü)
İslam’da ahlâk, dinin imandan hemen sonra gelen en önemli bir ilkesidir. Denilebilir ki ahlak kalpteki imanın görünüm, tavır ve davranışlar olarak dışa, hayata ve ibâdetlere yansımasıdır Rol modelimiz Sevgili Peygamberimizdir. Efendimiz (s.a.s) ise en yüksek bir imana sahip olduğu gibi, bu imanın gereği olarak ta ahlaken en yüksek bir derecededir. Kur’an-ı Kerimde “ (Ey Peygamberim!) Sen büyük bir ahlak üzeresin” (Kalem, 68/4) buyrulmuştur. Biz inananların da hayat tarzı böyle olmalıdır. İmanımızın ahlakımıza yansıması gerekir. Çünkü mümin sadece inandım demekle yetinemez. İnancının gerekliliği olan salih amelleri işlemek ve güzel ahlakı düstur edinmek müminin hayat tarzıdır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in sevdiği kişi olmak ve ahirette O’nunla beraber bulunmanın yolu güzel ahlaktan geçmektedir. Bir hadislerinde Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur.
إ“Sizin bana en sevimli olanınız ve kıyamet gününde bana en yakın olanınız ahlakı en güzel olanınızdır” (Buhari, Edeb,38. (VI1,181))
İslam dininin gayesi, “Tevhîd” inancını, bütün insanların gönüllerine nakşetmeleri ve onların güzel ahlâk sahibi fertler olmalarıdır. Güzel ahlak Allah’ın (c.c.) emridir. Bu emri Sevgili Peygamberimizin şahsında da bizlere aktarmıştır. Bir ayette Efendimiz (s.a.s)’in şahsında bizlere güzel ahlaklı olmanın ne kadar değerli ve gerekli olduğu şöyle bildirilmiştir.
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran 3/159)
En güzel ahlak üzerine gönderilen Efendimiz (s.a.s) birçok hadislerinde inancın ahlaka yansıması gerektiğini vurgulamaktadır. Konumuzla ilgili şu hadisleri paylaşmak isterim.
“Müslüman diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mümin de halkın can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir”( Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8)
ِ “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân 7)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm:
– “Vallâhi imân etmiş olmaz. Vallâhi imân etmiş olmaz. Vallâhi imân etmiş olmaz” buyurdu.
Sahâbîler:
– Kim imân etmiş olmaz, yâ Resûlallah? diye sordular.
– “Yapacağı fenalıklardan komşusu güven içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhârî, Edeb 29)
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse komşusunu rahatsız etmesin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” (Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31,)
Allah Rasulü (s.a.s.) namaz, oruç gibi en temel ibadetlerden bahsederken ibadet-ahlak ilişkisine özellikle vurgu yapmış, ibadetlerin ahlaklı bireyler yetiştirmedeki rolüne değinmiştir.
Namazın her türlü hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyacağını :
“(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. “ (Ankebut, 29/45.) düşünen Allah Rasulü bir gün yanındakilere :, Ne dersiniz, birinizin evinin önünden bir nehir aksa ve her gün o nehirde beş kez yıkansa, bu durum o kişide kir namına bir şey bırakır mı?!.’ diye sordu. Oradakiler; ‘Hayır, o kişide kir namına bir şey bırakmaz.’ dediler. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi (s.a.v.), ‘İşte günde kılınan beş vakit namaz da böyledir. Allah onunla hataları siler.’” buyurdu (Buhari, Mevakitü’s-salât, 6; Mesacid ve mevziu’s-salât, 283.)
SONUÇ:
İman esas, amel gerekli, ahlak ise tamamlayıcıdır. İman toprak, amel ağaç, ahlak ise meyve gibidir. İman akıl, bilgi ve tefekkür sonucu kazanılan marifet ve basiret ile desteklenir ve kişi bilgi düzleminde kalmayıp Ayne’l-Yakin ve Hakka’l-Yakin derecelerine ilerledikçe imanı sürekli olarak artar; iman arttıkça kulluk şuuru ve bilinci hakim hale gelir… Kendisine karşı, aile efradına karşı, yönettiklerine ve çevresine karşı mesuliyyet duygusu güçlenir. Bütün bunlardan Rabbine karşı sorumluluğunun idrakine varır. Böylece Allah’ı görürcesine itaat ve ibadet etmenin hazzına ulaşır. Bu iman ve itaat bilinci ise insanda güzel ahlakın yegâne kaynağı olur.
