15 Kasım 2024 Cuma
MUSTAFA KEMAL’İN ASKERİ OLMAK
DİL KÜLTÜRÜ ÜZERİNE BİR DERTLEŞME (2)
Kaygıyla mı Yaşıyorsunuz? Endişe ile Başa Çıkmanın Çeşitli Yolları
Balıkçı teknelerine eşlik ediyorlar
EDİRNE’DE MAHALLE KÜLTÜRÜ -2-
Sanatta Özne Sorunu-2
Kıymetli Okurlarım! En Kalbi duygularımla sizleri saygı ile muhabbetle özlemle selamlıyorum.
“Rabbimiz Allah’tır” deyip de dosdoğru çizgide yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: “Korkmayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin!” (Fussilet, 41/30)
Süfyan b. Abdullah es-Sekafi’den (r.a.); “Ya Rasûlallah, bana İslam’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim », dedim. Rasulullah şöyle cevap verdi: “Allah’a inandım de, sonra da (da istikametten ayrılma) dosdoğru ol.” (Müslim, el-Câmiu’s-Sahîh, İman, 62)
İMÂN
Dünyevi ve uhrevi boyutuyla hayatı anlamlandırma hususunda en büyük imkân olan İmân “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” demektir. “Sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik etmek” mânasındaki akd kökünden türeyen i’tikâd da “iman” karşılığında kullanılır. Terim olarak iman genellikle “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmak” diye tanımlanır. Bu inanca sahip bulunan kimseye mü’min, inancının gereğini tam bir teslimiyetle yerine getiren kişiye de müslim/müslüman denir. (Temel İslam ansiklopedisi, İman Maddesi, 333-334)
İman kalbe atfedilen bir eylem olmakla birlikte, cennet ehlini iman ve sâlih amel sahiplerinin teşkil edeceği belirtilerek imanla ilâhî emirlere uymak/istikamet sahibi olmak arasında sıkı bir ilişki bulunduğuna dikkat çekilir.
İSTİKAMET
İstikamet, Kur’an’ın en temel ilkelerinden biridir. Sözlükte doğruluk, dürüstlük, adalet, i’tidal, itaat, sadakat, dürüstçe yaşama, sebat ve kararlılık gibi anlamlar verilmektedir.
İstikamet, doğru yaşam biçimini ve İslam’da kabul gören değerleri temsil eden bir anlama sahiptir. İman, ibadet, ahlaki değerler ve toplumsal davranışları daha iyi anlama hususunda bu kavramın merkezi bir önemi vardır. İstikamet, eğriliğin zıddı olarak da kullanılır. İstikamet, sadece doğru bir çizgide yürümeyi değil, aynı zamanda yanlışları düzeltmeyi de ifade eden bir anlama sahiptir.
İstikametin anlık değil, tüm hayatı kuşatan bir yapı arz etmesi gerekir. Kur’an’ın başlangıcında, Fatiha’da yer alan, her gün yaptığımız duamızda, Rabbimizden istikamet üzere olmayı isteriz. Yaradan’a münacatta ilk sıra, müstakîm yola ulaşmaktır. Bir müminin namazda defalarca Allah’tan isteği, istikamet üzere bir yaşam sürmektir.
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
Sırat-ı müstakîm ifadesi, sözlükte “yolcuların sürekli gidip geldikleri işlek yol; dosdoğru ve apaçık yol” anlamındaki sırat ile “doğru, düzgün, mu’tedil ve dengeli” manalarına gelen müstakîm kelimelerinden oluşan bir terkiptir.
Kur’an-ı Kerim’de ayetlerde müstakîm kelimesiyle nitelenen yol, hayat tarzını simgelemektedir. Yüce Allah’ın Kur’an ile bize bildirdiği, Hz. Peygamber’in de bizzat kendi hayatında yaşayıp bizi davet ettiği hak ve hakikat yolu, ayet ve hadislerde sırat-ı müstakîm ifadesiyle anlatılmaktadır.
Sırat-ı müstakîm tabirinin tam olarak neyi ifade ettiğini en iyi şekilde Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) anlatımından öğrenmekteyiz. Abdullah b. Mes’ud’un (r.a.) anlattığına göre Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve etrafında toplanan sahabeye şöyle dedi: “İşte bu Allah’ın (c.c.) dosdoğru yoludur.” Sonra da bu düz çizginin sağ ve sol taraflarına başka çizgiler çizerek, “Bunlarda diğer yollardır ki her birinin başında bir şeytan bulunmakta ve kendi yollarına çağırmaktadır.” dedi ve
“İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır…” (En’am, 6/153) ayetini okudu. (Darimi, Mukaddime, 23)
Kur’an-ı Kerim’de sırat-ı müstakîm ifadesinin ilk olarak geçtiği yer Fatiha Suresinin şu ayetleridir:
“Bizi dosdoğru yola; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.” (Fatiha Suresi 6-7) Burada sırat-ı müstakîm, kendilerine nimet verilenlerin yolu olarak nitelendirilmektedir. Kendilerine nimet verilenlerin kimler olduğunu da Yüce Rabbimiz insanlık tarihine atıf yaparak bizlere bildirmektedir:
“Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa, 4/69.)
Kur’an’a göre sırat-ı müstakîm üzere olmak demek, Allah’a hakkıyla kulluk yapmak demektir.
“Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse ona hakkıyla kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.” (Âl-i İmran, 3/51)
Rabbimizin, ‘Benim gösterdiğim dosdoğru yol işte budur; size düşen de bu yolda yürümektir.’ dediği bu dosdoğru yolun dinî ve ahlaki ilkelerini (yukarıda okuduğum) En’am, 151-152. şu şekilde sıralanmaktadır:
Hiçbir şeyi Allah’a şirk koşmamak,
Anne-babaya iyi davranmak,
Fakirlik endişesiyle çocukları öldürmemek,
Zina vb. çirkinlikleri açık ya da gizli işlemekten uzak durmak,
Haksız yere bir cana kıymamak,
Yetimin malını haksız yere yememek,
Ölçü ve tartıda dürüst olmak,
Yakın akrabaya karşı bile olsa adil olmak ve verilen sözde durmak.
