DOLAR 32,2106 -0.11%
EURO 34,6083 -0.21%
ALTIN 2.391,45-0,06
BITCOIN %
Edirne
14°

KAPALI

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

Nuri Böcekbakan

Nuri Böcekbakan

03 Mayıs 2024 Cuma

İSLAMIN KADINLARA VERDİĞİ ÖNEM

İSLAMIN KADINLARA VERDİĞİ ÖNEM
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Allah-u Teala insanoğlunu kadın ve erkekten yaratmıştır. Erkek ve kadın olarak yaratılan insanoğlunun bu dünyaya gelişinde hangi gruptan meydana gelmek istediği kendi tercihine bırakılmış bir durum değildir. Allah-u Teala insanların erkek veya kız olarak dünyaya gelişinde kendi tercihlerin olmadığını, erkek veya kız çocuğunun dünyaya gelişinde Yaratanın iradesinin olduğunu bizlere şöyle bildirmektedir.

Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir. Yahut o çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift verir, dilediği kimseyi de kısır yapar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir. “[1]

İnsanlar arasında erkek olarak yaratılmanın bir ayrıcalık olduğu kabul edile gelmiştir. Oysaki Yaratan katında durum böyle değildir. Yaratılışta eşit olan kadın ve erkek arasındaki üstünlük yaratılış itibariyle değil, Allah’tan sakınma (Takva) alanındadır. Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle sübut bulan bu ifade kadın ve erkek arasındaki eşitliği ortaya koyar ve her bir bireye sorumluluk yükler. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

 “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.”[2] Ayet-i kerimede de ifade edildiği üzere Allah katında en üstün varlık olarak erkek veya kadın zikredilmemiş, her iki gruptan da takva bakımından Allah’tan sakınma, emir ve yasaklara itina ile uyma anlamında üstünlük zikredilmiştir..

İslam Dininin kadınlara verdiği değeri daha iyi anlamak için İslam gelmeden önce kadınların toplum içindeki durumlarının neler olduğunun bilinmesi gerekir. Cahiliye olarak ifade edilen İslamiyet’in gelmeden önceki dönem, Kuran-ı Kerimin ifadesiyle İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıktığı[4] bir dönemdi.

Birçok konuda bozulmanın yaşandığı cahiliye toplumunda kadın hakları açısından da bozulma meydana gelmiş, kadınların haklarından bahsetmek şöyle dursun insanlar kız çocuklarının dünyaya gelmesi nedeniyle utanç duyar hale gelmişlerdir. İslâm’dan önceki Araplar’da bazı soylu aile kızları birtakım imtiyazlara sahip olsalar da genelde kadının durumu çok kötüydü. Her şeyden önce dinmek bilmeyen kabile savaşları kadınlar için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Çünkü Câhiliye Arabında kadın, savaş sonunda herhangi bir mal gibi, kendisinden çeşitli yollarla yararlanılan bir ganimet kabul edilirdi. Bu durumda, kız çocuklarının ileride kendilerine utanç ve ar getirecek bir duruma düşmesinden kaygı duyan müşrik Araplar, yeni bir kız çocuğunun doğumunu utanç verici bir olay sayarlardı; hatta bunu önlemek için bazı kabilelerde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdeti bulunmaktaydı. Bunu geçim zorluğu yüzünden yapanlar da vardı.[5] Nitekim Kur’an-ı Kerim cahiliye toplumunda kız çocuklarının dünyaya gelmesinden dolayı insanların takındıkları tavrı şöyle anlatmaktadır.

 “Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir! Kendisine verilen kötü müjde (!) yüzünden halktan gizlenir. Şimdi onu, aşağılanmış olarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” [6]

İslam Dininin gelmesiyle birlikte bütün insanların malları, canları, ırzları dokunulmaz kabul edilmiş, bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmekle eş tutularak insan hayatının önemine işaret edilmiştir. İnsanlara verilen değerin toplum açısından eşit hale getirilmesi ise en çok kadınların lehine olmuş kendilerine en değerli haklar sunulmuştur. Cahiliye döneminde iffetsizliğe sürüklenen kadınlar İslam Dininin gelmesiyle artık böyle bir kötülüğün içinde olmamışlardır.