Merhum M. Akif’in de dediği gibi:
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet
Temel insan hakları terimi, insanın sırf insan olduğu için doğuştan kazandığı, vazgeçilmez, devredilemez, kutsal haklarını ifade eder.
İnsan haklarını kazanabilmek için insan olmaktan başka bir şart yoktur. Dolayısıyla insan haklarının temeli bizzat insanın varlığı ve değeridir. İslâm hukuku tarafından güvence altına alınan insan hakları bütün insanlığa şamildir.
İslam dini insana insan olduğu için değer vermiş, üstünlüğün takvada olduğunu bildirmiştir. Yüce Rabbimiz Hucurat suresi 13. Ayette:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, en takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”
Sevgili Peygamberimiz de: “Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir Acemin Araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en muttakî olanınızdır” buyurmuştur.
Allah Rasûlü’nün (sav) Veda hutbesinde dile getirdiği hususlar da evrensel insan haklarının ortaya konulması açısından dönüm noktalarından birisini teşkil eder..
İslam dininin korumayı amaçladığı şeylerin başında hayat(can), nesil(nesep, ırz), akıl, mal ve dinin muhafaza edilmesidir. İslam dininin emir ve yasaklarının temel amacı bu değerlerin korunması ve insanın güven, huzur ve mutluluk içerisinde yaşamasıdır. Bu haklar her insanın evrensel hakkıdır. İslam dini bu hakların korunması için bir takım cezai müeyyidelerle tedbir almış, bunun yanında Allah Rasulü(s.a.v) bizzat yaşantısı ile bu haklara saygılı bir toplum yetişmesi için örnek olmuştur.
İslâm dininin korumayı taahhüt ettiği hak ve özgürlükler içerisinde diğerlerine de temel teşkil eden en önemli hak hayat hakkıdır. Bu hak diğer bütün hakların üstünde yer alır. Dolayısıyla yaşama hakkının gerek insanın kendisi, gerekse başkaları tarafından ortadan kaldırılmasını kesinlikle yasaklanmıştır. O kadar ki, ana karnındaki bir çocuğun bile geçim sıkıntısı ve benzeri endişelerle yok edilmesi yasaklanmıştır. (En’am, 6/151; İsrâ, 17/31).
İslâm’da yaşama hakkına yönelik tecavüzleri önleyici tedbirler alınmış, cana kıyma yasaklamış, bir kişinin öldürülmesi bütün insanlığın öldürülmesi olarak kabul edilmiş, buna karşılık bir canı kurtarmanın da bütün insanları kurtarmak anlamına geleceği belirtilmiştir. (Mâide, 5/32).
İnsanın varlığına kast etmek anlamına gelen öldürme suçunu işleyenlere ise en ağır cezalar takdir edilmiştir. Bu konuda devletin veya siyasî otoritenin herhangi bir af yetkisi yoktur. Dolayısıyla İslâm hukukuna göre mağdurun yakınları affetmedikçe, haksız yere ve kasten adam öldürenin cezası idamdır. (Bakara, 2/178). Ölenin yakınlarının da intikam duygusuyla hareket ederek, misilleme şeklinde karşılıklı cinayet işlemeleri, yani kan davası gütmeleri de yasaklanmıştır. (Bakara, 2/179).
İslam, insan sağlığını korunması gereken önemli bir değer olarak görür ve ona zarar verecek şeyleri de yasaklar.
Nitekim Rabbimizin içkiyi, eroini, kokaini, afyon gibi zararlı maddeleri yasaklamasının temelinde insan sağlığını korumak yatmaktadır. Yüce Rabbimiz Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
‘’Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız fakat iyilik ediniz.’’ Bakara, 2/195.
‘’Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının.’’ Maide, 5/88.
Sağlık bize Rabbimiz’in en büyük ikramıdır. Bunun kıymetini çok iyi bilmeliyiz. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyururlar : ‘’Hasta olmadan sağlığın, ölüm gelmeden hayatın, ihtiyarlamadan gençliğin, meşguliyetten önce boş vaktin, yoksulluğa düşmeden servetin kıymetini biliniz’’ (Fethul-Kebir, 1/203.)
Sağlığımızı korumak ne kadar önemli ise, hastalanınca da tedavi olmak o kadar önemlidir. Bu bakımdan Peygamberimiz: ‘’ Allah verdiği hastalığın şifasını da verir öyleyse tedavi olunuz’’ (Ebu Davud, Tıb, 11.) buyurarak, hasta olanların, tedavi olmalarının dini bir sorumluluk olduğunu belirtmiştir.