Kısacası Allah’ın bütün emirlerine uyup yasaklarından sakınmak, sırat-ı müstakîm üzere olmanın ta kendisidir.
“İçinizden Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır.” (Ahzab, 33/21)
Hz. Peygamber, Kuran-ı Kerim’in yaptığı tekliflerin -yani emir ve yasakların- tamamını hayatında yaşamış ve böylece bize istikamet örnekliği yapmıştır. Üsve-i hasene bu demektir. Allah tarafından “âlemlere rahmet” ve üstün ahlakıyla insanlığa “en güzel örnek” olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.) de istikamet peygamberi ve rehberidir. Şüphesiz onun istikametinin kaynağı Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’dir “Şüphesiz ki sen yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4) ayeti Hz. Aişe’nin “Onun ahlakı Kur’an idi.” (Müslim, Müsâfirîn, 139) sözü Hz. Peygamber’in müstesna konumunu en güzel şekide anlatmaktadır. Peygamber Efendimiz Kur’an’ın rehberliğinde istikametini belirlemiş, onu bizzat hayatına uygulayarak Müslümanlara, hatta bütün insanlığa istikamet örneği/rehberi olmuştur.
İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet, kıyamete kadar istikamet üzere kalmanın yol haritasını insanlara anlatır. Hz. Peygamber, Veda Haccı’nda irad ettiği Veda Hutbesi’nde, “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar, Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvattâ, Kader, 3) buyurmuştur. İslam dairesine girişin anahtarı olan imandan sonra bu imanda sabit kalmak ve gerek ibadetlerde gerekse tutum ve davranışlarda gereğini yerine getirmek, kısacası istikamet üzere olmak İslam’ın özünü teşkil eder.
Allah Resûlü (s.a.s.) bunun için, Hûd suresindeki “Emrolunduğun gibi istikamet üzere (dosdoğru) ol!” ayet-i kerimesine işaret edip istikamet üzere kalmanın zorluğuna dikkat çekmiş, Hûd Suresi beni yaşlandırdı, (Tirmizî, Tefsiru Sûre, 56/6) buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in Kur’an’da ve sahih sünnette tasviri yapılan hayatı, bizim sırat-ı müstakîm üzere olmamızın ya da istikamet sahibi olmamızın/kalmamızın tek örneğidir. İstikamet rehberi olan Peygamber Efendimizin hayatında çok sayıda istikamet örneği görmek mümkündür. Bunlardan bir kısmı şöyle sıralanabilir:
Allah’a Kulluk Bilinci
Peygamber Efendimiz Allah’a ibadet etmekten büyük mutluluk duyar, İslamiyet’in temeli olan namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetlere büyük önem verirdi. Farz namazlara ilaveten bazen yoruluncaya kadar nafile namaz kıldığı olurdu. Gecenin bir kısmında uyur ve dinlenir, özellikle son üçte birinde uyanır ve bir miktar namaz kılardı. Farz olan ramazan orucu dışında da oruç tutardı. Ramazan ayının son on gününde mescidde itikâfa çekilerek bütün vaktini ibadetle geçirirdi. Eline geçen para veya malları iki üç günden fazla tutmaz ve ihtiyaç sahiplerine verirdi. Allah’ı her durumda anıp zikreden Peygamberimizin günlük dua ve zikirleri vardı. (Peygamberimiz, İman ve İstikamet, DİB Yayınları, 1. Baskı, Ağustos 2023, 37-38) İbadetleri ölçülüydü. Ashabına güçlerinin yettiği kadar ibadet yapmayı tavsiye ederdi. Allah katında en değerli ibadetin az da olsa devamlı yapılanı olduğunu söylerdi. (Peygamberimiz, İman ve İstikamet, 38)
İslam’ı Tebliğde Sebat ve Kararlılık
Her Hususta İtidal ve Denge
K.Kerim’de yüce Allah Müslümanları “aşırılıklardan uzak mutedil, yani orta yolu tutan bir ümmet”(Bakara Süresinin 2/143) olarak vasıflandırmıştır. Peygamber Efendimiz de ifrat ve tefrite düşmeden her hususta dengeli davranmayı tavsiye etmiş ve kendi hayatında da örnek olmuştur. İbadet maksadıyla olsa bile kişinin ailesinin ve kendisinin haklarını göz ardı ederek normalin ötesinde bir tutum ve davranış sergilemesini doğru bulmamış, hatta bunu sünnetten yüz çevirmek olarak görmüştür. (Peygamberimiz, İman ve İstikamet, 40)
Doğruluk ve Güvenilirlik
Peygamber Efendimizin en dikkat çekici ve en önemli özelliklerinden biri doğru ve güvenilir bir insan oluşudur. “Ya Rasûlallah, bana İslam’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim », dedim. Rasulullah şöyle cevap verdi: “Allah’a inandım de, sonra da (da istikametten ayrılma,yani dosdoğru ol.” (Müslim, el-Câmiu’s-sahîh, İman, 62.)
“Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da istikamet üzere olan, Allah’a itaatten hiç şaşmayan kimseler geleceklerinden korku duymaz ve geride bıraktıklarına da üzülmezler. Yalnızca bunlar melekler tarafından cennetle müjdelenir ve onların dostu olabilirler.” (Fussılet, 41/30)
Kıymetli Okurlarım : En Kalbi duygularımla saygı ile muhabbetle sevgi ile hasretle sizleri selamlıyorum . Cumanız mübarek olsun.
İnsan ve Kulluk
Mükemmel bir palana göre yaratılan ve ahenkli bir düzen içinde işleyen kainatta, her şeyin bir gayeye yönelik olduğunu görürüz. Elbetteki insanda bir gayeye matuf yaratılmıştır.
Bütün mahlukatın yegane yaratıcısı Rabb’imiz Allah (cc) mahlukat içerisinde insana seçkin bir yer tayin etmiştir. Allah (cc) insanı akıl, fikir ve üstün yeteneklerle donatmış ve buna mukabil insana bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Hiç şüphe yok ki insan bu dünyaya sadece yiyip- içmek ve geçici zevkleri tatmin etmek için gelmemiştir. Aksine insan bu dünyaya belli bir gaye için gelmiştir.