İslam Dininde kadınların biyolojik yapılarının farklılığının gözetilmesi hususunda hükümler getirdiği gibi onun ruh yapısının da farklı yaratıldığına işaret ederek onlara karşı hassas davranmamız istenmektedir. Nitekim bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır. “Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyyetimi tutunuz. Zira kadın kısmı kaburga kemiği gibidir. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Eğer ondan faydalanmak istersen bu hâliyle de faydalanabilirsin.”[16] Sevgili Peygamberimiz bu hadisleriyle kadınlarla nasıl geçinmemiz gerektiğini anlatmıştır. Dayakla veya ona hakaret etmekle kadını kişinin kendi istediği şekle sokamayacağının mümkün olmadığı belirtmiştir. Ayrıca hiddet ve şiddet yerine, ülfet ve şefkat yolunu tutmayı tavsiye etmiştir. Kadına ancak bu yolla yaklaşmanın ve ona tesir etmenin mümkün olabileceğini ifade etmiştir. Zaten insanlarla beraber yaşayabilmenin yolu, onlarla olan davranışlarımızda merhametli olmaktan ve şiddete başvurmamaktan geçmektedir. Aile yuvasının huzuru, ailedeki fertlerin saâdeti ise erkek ve kadın arasındaki muhabbete, sevgiye ve insanca davranışlara dayanmaktadır.

İslam’ın kadınlara vermiş olduğu değer göstergesinden biride onların annelik vasıflarıdır. Anne, İslam Dininde kendisine değer verilmesi gereken varlıkların başında zikredilmiştir. Nitekim Allah’a itaatten sonra anne hakkı hep ikinci planda tutulmuştur. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır.

 “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır.”[17] Bir başka ayette ise kendilerine karşı davranışlarımızda kırıcı olmamız tavsiye edilmekte, hatta “öf” bile demememiz bizden istenmektedir. Ayette mealin şöyle buyrulmaktadır. “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “of!” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et.”[18] Sevgili Peygamberimize sorulan bir soru karşılığında vermiş olduğu şu cevap anne hakkının ne kadar önemli olduğunu bizlere bildirmektedir. “Bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek: Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:  “Anan!” buyurdu.  Adam:  Ondan sonra kimdir? diye sordu.  “Anan!” buyurdu. Adam tekrar:  Ondan sonra kim gelir? diye sordu.  “Anan!” dedi. Adam tekrar:  Sonra kim gelir? diye sordu. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: – “Baban!” cevabını verdi.”[19]

Günümüzde kadın haklarına yönelik gerçekleştirilen hak ihlallerinin ve kadına yönelik şiddetin sebebi asla İslam Dini değildir. Yukarıda yapmış olduğumuz inceleme sonucunda İslam Dininin kadınlara vermiş olduğu hakları şu başlıklar altında zikredebiliriz.

1.Yüce Rabbimiz katında kadın ve erkek kulluk yönünden aynı konumda tutulmakta, yaratılış itibariyle kadın ve erkeğe aynı sorumluluklar yani mükellefiyetler yüklenmekte, kazanılmış hakların kullanımında eşit haklar sağlanmaktadır.

2.İslam Dini kadınlar için annelik vasfı yüklemek suretiyle onlara itibar vermiş Cenneti annelerin ayaklarının altına yani onların razı olmalarına bırakılmıştır. Dünyada kendisine en çok iyilik yapmamız gereken annemiz olarak bildirilmiş, anne hakkının yenmesi sebebiyle dünya ve ahiret sıkıntısıyla karşılaşılacağı ifade edilmiştir. Ayrıca kız çocuklarının toplumlarda ikinci plana itilmesi İslam Dininde engellenmiş iki kız çocuğu terbiyesiyle, ahlakıyla büyütülmesi neticesinde bu kız çocuklarını büyütenlere cennet müjdesi verilmiştir.