İslâm inancında yaşama hakkına dayalı olarak kabul edilen diğer insan haklarına da ehemmiyet verilmiştir. Bunlar, ifade özgürlüğü, inanma ve inancını yaşama, mülkiyet, şahsî dokunulmazlık, sosyal güvenlik, eşit muamele görme, haksızlığı düzeltme, iktisadî güvenlik, seyahat özgürlüğü, emeğin karşılığını alma, ikamet, evlenme, boşanma vb. haklar sayılabilir.
Şüphesiz bu hakların en önemlisi ise yaşama hakkıdır. Çünkü hayatı olmayan bir insan için nesepten, akıldan, dinden ve maldan söz edilemez. İnsanın yaşama hakkı dokunulmazdır. Kimsenin bu hakka müdahale etme hakkı yoktur.
Yaratılış gayesini unutan, islam ahlak ve değerlerinden uzaklaşan insan bazen aşağıların aşağısına düşebiliyor. Zamanın modern olması, baş döndüren teknolojik çağda yaşıyor olmamız insanları, zihinlerde var olan cehaletten kurtarmaya yetmiyor, aksine cehaletin boyutunun artmasına sebep oluyor. Kendini medeni diye dünyaya tanıtan, dünyanın son teknolojilerine sahip ülkelerin, diri diri enkaz altına terk ettikleri çocuklar, kadınlar, yaşlılar, sahillere cansız bedeni vuran bebekler modern çağın cahiliye âdetidir. İnsan hayatının, insanların zihninde bu kadar itibar kaybetmesinin sebeplerinden biri de gençlerimizin oyunlarda öldürmek, yaralamak ve patlatmak gibi eylemleri sanal ortamda yapıp bundan zevk alarak büyümeleridir. Bunun yanında, filmlerde insan öldürme sahnelerinin çokça yer alması, insanın bilinçaltına insan öldürmekte anlatıldığı kadar kötü bir şey olmadığı mesajı vermesi, cezalarını kendilerinin verebileceği konusunda cesaretlendirmektedir. Dinimiz, kan davalarını, intihar etmeyi, kürtajla masum bir bebeğin daha hayata gözlerini açmadan yaşamının sonlandırılmasını yasaklamış büyük günahlardan saymıştır. Gerekçesi ne olursa olsun hiç kimse bir başkasını öldürme yetkisine sahip değildir. Peygamber Efendimiz(s.a.v) binlerce sahabenin katıldığı veda hutbesinde bütün cahiliye adetlerinin ayağının altında olduğunu vurgulamıştır. Bu Cahiliye adetlerinden biriside kız çocuklarını diri diri toprağa gömülmesidir.İslam dini suça iten sebepleri azami ölçüde ortadan kaldırmış, insanı iman, ibadet ve ahlakla olgunlaştırmak için gerekli tedbirleri almıştır. Bundan sonra da her kim kasıtlı olarak bir cana kıyarsa onunda canına kıyılacağı hükmünü koymuştur.
“Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız.”(Bakara 2/179) Bir kimsenin canına kıymayı içinden geçiren kimse, kendisinin de öldürüleceğini kesin bilirse bu işe yeltenmekten geri durur. Dolayısı ile bu hükmün varlığı ikisinin de yaşamasına sebep olur.
Organ ve doku nakli, tedavisi sadece nakil ile mümkün olan organları hasar görmüş hastalara büyük umut ışığı olmaktadır. Günümüzde, birçok organ için naklin mümkün hale geldiği söylenebilir. Organ nakli konusundaki bilinç son yıllarda oldukça artmasına rağmen dünya’da ve Türkiye’de de organ nakli bekleyen insan sayısı çok fazladır. Dünyada, organ nakli yapılmazsa yaşamı ölümcül bir tehlike altında olan 1 milyara yakın insan yaşamaktadır. Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre, bu sayının yaklaşık 30 bini Türkiye’de yaşamaktadır.
Organ Bağışı, kişinin hayatta iken, serbest iradesi ile tıbben yaşamı sona erdikten sonra doku ve organlarınızın başka hastaların tedavisi için kullanılmasına olanak tanır.