Yine insan, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlıktır. Bedenimizin maddi gıdaya ihtiyacı olduğu gibi ruhumuzun da manevi gıdaya ihtiyacı vardır. Ruhun en önemli gıdası sağlam iman ve ihlasla yapılan ibadettir. Bu durumda bize gösteriyor ki insan başıboş yaratılmamış bilakis bu dünyaya daha yüksek bir gaye ve sonsuz bir hayata hazırlanmak için gelmiştir.
Ne için yaratıldık?
Ben cinleri ve insanları (sırf Beni tanıyıp) Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat, 51/56)
Mealini verdiğimiz bu ayet-i kerime insanın yaratılış gayesinin; yüce yaratıcıya kulluk etmek ve her daim kul olarak kalabilmek olduğunu bildirmektedir.
Peki ibadet nedir?
İbadet: Allah (c.c.)’a ta’zim ve saygı göstermek emirlerine itaat etmek, O’na kulluk etmek demektir. Diğer bir ifade ile yapılmasını emrettiği, razı olduğu söz ve davranışlardır.
İbadet Allah (c.c)’a saygı ve itaatin en yüksek derecesidir. Böyle bir saygı yalnız Allah’a yapılır, bütün varlığını kendisine boçlu olduğu Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı, kulların ise Allah’a karşı bir görevidir. Ergenlik çağından itibaren başlayıp, ölüm anına kadar devam etmesi gereken bu görev, sadece belirli gün, saat ve dakikalara bağlı değildir. Bütün hayatı kapsamaktadır.
Allah’a kulluk için yaratılan ve dünyaya gönderilen insan, “Elbette sizi korku, açlık; mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle deneriz” (Bakara2/155) ayeti gereği çeşitli yönlerden imtihana tabi tutulmakta ve kulluk yapıp yapmadığı konusunda sınanmaktadır.
Ayrıca ibadetler dünya hayatında mutlu ve huzurlu olabilmenin, ahirette de ebedi mutluluğu yakalayabilmenin tek çıkar yoludur. Bu hakikat Asr suresinde özlü olarak ifade edilmektedir:
Asra and olsun ki, insan ziyandadır. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir). (Asr, 1-3)
İbadette bizim için maddi ve manevi pek çok faydalar olduğu bir gerçektir. Allah Teala bizim ibadetimize muhtaç değildir, fakat bizim İbadete ihtiyacımız vardır. İbadetin faydası da bize aittir.
İnsan hayatta çeşitli sıkıntılarla karşılaşır. Bazen ümitsizliğe ve bunalıma düşebilir. Böyle durumlarda, ibadetle bunalımlardan kurtulur. Çünkü ibadet sayesinde Allah’a yönelir, bütün umutların söndüğü anda O’nun sonsuz rahmetine iltica eder ve böylece huzura kavuşur.’
Yüce dinimiz ibadeti öyle esaslar üzerine bina etmiştir ki, özü muhafaza edilerek güzel bir şekilde ve devamlı olarak yapıldığı takdirde, beklenen neticeyi mutlaka temin eder.
İbadet, inananlara Allah katında değer kazandırır. İbadet görevini yerine getirmeyenler bu nimetten mahrum kalır. Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurulur:
(Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.” (Furkan 77)
Niçin İbadet Etmeliyiz
1) Allah Teala’nın Emri Olduğu İçin;
Ben cinleri ve insanları (sırf Beni tanıyıp) Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat, 51/56)
Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız. (Bakara, 2/21) gibi âyetler, insanın sorumlu bir varlık olduğunu, Allah (cc)’nın emri doğrultusunda daima kulluk bilinci ile hareket etmesi gerektiğini ifade etmektedir.
2) Verilen Nimetlere Karşı Şükür Etmek İçin;
İnsanı eşref-i Mahlukat olarak en güzel surette yaratan ve ona sayısız nimetler veren Allah’a hamd ve şükretmek gerekmez mi?
Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nutfeden (erkek ve kadın sularından) yarattık da onu işitici, görücü yaptık. Muhakkak Biz ona (doğru) yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör kafir!(İnsan, 76/2-
Bu ayetten de anlaşılıyor ki ibadetler; Allah (c.c.)’a şükretmenin göstergesidir. İnsan Allah (cc)’a ancak ibadetleri ve yaptığı salih amelleri ile teşekkür edebilir.
Yine;
Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de hep O’na döndürüleceksiniz. (Yasin, 36/22)
Ayetinde, mahlûkatın, yaratıcısı olan Allah’a itaat ve kulluk etmenin, aklın ve fıtratın gereği olduğu söylenmiştir. Şayet bir mantıksızlık varsa o da insanın kendisini halk etmeyen varlıklara kulluk etmesidir.
İbadetlerde Ölçü Ne Olmalıdır?
Allah Teâla ibadetlerde orta yolu tutmamız için, ibadetleri kolaylaştırmıştır:
يُAllâh sizin için kolaylık ister, güçlük istemez. (Bakara, 2/185)
Peygamberimiz (s.a.v) de:
Bu din kolaylıktır. Kimse (aşırı gayretle) dini geçmeye çalışmasın, (başa çıkamaz, yine de yapamadığı eksiklikleri kalır ve) galibiyet dinde kalır. (Buhârî, İman, 29) buyurmuştur.
Başka bir hadislerinde ise:
عHz. Enes (r.a) anlatıyor: Resûlullah (a.s) şöyle buyurdu: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlm 12, Edeb 80)
Bütün bu ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere Allah (cc) insana taşıyabileceği kadar sorumluluk yüklemiş ve bu hususta kendisinden istenileni yerine getirmesi noktasında gayret göstermesini emretmiştir. Her şeyde olduğu gibi ibadetler hususunda orta yolun tutulması gerektiğini istemiştir.
İbadetlerde İstikrar ve Devamlılık
Yüce Allah (c.c.) ibadetleri, belirli gün ve gecelerde, belirli aylarda yada belirli yaşlarda değil; mükellef olduğumuz andan ölünceye kadar yerine getirmemizi emrediyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Sana ölüm gelip çatıncaya kadar Rabbine ibadet et! (Hicr, 15/99)
Çünkü kulluk ergenlik çağı ile başlayıp akıl başta olduğu müddetçe devam etmektedir. Kişinin kulluk vazifesi ancak kendisine ölüm gelip çatınca bitmektedir. Ölümünde kişiye ne zaman geleceği belli olmadığına göre kişi her daim hazırlıklı olmalı, ibadetlerle iç içe bir hayat sürmelidir.