3.Kadının yaratılış özelliği ön planda tutulmuş, erkeğin toplumdaki sorumlulukları da ifade edilmiş ve her iki grubunda faydasına olmak üzere ailenin geçimi erkeğe yüklenmiştir. Bu hususta kadına verilen değersizliğin değil ona verilen kıymetin en önemli işaretlerindendir. Ayrıca kadınların biyolojik yapıları sebebiyle aybaşı (adet) olduğu günlerde kendilerinden namaz ibadet mükellefiyeti kaldırılmış, tutamadıkları oruçlarını bir başka zamanda sıhhatlerine kavuştukları zamanda kaza etme hükmü getirilmiştir. Bu durumda yine kadına yapılan bir haksızlık değil, onun biyolojik yapısı da İslam dininde göz ardı edilmediğinin ve kendisine verilen kıymetin en büyük işaretidir.

4.Toplumların bir çoğunda yanlışta olsa çok revaç gören erkek olarak yaratılmanın bir ayrıcalık olduğu hususu İslam Dininde kabul edilmemiş, İnsanların adem ve havva olarak, yani erkek ve dişi olarak yaratıldığı ifade edilmiş, kendi ellerinde bulunmayan bir vasıfla övünülmesi kınanmış ve üstünlüğün yaratılış özelliklerinde değil, sonradan kazanılan takvaya yani Allah’a saygıya, Allah’ın emirlerine riayet yasaklarından kaçınmaya bağlanmıştır.

5.Birçok toplumda yapıla gelen, özellikle günümüzde de kadınlara reva görülen, büyük haksızlıklardan olan ve onların iffetlerini ayaklar altına alan fuhşa sürüklenmek, İslam Dininde haram kabul edilmiş ve Irz ve Namus hakkı en temel haklardan sayılmış, korunması ve gözetilmesi için gerekli prensipler getirilmiştir. Böyle bir hak ihlali neticesinde de yine ahiret azabıyla insanlar bu ihlallerden sakındırılmaya çalışılmıştır.  

Yüce Rabbimiz İslam Dinimizi yanlış algılamalardan bizleri korusun. Dünya ve ahirette insana en büyük sıkıntı verecek olan kul hakkına girmekten, insanlara karşı hak ihlalleri gerçekleştirmekten bizleri sakındırsın.

Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet olun.

[1] Şura, 25/49-50

[2] Hucurat, 26/13

[3] Ahzab, 22/35

[4] Rum, 30/41

[5] TDV. İslam İlmihali, c.II, s.314

[6] Nahl, 16/58-59

[7] Nur, 23/33

[8] İsra, 17/31

[9] Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 269

[10] Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 270

[11] Nisâ, 4/19

[12] Tirmizî, Radâ` 11

[13] Müslim, Radâ` 61

[14] Nisa, 4/34

[15] Kur’n-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları

[16] Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 270

[17] Lokman, 31/14

[18] İsra, 17/23-24

[19] Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 318

Devamını Oku

İŞÇİ – İŞVEREN HAKKI

İŞÇİ – İŞVEREN HAKKI
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Nuri Böcekbakan

İnsan diğer canlılardan farklı yeteneklere ve üstün meziyetlere sahip olarak yaratılmıştır. Bu yetenekleri, akıl, fikir üretme, konuşma yazma kabiliyeti, muhakeme ve mukayese yapabilme ve en önemlisi de çalışıp medeniyet ortaya çıkarma yetenekleri olarak sayabiliriz. İnsan hür iradesiyle bu ka­biliyetlerini toplumun hayrına yada şerrine kullanabilir. Ancak Yüce Allah insanı, yaptığı her türlü iş ve eylemlerinden so­rumlu tutarak hesaba çekeceğini de özellikle bildirmektedir. O

“Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız” (Nahl, 93) buyu­rarak hesap gününü hatırlat­mış, böylece bir takım haksız­lıklara yanlışlara sapmamasını istemiştir.

Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışmasının neticesi de ileride görülecektir.  (Necm, 39-40.)

Allah her kulu­na kabiliyet ve çalışmasına göre bir takım nimet ve imkânlar vermiş, başkalarının ellerindekine göz di­kerek onların hasretini çekerek ömür geçirmek yeri­ne, elleriyle kazandıklarının değerini bilmelerini, hem dünya hem de ahiret hayatı için haddi aşmadan haksızlığa düşmeden gayret göstermelerini istemiştir.

Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. (Kasas, 77.)

Aynı zamanda Kuranda çalışmanın daima İslam Dini’nin iste­diği meşru yolda olması gerektiği (Bakara,114.) vurgulanmıştır.

İslam’da Çalışma

İslam, başarının sırrını çalış­mak olarak açıklar. Başarı­yı yakalamak için de yukarıda sayılan meziyet ve yeteneklerin atıl olarak bırakılmayıp, ha­rekete geçirilmesini ister. Nite­kim Kur’ an; “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm, 39) ihtarında bulu­nur.

İnsanın yaratılış amacı sade­ce dünyasını mamur etmek değildir. Hem dünyadaki asli ihtiyaçlarını en mükemmel şekliyle karşılamak için çalışacak, hem de ahirete ait kema­latın elde edilmesi için son derece gayret göstermelidir.

“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver” (Bakara, 201) ayetinde verilen mesaj da budur.

İslam, insanın önüne ana hedef olarak ölüm ötesi hayatın mutluluğunu koyar, fakat o mutluluğun üretileceği yer olarak bu dün­yayı belirler. Buradaki başarı için de çalışma­yı temel, kaçınılmaz bir şart olarak öngörür. İşte bu noktada güzel Türkçemizin, “alın te­ri” diye ifadeye koyduğu “helal kazanç'” kavramı ön plana çıkar. Helal kazanç dünyası için herkes kendi yetenekleri oranında hayatının yaşanır hale gelmesine katkıda bulunacak, çalışacaktır. Herkes kendi elinin emeğine sa­hip olacak, başkalarına yük olmaktan kaçı­nacaktır. Allah Resulü bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek yeme­miştir. Allah’ın nebisi Davud (a.s.) da kendi  elinin emeğinden yerdi.”( Buhari,Sahih, Büyü, 15.)

Bunun yanında hemen hemen tüm peygamberler bir meslekle meşgul olmuşlardır. Hz. İdris terziydi, Hz. İsa marangozdu, Hz. Musa çobandı, Hz.Davud demirci olup ilk defa zırh yapan kişiydi. Hz. Peygamber de yıllarca çobanlık ve tüccarlık yapmıştır.

.

İslam, insana çalışmayı emredip te onu hırsları, kaprisleri, bencilliği ile baş başa bırakmamış, onun bu olumsuzluklarını kuralları da koymuştur. Bu kuralları helal kazanç formülü ile ifade etmek mümkündür. Helal kazanç için birinci şart, emeğin meşru biçimde harcanmasıdır. Dinin yasakladığı iş alanlarında rızık aramak meşru değildir.

Allah’ın bize yüklemiş olduğu her türlü dünya ve ahiret işinin, O’nun emri olduğu için yine O’nun rızasına uygun olarak yapılmasının daima nafile birer ibadet olduğu bilinen bir husustur.

Kazanç ve mülk edinmenin va­sıta ve yollarından birisi de elemeği ile kazançtır. İslam hukukunda emek, en makbul ve muteber kazanç vasıtası olarak değerlendirilmiştir.