Bir birey, sağlığında vücudunun tamamını veya belirli dokularını, tedavi, teşhis ve bilimsel amaçlar için bıraktığını resmi veya yazılı bir vasiyet ile belirtebilir. Bu şartların sağlanmaması durumunda sırasıyla eşi, 18 yaş ve üzeri çocukları, anne, baba, kardeşlerinin veya yanında bulunan herhangi bir yakınının muvafakatiyle ölen kişiden organ ve doku alınabilmektedir. Birey, ölümünden sonra, kendisinden organ veya doku alınmasına karşı olduğunu belirtmişse, organ ve doku alınamaz.
Organ bağışı nedir?
Organ bağışı kişinin hayatta iken kendi özgür iradesiyle, organlarının bir kısmını veya tamamını ölümünden sonra başka hastaların tedavisinde kullanılmak üzere vasiyet etmesidir. 18 yaşını aşmış, akli dengesi yerinde olan herkes organ bağışında bulunabilir.
.
Tıptaki gelişmelerin bugün geldiği noktada, insan vücudunun birçok organı nakil edilebilmektedir.
Yaşarken bağışlanabilir organlarda, yaşayan bir insan, diğer bir insana gerekli olan organı veya hücreyi bağışlar. Bu organlar çift veya tabaka halinde olan veya kendini yenileme özelliğine sahip olan organlardır. Örneğin; böbrek, karaciğer ve yenilenebilir özelliğe sahip hücreler veya kan, ilik ve üreme hücreleri gibi dokular.
Burada bağış yapanın yaşından ziyade organın durumu çok önemlidir ama genelde 70 yaş üstündekilerin organları nadir durumlarda alınmaktadır.
Ölümden sonra bağış olarak kabul edilebilecek organlar ve dokular; pankreas, damar, bağırsak, kulak kemikçikleri, deri, kalp, kalp kapakçıkları, gözün saydam tabakası, kemik dokusu, kıkırdak dokusu, karaciğer, akciğer, böbrek, kas ve beyin zarının bir kısmından oluşmaktadır.
Organ bağış kartı olsun ya da olmasın ailelerden izin alınır mı?
Organ bağış kartı olup olmadığı bakılmaksızın beyin ölümü gelişmiş tüm vakaların aileleri ile mutlaka görüşülür. Bu görüşme organ nakil koordinatörü tarafından gerçekleştirilir. Aile onayı olmadan hiç kimsenin organları alınamaz ve kullanılamaz.
Alınan organlar herkese nakledilebilir mi?
Nakil işlemleri Sağlık Bakanlığı bünyesinde Ulusal Koordinasyon Sistemi tarafından yürütülür ve yapılan tüm işlemler kayıt altına alınıp belgelenir. Organ dağıtımı; ulusal bekleme listelerinde kaydı olanlar arasından, öncelikle tıbbi aciliyeti olan hastalar olmak üzere, kan ve doku grubu uyumuna göre yapılır. Din, dil, ırk, cinsiyet, zengin veya fakir ayrımı gözetilmez. Alıcı ve vericinin kimlik bilgileri ailelerin izni olmadan açıklanamaz. Gizli kalması kanunen esastır.
İleri yaş veya kronik hastalığın olması organ bağışına engel midir?
Yaşın ileri olması, kronik bir hastalığın bulunması, alkol veya sigara içiliyor olması ve benzeri nedenler organ bağışı yapılmasına engel değildir.
Organ bağışı yapıldıktan sonra, vazgeçilebilir mi?
Organ bağışından vazgeçildiğinde bu yeni kararı aile ile paylaşılması ve organ bağış kartının imha edilmesi yeterlidir.
Dinen bir sakıncası var mıdır?
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu organ bağışını insanın insana yapabileceği en büyük yardım olarak tanımlanmıştır. 06.03.1980 tarih ve 396 sayılı kararı ile organ naklinin caiz olduğunu bildirmiştir:
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müçtehit ve fakihler de kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu bağışın hükmüne temas etmemişlerdir. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in delaletlerinden çıkarılmış genel hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni meselelerin hükümleri, fakihler tarafından bu genel kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek (tahriç yoluyla) çıkarılmıştır. Organ ve doku nakli konusundaki hükmün tayininde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır.
Değerli Kardeşlerim!
Dünyada huzurlu ve mutlu olabilmek, başkalarına muhtaç olmadan yaşayabilmek, dini vecibelerimizi eksiksiz olarak yerine getirebilmemiz için sağlığımıza dikkat edelim. Netice de bu can bize Rabbimizin bir emanetidir. Bu emaneti korumak ve O’nun rızası doğrultusunda bunu değerlendirmek dini bir sorumluluk olup kıyamet gününde bu emanetin hesabını vereceğimizi unutmayalım.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.