Nitekim bir başka âyette,
Hz. İsa beşikte iken konuştuğunda) Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekat vermeyi emretti. (Meryem, 19/31) buyurulmuş ve kulluğun serüveni gözlerimizin önüne serilmiştir.
Ailene (ümmetine) namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir.
Hadis-i şeriflerde ise;
(İşlerinizde) orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiç biriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez ve Allah (c.c.) için amellerin en sevimlisi az da olsa devamlı olanıdır. (Buhari, Rikak, 18; 5983)
Hz. Aişe (r. anhâ) diyor ki: “Yanımda Benî Esed kabilesinden bir kadın vardı. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.v) içeri girdi ve: “Bu kimdir?” buyurdu. “Falancadır, geceleri hiç uyumaz, (ibadet yapar)” dedim. Resûlullah (s.a.v): “Sus, yeter! Size, tâkat getirebileceğiniz amel yaraşır. Siz (ibadet yapmaktan) usanmadıkça, Allah (c.c.) da (sevab vermekten) usanmaz. Allah (c.c.)’a en hoş gelen dinî amel, kişinin devamlı olarak yaptığı ameldir” buyurdu. (Zira asıl olan sonun güzel olmasıdır. Yani müslüman olmak ve müslüman olarak ölebilmektir. Allah (cc) bizlerden
Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün. Âl-i İmrân Sûresi
İbadetlerin devamlılığını ifade eden bir başka hususta şudur ki; Allah Teala’nın ibadetlerin yerine getirilmesi husunda sağlamış olduğu kolaylıklardır. Misal verecek olursak namaz ibadetinin belli şartları ve rükünleri vardır. Dinen mazeret sayılacak bir takım sebeplerden dolayı bunlar yerine getirilemezse Allah (cc) bu hususlarda bir takım kolaylıklar sağlamış, kişiye gücü yettiği kadar ve gücü yettiği şekilde bu ibadeti yerine getirme fırsatı vermiştir. Bu durum hem o kişinin ibadetten mahrum kalmamasını sağlamış hem de o kişiye Allah’ın emirlerine riayet etmenin haz ve mutluluğunu yaşatmıştır.
Bu da bize gösteriyor ki akıp giden zaman içerisinde kulluk ve onun gereği olan ibadetlerin de kesintisiz ve noksansız devam etmesi gerekmektedir. Mü’min, emanet olarak verilen hayatın, hiç ara vermeden tükendiğini unutmamalı ve kulluğun, sonsuzluğa uzanan çizgide sürekli devam etmesi gerektiğini aklından asla çıkarmamalıdır. İnsan sağlam bir imana sahip olmalı, imanın koruyucusu mesabesinde olan ibadetlerini yerine getirmeli, bu durumu bir hayat tarzı haline getirmeli ve gelmesi kesin olan ölümü bu hal üzere karşılamalıdır. Aksi takdirde insan koruması gerekenleri koruyamaz ve elindekileri de kaybeder. Bu durum ibadet hayatında geri adım atmak ve mânevî yönden mertebe kaybetmektir.
Halbuki ; Allah (cc)
إBir toplum inanç ve davranışlarını değiştirmedikçe, Allah (c.c.) da onların durumunu değiştirmez. (Ra`d, 13/11) buyurmakta ve sahip olduğumuz değerleri korumak noktasında insanın rolünü ortaya koymaktadır. Bu insanlar, inançlarını ve güzel hayat tarzlarını değiştirmedikçe, sahip oldukları nimetler ellerinden alınmaz. Bu gerçeği Allah (c.c.) Teâlâ Kur’an’ın bir başka âyetinde tekrar belirterek şöyle buyurur:
Bu, bir millet, kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar, Allah (c.c.)’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden böyledir. (Enfâl 8/ 53)
Bir toplum, ahlâkını bozarak kendisini değiştirir, iyi yanlarını terk edip kötü bir hayat tarzını benimsemeye başlarsa, o zaman Allah (c.c.) Teâlâ verdiği nimetleri ellerinden birer birer geri alır.
Bir zamanlar sahip oldukları değerlere sırt çevirdikleri ve onları büsbütün yitirdikleri için onları cezalandırır. Başka milletlerin boyunduruğu altına sokarak ezer. (Riyazü-s Salihin Tercüme ve Şerhi, Komisyon, s. 529, Erkam y.)
O halde yapmamız gereken ibadetleri samimi ve içtenlikle, riyaya kaçmadan, yalnız Rabbimizin rızasını gözeterek, kararlılıkla ve sürekli yapmalı; Yapa geldiğimiz güzel hasletleri terk etmemeli ve değiştirmemeliyiz. Bu hususta son derece dikkat etmeli ve amellerimizi boşa çıkaracak her türlü davranıştan sakınmalıyız. İnanç ve davranışlarımızı değiştirmek, akıbetimizi de değiştirecektir.
Görüldüğü gibi ayet ve hadislerde, ibadetlerde devamlılık emredilmiştir. Devamlı surette yapılan ibadetlerin az da olsa ara sıra yapılan ibadetten hayırlı olduğu anlaşılmaktadır. Zira devamlı bir şekilde yerine getirilen ibadet, az bile olsa Allah’a itaati, bağlılığı ve O’nu sürekli hatırlamayı ifade eder. Bu açıdan devamlı yapılan bir ibadet, devam etmeyen çok amelin kat kat önüne geçer.
Sonuç olarak;
İnsanın yaratılış gayesi kulluktur. Ve insan başıboş bırakılmayacaktır.
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” ( kıyamet 36)
Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız (Mü’minun 115) ayet-i kerimeleri bize bu gerçeği hatırlatmaktadır.
“Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr, 15/99) ayeti kerimesi gereğince kulluğun süreklilik ifade etmektedir. Dolayısıyla kullukta kesinti yoktur. Devamlılık onun temelidir. Bu açıdan kullukta tatil, izin, ara verme, istifa ve istirahat gibi dünyevi işlerde görülen kavramlar yoktur. Ancak kullukta, insanın fıtrî özelliklerine, sağlık durumlarına ve hayat şartlarına göre özel kurallar ve ruhsatlar vardır. İnsan, ergenlik çağından, ruhunu teslim edinceye kadar Allah’a kulluk yapmakla sorumludur.
Yüce Allah Kur’an’ın birçok yerinde müşriklerin itirazları ve inatlarına karşı; “Onlar, ne yaparlarsa yapsınlar, hangi hakarette bulunurlarsa bulunsunlar, seni ne şekilde incitirlerse incitsinler yılgınlık gösterme, tebliğ görevine devam et. Kulluk görevini ihmal etme. Secde edenlerden ol. Ölünceye kadar bana kulluk et” anlamında Hz. Peygamber’den ve ona tabi olan herkesten kulluğa devam etmelerini istemiştir. O halde kul olarak bize düşen kulluk bilinci içerisinde olmak ve ölüm bize gelince ye kadar samimi bir şekilde gücümüz yettiğince ibadetlere devam etmektir.
Yazımızı Merhum Muhammed Hamdi Yazır’dan yaptığımız bir alıntı ile bitirelim;
“Müminin, her gün “Kâinatta ben Allah’tan başkasına hürriyetimi veremem ve ancak O’na ve O’nun emrine boyun eğerim. İtaat etmeyi sever, isyandan nefret ederim, İyiliğe koşar, kötülükten sakınırım, iyiliğin başını da hakta bilirim. Allah’ın emrine uymayan, Allah hesabına yapılmayan hiçbir şeye ölürüm de baş eğmem. Çünkü ben yoktum, O beni var etti ve terbiye edip bana hürriyet verdi. Bu can, bu vicdan ve hürriyet bende O’nun emanetidir. Bunu yapan isterse sonsuz defalar daha yapabilir. Bundan dolayı O’nun yolunda her şeyi feda ederim. İstediği zaman yapabileceği, alacağı canımı da feda ederim, dünyayı da feda ederim. Bu uğurda acılara katlanır, iyilik ve hastalıklara göğüs gererim. Katlanamaz ve göğüs geremezsem ölürüm. O’nun emri gereği, zaten öleceğim. Ölürsem de böyle imanla, böyle bir dostlukla ölürüm. Başlangıcım toprak, sonum toprak olur. Allah’tan gelir, Allah’a giderim. İşte ben Allah’ın böyle bir kuluyum…” diyebilmesi ve buna içten bağlanması ne kadar büyüktür. İnsan için bundan daha büyük bir kuvvet, bir yücelik nasıl düşünülebilir? (Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1971, c.1, s.103)
Kıymetli Okurlarım! En Kalbi duygularımla sizleri saygı ile muhabbetle özlemle sizleri selamlıyorum . Cumanız Mübarek olsun.
Birçok haksızlığın olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Yapılan haksızlıklar, adaletsizlikler, adam kayırmalar, haksız kazançlar, vs gibi birçok olumsuz durum biz Müslümanları rahatsız ediyor. Ancak içimizden bazı Müslümanlar var ki, yaşadıkları haksızlıkları ve zulümleri bir kin meselesi haline getirip öç alma peşine düşerek aynı yolu izliyor ve zalimlerden oluyor.
Bizlerin ana gayesi insanlığa faydalı olup adaleti ayakta tutma görevimizdi. Öyle ki insanlara eza veren bir taşı yoldan kaldırmak bile imanın bir parçası idi. Fakat üzülerek görüyoruz ki! Artık insanların ayakları takılsın da düşsünler diye uğraşıyoruz.
Belki farkında değiliz ama zalimlerden olduk ve zalimleri sever olduk!
Peki! Zulüm nedir?
Âlimlerimiz zulmü üç kısım halinde incelemişler.
Birincisi, Yüce Allah’ın emirlerini inkâr ve kendisine ortak olma zulmüdür. Bu zulüm şirk ve küfürdür.
Yüce Allah (CC) şöyle buyurmuştur;
Hani Lokman oğluna öğüt vererek, şöyle demişti: “Yavrum, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk çok büyük bir zulümdür!” [1]
Ortak koşmak denilince Müslüman’ın aklına taştan yapılmış heykelcikler geliyor ancak bizim putlarımız kalplerimizde!
O putlarımızı o kadar çok seviyoruz ki! Namaza geldiğimizde camiye, hacca gittiğimizde Kabe’ye, sadaka verdiğimizde fakirin evine, velhasıl her yere peşimizde getiriyoruz.
Bu putun adı benlik putudur. Başka putlarımızı belki kalbimizden söküp atabiliyoruz ama bu putu her daim yanımızda taşıyoruz!
İçimizdeki putları yıkmadan Rabbimize imanımız sadece sözde kalan ama bir mana ifade etmeyen bir papağan sözü olmaktan ileri gidemez!
İkincisi, zulme meylederek insanların birbirlerine karşı olan zulümleridir.
Temel insan haklarından olan mallarına, canlarına, namuslarına, nesillerine ve akıllarına tecavüz etmek ve saldırmak, gıybet, dedikodu ve iftiralarda bulunmak fitne ve fesat çıkarmaktır. İslam dininin yasakladığı bu çirkinliklerden Müslümanlar şiddetle sakınmalıdırlar.
Bunlardan daha önemlisi Müslüman’ın Müslüman’a olan kardeşlik hakkını çiğneyecek fitnelerde zalimlerle ve kâfirlerle iş tutmaktır.
Müslümanlar şer güçlerin fitnelerine alet olmak suretiyle birbirlerine zulüm etmemelidirler.
Sakın zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz! [2]
Bizler kinimiz ve menfaatimiz için kardeşlerimizi hiçe sayarken, bunca hata ve kusur işlediğimiz halde Rabbimiz bize zulmetmediğini Allah Resulünün dili ile şöyle ifade ediyor:
Ey kullarım! Ben zulmetmeyi kendime haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. Artık birbirinize zulmetmeyin. [3]
Zulmün büyük bir günah olduğunu bildiğimiz halde karşımızdaki insanları kendi değer yargılarımıza göre yargılayıp, sonrada mahkûm ediyoruz!