“Ensardan bir sahabi Peygambere gelip kendisinden dilendi. Peygamber efendimiz o kişiye: “Evinde bir şey yok mudur? Diye sordu. Adam: “Evet bir hasır ve bir de su kabımız vardır. dedi. Resulullah: “Git onları bana getir.” Dedi. Onları getirince iki dirheme satmış. Dirhemleri de adama vererek dedi ki: “Bir dirhemle çocuklarına yiyecek al, diğer dirhemle de bir balta satın al ve bana getir.” Adam baltayı getirince peygamber baltaya bir sap taktıktan sonra adama: “Al götür onunla odun kes sat, geçimini sağla, seni on beş güne kadar görmeyeyim.” buyurdu.

Adam da gidip odunculuk yapmaya başladı ve peygamberin yanına on dirhem kazanmış olarak döndü. Peygamber  efendimiz adama “Bu senin için, yüzünde dilencilik lekesi olduğu halde yanımıza gelmekten daha iyidir.” (İbn Mace, Ticaret, 282) buyurdu.

Bu  faaliyetler çeşitli maksat ve gayelere yönelik ola­bilir. Örneğin, bireysel olabileceği gibi, toplumsal faaliyetler de olabilir. Yeterki içinde alın teri, el emeği, göz nuru olsun. Ancak böyle bir kazançla huzura ulaşılır. Allah’ın rızasına uygun olan davranış da budur ki, Peygamber (s.a.v):

“Muhakkak sizden birinizin sırtında odun toplaması, her­hangi bir kimseden dilenme­sinden hayırlıdır; o kimse ister versin, ister vermesin.” (Riyazü’s-Salihin Trc. 1/568.) bu­yurmuştur. Çünkü dinimizde asalaklığın ve zilletin yeri yoktur. Ayrıca dinimiz çalışmayı da bir ibadet olarak değerlendirmiştir. Nitekim Peygamber (s.a.v)’in de hazır bulunduğu bir yerde güçlü-kuvvetli birinin geçtiği gö­rülür.

Bunu gören Ashab: “Ya Rasüllallah! Keşke bu adam Al­lah yolunda çalışsa” derler. Peygamber (s.a.v)’de: “Eğer bu adam, küçük çocuk­larının rızkını kazanmak için çıkmışsa Allah yolundadır, ihti­yar anne-babasının ihtiyaçlarını karşılamak için çıkmışsa yine Allah yolundadır, kendi ekme­ğini kazanmak için çıkmışsa yi­ne Allah yolundadır. Şayet gös­teriş için, böbürlenmek için çık­mışsa, işte o zaman şeytan yo­lundadır.” (Et- Teriğib ve’t- Terhib 2/524.) cevabını vermiştir.

“Helal kazanç temin etmek için çalışmak cihat­tır.” (Kuzai, Müsnedü’ş-Şihab)

“Dünya işlerinizi ıslah edip yoluna koyunuz, ahi­retinizi de ihmal etmeyip onun için çalışınız,” (İbn Mace, 2142)

Hz. Peygamber bu hadisleri ile de dünya-ahiret dengesinin kurulması gerektiğini belirtmiştir. Rasulüllah, durmadan çalışmaya, kazanmaya ilerlemeye teşvik etmekle kalmamış, bilakis helal kazanç elde etmek için çalışmak her müslümana farzdır” buyurarak kendisine inananları ve bağla­nanları daima çalışmakla yükümlü kılmış ve çalışma­yı ibadet kabul etmiştir.

Alınteri dökerken, emek sarfederken kazancın mübarek, rızkın helal olması için öncelikle dikkat edilmesi gerekmektedir. 

İşçinin Görev ve Hakları

İşini en güzel bir surette yapmaya gayret etmelidir. Belirlenen süre (mesai) içinde çalışmalıdır. İşini sağlam ve istenilen şekilde yapmalıdır. Çünkü “Kul bir iş yaptığı zaman, Allah kulun, işini iyi ve sağlam yap­masını sever.” (Keşfü’l-Hafa, ll. 245-246) Kendisine emanet edilen malları, malzemeyi ve araçları iyi kullana­caktır. En iyi işçi güvenilir olandır. Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren görevli Al­lah rızası için sadaka veren kimsenin mükâfatını alır. (Buhari, Sahih, İcare, 1)

Görevler ve sorumluluklarla haklar birbiri­nin ayrılmaz parçalarıdır. Sosyal hayatta olduğu gibi iş hayatın da haklar ve sorumluluklar dengesinin korunması huzur ve düzenin kaçınılmaz gereğidir.

 İşini yapan, sorumluluklarını yerine geti­ren işçinin en temel hakkı ücrettir. Kur’an, herkese kazandığının tam olarak ödeneceği­ni genel bir kaide olarak şu ayette belirtmektedir:

Herkese işlediklerinin karşılığı tam olarak ödenir, Onlara zulmedilmez. (Ahkaf, 19)

İşverenin Görevleri

İşveren işçisinin hamisidir

Dinin, kişi­ler arası ilişkilerin temeline yerleştirdiği kul hakkı düşüncesi, işçi işveren ilişkilerinde de en önde tutulması gereken ilk prensiptir. Allah ka­tında hem  işçi, hem işveren kul olma noktasında birleşirler. Bu sebeple her iki taraf da, birbirinin hakkını üzerine geçirmeme konusunda duyarlı olmak zorunda bulunduğunu, aksi yönde bir davranışın onu zalim durumu­na düşüreceğini hatırından çıkarmaz. Bilir ki

“Za­limlerin hiç bir yardımcısı yoktur.” ( Hac, 71.)

İşveren sermayeyi elinde bulundurduğu için güçlü olan taraftır. Bu sebeple, işçi-işveren ilişkilerinde ilk akla gelen şey işçinin korun­maya muhtaç bir konumda olduğu düşünce­sidir. Bundan dolayı da işçi hakları her za­man gündemdedir. Ama karşılıklı hak ve görevler açısından taraflar arasında bir fark yoktur.

İslam, sermaye sahibine her fırsatta bir ema­netçi olduğunu, malının gerçek sahibinin Al­lah olduğunu, o mallarda fakirlerin de hakkı bulunduğunu hatırlatır. Burada amaç, maddi gücün insan ruhuna sindireceği tahakküm ve zorbalık temayüllerini törpülemek, kendi­sinin de ölümlü olduğu bilincini diri tutmak­tır.

 Hz. Peygam­ber’in bize yansıttığı şu tablo bu konuda ol­dukça dikkat çekici bir örnektir:

Üç arkadaş yolculukları sırasında yağmura tutulurlar ve bir mağaraya sığınırlar. Derken yuvarlanan bir kaya gelir mağaranın ağzını kapatır. İçin­de bulundukları durumu aralarında gö­rüştüler ve içlerinden birisi; “Bizi bu durum­dan Allah’tan başka kimse kurtaramaz. Herbirimiz yapmış olduğumuz iyi bir işi anarak Allah’a yalvaralım, belki kurtuluruz”, dedi.

Herbirisi söylendiği şekilde dualarını yaptılar. Herbirinin duasından sonra taş biraz aralandı. Nihayet üçüncüsü: “Allah’ım! (biliyorsun ki) ben bir keresinde­ ücretle bazı işçiler çalıştırdım. Ücretlerini ver­dim. Ancak biri ücretini almadan gitti. Ben de onun ücretini (ticaret yaparak) çoğalttım. Öy­le ki ücreti bir servete dönüştü. Bir zaman sonra o işçi geldi ve bana, ‘Ey Allah’ın kulu, ücretimi ver’ dedi.