Peki! Ama ya bizim değer yargılarımız yanlışsa?
O zaman yarın huzur-u mahşerde bu yaptıklarımızın sonucu ne olur sorusuna Allah Resulü şöyle cevap veriyor:
Zulümden sakınınız, zira zulüm kıyamet gününde sahibini saran zifiri karanlık olacaktır. [4]
Bizlerin adaleti, Allah’ın adaletine uygun olmadıkça, bakışımız kuranın bakışı olmadıkça, hal ve hareketimiz Allah Resulün hal ve hareketi ile örtüşmedikçe, bizler olduk dememiz, şeytanın ben demesinden farklı olmayacaktır!
Üçüncüsü, insanın kendi kendine zulmetmesidir.
Yüce Allah’a kul olacağına, kendi iradesiyle yaratılmışlara kul olmak suretiyle köleleşmeyi kabul ederek zulme rıza göstermesidir.
Çoğu zaman etrafımızdaki insanlardan şu sözü duyuyoruz: aman eline diline hâkim ol! Hak dahi olsa falanca kimselere muhalefet etme! İşinden olursun, aşından olursun ve zulüm görürsün!
Peki ama! Hakkı tutup kaldırmayan, zulme engel olmayan, adaletten yana olmayan nasıl Müslüman olabilir ki?
Sıkıntılar karşısında hep suçu başkasında arayan Müslüman! Hiç kendine baktın mı?
Hâlbuki Rabbimizin beyanı açık:
İşte bu, sizin kendi ellerinizle ortaya koyduğunuz yüzündendir! Yoksa Allah, kullarına karşı asla zulmeden değildir [5]
Bu durumda olan, halinden haberdar olmayan kardeşlerimize karşı nasıl bir tavır içinde olmalıyız?
Hz. Peygamberimiz (S.A.V.) bizleri şöyle uyarmaktadır:
Din kardeşin zalim de olsa, mazlum da ona yardım ediniz.” Sahabe sordu, Ya Resulullah mazluma yardım etmeyi anladık, lakin zalime nasıl yardım etmeliyiz sorusuna Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular, “zalimin kollarını tutarak (gücünü kırarak) zulmüne engel olursanız, şüphesiz ki, bu iş ona yardım etmektir. [6]
Eğer ki bizler zalimlerin gücünden korkarsak, menfaatlerimize taparsak, aman boş ver bize mi kaldı insanları düzeltmek dersek, bilelim ki Rabbimizin bize ihtiyacı yoktur!
Ey iman edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda seferber olun denilince yerinize yığılıp kaldınız. Yoksa ahretten geçip dünya hayatına mı razı oldunuz?” “Eğer toplanıp seferberliğe kalkmazsanız Allah sizi cezalandırır ve yerinize başka bir topluluk getirir ve siz Allah’a zerre kadar zarar veremezsiniz! Allah her şeye kadirdir. [7]
Rabbim bizleri zalimlerden olmaktan muhafaza eylesin!
Rabbim bizleri zalimlerden korkmaktan muhafaza eylesin!
Rabbim bizleri sadece kendinden korkan ve ona uyan kullardan eylesin!
[1] Lokman 13
[2] Hud 113
[3] Müslim, Birr 55
[4] Müslim, Birr 56
[5] Enfal 51
[6] Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68
[7] Tevbe 38-39
Kıymetli Okurlarım !
En kalbi duygularımla hasretle özlemle muhabbetle sizleri selamlıyorum .Cumanız mübarek olsun.
Toplumu ayakta tutan en temel prensipler milli ve manevi değerlerdir. Bir toplumu toplum yapan, toplumun geçmişten aldığı güçle geleceğe en sağlam şekilde ilerlemesini sağlayan temel ilkelerdir milli ve manevi değerler. Yüce Milletimiz bu iki değeri gerçek anlamda özümsemiş, yaşantısının bir parçası haline getirmiştir. Bu anlayış ile vatanını, dinini, namusunu hiç kimseye çiğnetmemiştir. İstiklal Marşımızda bu husus ne güzel aktarılmaktadır.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ecdadımızın gerçekleştirdiği son şanlı destan Kurtuluş Savaşı olmuştur. Dünyanın bir çok yerinden gelmiş Devletlere karşı “Ya istiklal ya ölüm” ilkesiyle donatılan bir mücadele gösterilmiş, vatanımız hiçbir düşmana bırakılmamıştır. Samsundan başlayan, Erzurum, Sivas kongreleriyle devam eden Kurtuluş Savaşının sonunda kazanılan zafer neticesinde Devletimiz Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve yönetim şekli olarak da 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Sözlükte, çoğunluk anlamındaki “cumhûr” kelimesinden türeyen “cumhuriyet” terim olarak, bir toplumu yönetme yetkisinin, seçimle halktan alındığı siyasal örgütlenme biçimine denir. Cumhuriyet, tek kişinin bir toplumu yönetmesi anlamındaki “monarşi”nin karşıtıdır. Cumhuriyet yönetiminde, toplumu yönetecek olanlar, halk tarafından seçilir. Monarşide ise böyle bir seçim yoktur, yönetim, babadan oğula veya kardeşe geçen bir sistemle iş başına gelen bir kişi tarafından yönetilir.[1]
Cumhuriyet rejimine göre, bütün vatandaşlar kanun önünde eşit sayılmış, onlar arasında hiçbir ayrıcalık tanınmamıştır. Bu sebeple Cumhuriyet ırk, din, dil ve cemiyet farkı gözetmeksizin tüm vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasal rejimin adı olmuştur.
İslam Dini, dünya hayatında yaşayan insanoğlunu, cinsleri, renkleri, dilleri vb. birçok özelliği ile farklı yaratıldığını ve farklılıkları ise insanlar arasında ayrımın bir sebebi olamayacağı görüşünü kabul eder. Yüce Rabbimiz bu durumu Kuran-ı Kerimde şöyle bildirmektedir. “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…”[2] Sevgili Peygamberimiz de Veda hutbesinde insanların birbirlerine karşı, renk, ırk, din farkının olmadığını bizlere şöyle bildirmektedir. “Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahin da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır..”