Ben de ona, ‘şu gördüğün deve, koyun, sığır ve (onlara bakan) köleler hep senin ücretinden meydana gelmiş bir servettir’ dedim. Adam, ‘Ey Allah’ın kulu, be­nimle alay etme! dedi. Ben de ona, ‘Hayır, seninle alay etmiyorum, (malını al, götür)’ dedim. Derken o bunların hepsini sürüp gö­türdü. Bunlardan bir şey bırakmadı’. Ey Rab­bim! Bunu senin rızanı isteyerek yaptıysam şu kaya parçasıyla bunaldığımız şu darlıktan bizi kurtarır” diye dua etti. Kaya tamamen açıldı. Yürüyüp gittiler. (Buhari, İcare, 2)

İslam işverenden, işçinin patronundan ziyade; hamisi ve koruyucusu olmasını istiyor. Bu il­kelerin uygulanması, iş dünyasının iki kesimi arasındaki kutuplaşmaları en aza indirecek, çalışma barışının daha kolay sağlanmasına yardım edecektir.

Emeğin karşılığını geciktir­meden verir

Ge­nellikle emekçilerin geçim kaynağı ücret gelirleri olduğundan bu ama­cın gerçekleşmesi büyük önem ar­z etmektedir. Ücret, işçi tarafından hak edilişinden itibaren işverenin üzerinde emanet mal niteliğini taşır. Bu nedenle meşru bir mazeret bulunmadığı sürece, işverenin, üc­reti zamanında ödememesi, ya da eksik ödemesi emanete riayet etmemek  olarak değerlendirilmiştir. Böyle davrananların kıyamet gününde Allah’ın hasmı olacakları vurgulanmıştır. Nitekim bir hadis-i kudside, işçi hakkının kendi hakkı gibi oldu­ğunu bildiren Allah, işçinin hakkını ödemeyenler için Peygamberimizin lisanıyla şu uyarıyı yapmaktadır.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Üç kişi vardır ki kıyamet günü ben onların düşmanı olacağım. Bir şey verip hilede bulunan, hür bir kişiyi satarak değerini yiyen, bir işçi tutup ücretini ödemeyen kimseler. (İbn Mace, II’, 814)

“Onların has­mı bizzat benim.’ buyurmuştur. Yine  Hz.Peygamber

‘İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz.’ derken de aynı noktaya işaret etmiştir. ( İbn Mace, II, 817)

İşçi İşveren İlişkileri ve İslam

İslâm, işçiye takatinin üstünde iş verilmemesini, işverenin onu evladı veya kardeşi gibi görmesini, kölesi gibi görmemesini temel ve tabiî haklarına saygılı olmasını ister. Şünkü işçiler meşru bi şekilde çalışmak ve şu ayetin gereğini yerine getirerek maişetlerini temin etmek için çalışmaktadırlar

 “İnsan için kendi çalışmasından başkası yoktur.” (Necm, 39)

İslam  bizlere iş yapmayı, üretmeyi, çevremize, insanlığa faydalı olmayı emretmektedir. İnsan çalışıp iş yapınca açılır, dinçleşir ve üretmenin zevkini tadar. İş yapmamak –tembellik ise kurdun ağacı çürüttüğü gibi, insanın bedenini ve ruhunu çürütür ve çökertir. Merhum Mehmet Akif Ersoy ne güzel dile getirmiştir: ”Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası, Dostunun yüz karası düşmanın maskarası.”

İşçinin hak ve sorumlulukları

-Ücret hakkı İşçinin en büyük hakkı İslâm zaviyesinden hiç şüphesiz ücret hakkıdır ve bu hakkın korunmasıdır. Ücret, işçiye harcadığı enerji ve emeği karşılığı verilen para veya para karşılığı bedeldir.

“Bu nokta dinimizde temel bir değer taşır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.):

“Ey Enes, Helâl kazan, duan kabul olur; zira kişi ağzına haram bir lokma götürürse, kırk gün duası kabul olmaz.” buyurmuştur(K.Miras, Tecrit Tercümesi,6-357, Başbakanlık Basımevi, Ank. 1978) Bu uyarılar karşısında dikkatli ve özenli olunmalı ve haram lokmanın (kazancın) ibadetleri nasıl olumsuz etkilediği düşünülmelidir.