Cumhuriyetimiz, vatandaşların devlet yönetimine eşit olarak katılımını sağlaması, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini devlet teminatı altına alışı, milli birlik ve beraberliğimiz açısından da birleştirici bir özellik taşımaktadır. Kadın ve erkek arasında yönetime katılmada, yönetici olmada bir ayrım, yöneticileri seçmede bir ayrım gözetmemiştir.
Cumhuriyet yönetimde halk ile istişare yapmanın adıdır. Çünkü Ülke yönetiminde söz sahibi olanlar kendi görüşlerini halka arz etmekte, halk ise kendisiyle istişare eden ve kendisinin istediği kişileri tercih etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de İnananların arasında bulunması gereken işleyişi şöyle bildirmektedir. “müminlerin işleri aralarında danışma iledir”[3] Bir başka ayette ise Yüce Rabbimiz, bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve bize, şöyle emreder:
“İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (Ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever”[4]
Peygamber Efendimizin hayatında ve daha sonra dört Halife döneminde işlerin hep istişare ile çözüldüğü görülmektedir. Konumuzla ilgili birkaç örnek verebiliriz. Bedir savaşında ordunun konuşlandırılması ile ilgili yer tespiti Ashap ile istişareden sonra belirlenmiş ve yapılan bu tercih savaşın kazanılmasına vesile olmuştur. Bedir Savaşı’nda alınan esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılması istişare ile karara bağlanmıştır. Yine Uhud savaşına çıkılıp çıkılması istişare sonucunda alınmıştır. Peygamberimiz vefatlarından önce kendi yerine vekil bırakmamış, Devlet İdaresi için kendisi tarafından hiç kimse atanmamıştır. Peygamber Efendimizin vefatından sonra Devlet Başkanlığı seçimi yine istişare ile olmuş, dört halifenin tamamının seçimi hep insanların seçimiyle gerçekleşmiştir. Hz. Ebû Bekir’in, Devlet Başkanlığı görevine gelişinden sonra halka hitaben yaptığı şu konuşma çok anlamlıdır: “Ey halkım! Ben size yönetici oldum. Halbuki sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyi işler yaparsam, bana yardım ediniz. Eğer yanlış işler yaparsam bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, emanettir. Yalancılık, hıyanettir. Sizin en zayıfınız benim yanımda güçlüdür ki, onun hakkını müdafaa ederim. En güçlünüz benim yanımda zayıftır ki, başkasının hakkını ondan alırım.”[5] Hz Ömer bir defasında istişare ile ilgili şöyle söylemiştir. “İstişare etmeden uygulamaya konulan işler başarısızlığa mahkûmdur”
Cumhuriyet halkın yönetime katılımın sağlamakta, seçimle iş başına gelenleri ehil bulmadığı zaman yine seçimle görevi başka insanlara vermektedir. Böyle bir özelliğin olması gücün tek bir şahsa veya bir zümreye ait olmasını yani cuntayı engellemektedir. İslam Dinide işin ehline verilmesini istemektedir. Kur’an-ı Kerime göre belli bir yönetim şekli belirlenmemiş, bu hususla ilgili genel tavsiyelerde bulunulmuş ve inisiyatif toplumun kendisine bırakılmıştır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır.
“Şüphesiz Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor?”[6]
Bugün huzurla yaşam sürdürdüğümüz Cennet Vatanımız atalarımızın var güçleriyle düşmanlara karşı savunup, düşman işgaline bırakmadıkları ve bizlere bırakılan bir emanettir. Bu emanete sahip çıkmak ve bir sonraki kuşağa aktarmak ise hepimizin boynunun borcudur.
Sözlerimi İstiklal Marşımızın o eşsiz mısralarıyla bitiriyorum.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl
Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti 2024 Yılında Cumhuriyetimizin 101. yıldönümünü kutlamaktayız. Bu vesile ile Milletimizin bu güzel gününü tebrik ediyor, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm gazilerimizi ve kahraman şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Yüce Rabbim bizlere bir daha düşman işgaliyle karşılaştırmasın. Vatanımıza dirlik, milletimize birlik nasip etsin.29.10.2024 Salı Günü kutlayacağımız Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun. Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet olun.
Kıymetli Okurlarım : En Kalbi duygularımla saygı ile muhabbetle sevgi ile hasretle sizleri selamlıyorum. Cumanız Mübarek olsun.
“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz.” (Âl-i İmran, 3/139.)
İslam tarihinde meydana gelen Uhud savaşı, Müslümanlar açısından pek çok tecrübeye vesile olmuştur. Bedir Savaş’ında elde edilen zafere karşılık Uhud Savaşı’nda yaşanan birtakım olumsuzluklar, Müslümanlara birçok mesaj da vermiştir aynı zamanda. Yüce Allah’ın, “O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz ki Allah gerçek müminleri ortaya çıkarsın…” (Âl-i İmran, 3/140.) buyurduğu üzere hayat, iniş ve çıkışlarıyla, acısı ve tatlısıyla, olumlu ve olumsuz yönleriyle her an bir imtihan vesilesidir.
Uhud Savaşı bağlamında, başlarına gelenlerden dolayı üzülmemelerini, ümitsizliğe kapılmamalarını Müslümanlara tavsiye eden yukarıdaki ayet-i kerime, güçlü bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice zaferlere ulaşmanın mümkün olacağını müjdelemek suretiyle onları teselli etmektedir. Aynı zamanda, karşılaştıkları olumsuzluklardan dolayı sorumluluklarını terk etmemeleri gerektiğini de hatırlatmaktadır. (Nesefi, Medariku’t-Tenzil, 1/295; Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, c.1 s.678.) Zira “güvende olmak, korkmamak, emniyette olmak” gibi anlamları bulunan “emn” kökünden gelen iman kelimesi (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, “emn” md.) Allah’a inanmakla birlikte O’na güvenmeyi, iman sayesinde güvende olmayı da ifade etmektedir.
İslam tarihinde yaşanan bu tecrübe bağlamında nazil olan yukarıdaki ayetler elbette ki bizler için de önemli mesajlar içermektedir. Hayatın her anını bir imtihan olarak değerlendiren bilinçli bir mümin, sahip olduklarıyla övünmeyecek, kibirlenmeyecek, “ben yaptım” demeyecektir. Tıpkı kaybettikleri karşısında sabredeceği gibi, sızlanmayacağı gibi, isyan etmeyeceği gibi… Zira çalışan, gayret eden, gerekli tedbirleri alan başarıya ulaşacaktır. Çalışmayan ve sorumluluğunu yerine getirmeyen için ise başarısızlık kaçınılmaz olacaktır.
Bir mümin, Allah’ın rahmetinden ümit kesemeyeceği gibi (Zümer, 39/53.) Allah’ın rahmetine güvenerek tembellik de etmeyecek, sorumluluktan kaçmayacaktır. (Fatır, 35/5.) Hayatın her alanında olduğu gibi bu hususta da dengeyi gözetecektir. Allah’ın müminleri, müttakileri, salihleri, sabredenleri, şükredenleri, ihaslı olanları… sevdiğini ve onlarla beraber olduğunu bilen, idrak eden bir mümin öncelikle bu vasıflara sahip olmaya gayret edecektir. Sonrasında ise Yüce Allah’ın bu özelliklere sahip olan mümin kullarına karşılığını vereceğine inanarak sorumluluk bilinciyle hareket edecektir. Zira sahih bir iman, güçlü bir kalbi, Allah’a ve O’nun müminlere olan vadine güvenmeyi gerektirir. (Beyzavi, Envaru’t-Tenzil, 2/39; Nesefi, Medariku’t-Tenzil, 1/295.) Kur’an’ın, insanın çalışıp çabalamasının karşılığını alacağı (Necm, 53/39.) yönündeki beyanlarının insanın sorumluluğuna işaret eden ayetlerden olduğunu da hatırlamakta fayda vardır.
Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed, 47/7.) buyrulduğu üzere, Allah’a gereğince inanan, O’na karşı gelmekten sakınan, O’nun dinine ve peygamberine yardım edenleri Allah yardımsız bırakmayacaktır. Bu ayet aynı zamanda ilahi bir kanuna da işaret etmektedir. Buna göre imtihan için yaratılan dünya hayatında Allah’ın yardımı da kulun üzerine düşeni yerine getirmiş olmasına, sözlü dua yanında amel ve çabalarıyla fiilî duasını da yapmış olmasına bağlıdır. Kul sorumluluklarını yerine getirirse Allah (c.c.) bunu karşılıksız bırakmayacaktır. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, c.5 s.49.) Nitekim Kur’an’da anlatılan peygamber kıssalarına baktığımızda, inkârcı toplumları cezalandıran Yüce Allah’ın, kendisine ve peygamberlerine iman eden kullarını yardımsız bırakmadığını, onları inkârcılar arasından çekip kurtardığını görmekteyiz. Buna mukabil, inkârcıların sonu ise felaket olmuş, yaptıkları ameller de boşa gitmiştir. (Muhammed, 47/8.)
Güçlü bir iman, sağlam bir teslimiyet ve doğru bir tevekkül aslında hayata bakış açımızı, hayatı nasıl anlamlandırdığımızı belirleyen temel değerlerdir. Allah’a inanan/güvenen, O’nun kanunlarına teslim olan ve bu doğrultuda hayatını yönlendiren bir mümin kazandıklarının da kaybettiklerinin de iman, teslimiyet ve tevekkül sınırları içerisinde meydana geldiğini idrak edecektir. İstediği sonuca ulaşmışsa şükredecek ve bu, onun imanını daha büyük da güçlendirecektir. Başarısız olmuşsa bundan ders çıkaracak, eksiklerini giderecek, daha bir gayretle o işe sarılacaktır. Yılmayacak, yıkılmayacak, her hâl ve şartta ayakta kalmayı başaracaktır. Hz. Peygamber’in buyurduğu üzere, mümin taze ekin gibidir; rüzgâr her taraftan eser ve onu eğer ama o yıkılmaz, tekrar kalkar ve doğrulur. (Buhari, Tevhid, 31.)
Allah’a gereğince iman eden bir mümin, imanın kendisini yücelteceğini, imanı sayesinde üstün olacağını bilmelidir. Öyle ki Allah’a gereğince inanan bir mümin, salih amelleri ve sahip olduğu güzel ahlakı sayesinde insanlar arasında saygın bir konuma ulaşacaktır. İnananların inanmayanlara ahiretteki üstünlüğü ise Kur’an’ın her vesileyle vurguladığı ve çarpıcı örneklerle ortaya koyduğu bir hakikattir.
Müslümanların içinde bulundukları olumsuz durumlardan hareketle iman ve İslam gibi değerlerimize yönelik günümüzde karşılaştığımız sorgulamalarda, iman ve İslam üzere yaşama konusundaki eksikliğimizin payı olduğu bir gerçektir. İmanımızın sözde değil özde olduğu, Müslümanlığımızın dilde kalmayıp hayata yansıdığı güçlü bir iman bizi de güçlü kılacaktır aynı zamanda. Her şeyden önce Rabbimize ve kendimize olan inanç ve güvenimiz, hayatın olumsuzluklarını daha kolay göğüslememizi sağlayacaktır. İbadet, salih amel ve güzel ahlakla süslenmiş bir iman dünyada da ahirette de sahibini koruyacak, güçlü kılacak ve kurtuluşa ulaştıracaktır. Rabbimizin buyurduğu üzere, ümitsizliğe kapılmaya, gevşeklik göstermeye, zaafa düşmeye fırsat verilmemelidir. Zira Allah’a iman gibi güçlü bir silahımız vardır. Yeter ki bunun idrakinde olalım ve gereğince yaşayalım. İşte o zaman başarı da başarısızlık da gerçek anlamını bulacaktır hayatımızda. Müslüman, Allah’a olan imanıyla güçlü olacak, diri kalacaktır. Dünyada mutluluk, ahirette kurtuluş vesilesi olan sağlam bir Allah inancı hayatımızın merkezinde olduğu sürece Allah’ın yardımı da bizimle olacaktır.
Yunus Emre’nin şu dizeleri aslında konunun bir özetidir:
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana seni gerek, seni!