– İşini iyi ve sağlam yapmak İşçi yaptığı işi iyi ve sağlam yapmak zorundadır. Çünkü bu onun en temel sorumluluğu ve aldığı işi ifasıdır. Bu açıdan hile ve aldatma yapamaz. İş esnasında kendi işinde çalışıyormuş gibi davranmak, dürüst olmak,

 “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud, 112) prensibine uymak, işini sağlam yapmak ve kendine verilen araç-gereçleri korumak zorundadır. Allah (c.c.), her şeyi sağlam yapmış ve kulun da böyle yapmasını istemiştir.

 “(Bu) her şey; sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml, 88) Yine Kur’an-ı Kerim;

 “Çalışanların ücreti ne güzeldir.” (Zümer, 74) ifadesiyle çalışıp üretene emeğinin karşılığının Allah (c.c.) tarafından en iyi bir şekilde verileceğini açıkça ifade etmiştir.

– Güvenliği İşçinin işveren tarafından güvenliğinin sağlanması kendinin sorumluluğu, işçinin de hakkıdır. İşyerindeki diğer işçi arkadaşlarıyla huzur ve güven içinde iyi geçinmesi, anlayışlı olması ve zaman israfı yapmaması, görev ve sorumluluğu kapsamındadır.

İşverenin hak ve sorumlulukları

 Işveren işçinin ücretini işin bitiminde vermelidir.

“İşçiye ücretini alın teri kurumadan veriniz.” (İbn Mace, Ruhun, 4, Çağrı Yayınevi, İst. 1981) hadisi, İslâm’ın iş hayatına sunduğu her işverenin ilke edinmesi gereken ve darbı mesel hâlini almış mükemmel bir kuraldır. Bu kurala uymak işverenin birinci derecede sorumluluğudur.

 İşi ehliyetli ve liyakatli olana vermelidir. Çünkü İslâm nazarında işin bizzat kendisi emanettir ve emaneti ehline vermek Kur’an’ın talimatıdır. ,

 “Allah Emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) 

Devamını Oku

YÜCE DİNİMİZİN  ÇOÇUKLARA  VERDİĞİ  ÖNEM (23 NİSAN ULUSAL  EGEMENLİK  VE  ÇOCUK BAYRAMI)

YÜCE DİNİMİZİN  ÇOÇUKLARA  VERDİĞİ  ÖNEM (23 NİSAN ULUSAL  EGEMENLİK  VE  ÇOCUK BAYRAMI)
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kıymetli okurlarım; En kalbi duygularımla  saygı ile sevgiyle muhabbetle özlemle  sizleri selamlıyorum. Cumanız Mübarek Olsun.

Aile bir insanın yaşamış olduğu en güzel birlikteliklerinden biridir. Aile hayatının ise en güzel tarafı çocuklardır. Güzel bir bahçeyi bir aileye benzetirsek, o bahçenin en güzel ağacı çocuklardır. Bu sebeple aile hayatının en önemli fonksiyonlarından biride, o ailede yetişen çocukların davranışlarının ahlaken en güzel noktaya getirilmesidir. Çocuklar insanlara Allah tarafından verilen bir emanettir. Bu emanet, ailenin sorumlulukların tam anlamıyla yerine getirmesi neticesinde dünya ve ahiret mutluluğun vesilesi olabileceği gibi, gerekli sorumlulukların yerine getirilmemesi neticesinde dünya ve ahiret sıkıntısı olabilmektedir.

Çocuklar bizlere verilmiş bir imtihan vesilesidir. Nitekim Yüce Rabbimiz bir ayette şöyle buyurmaktadır.

“Bilin ki mallarınız ve çoluk çocuğunuz birer imtihan vesilesidir. Allah katında ise büyük bir mükafat vardır.”

Çocuklar sadece yetiştiği ailenin değil aynı zamanda bir milletlin geleceği yarınları demektir. Geleceğini düşünen insanlar, yarınların düşünen toplumlar çocuklarına karşı en güzel davranış şekillerini geliştirmek, onları milli ve manevi değerlere bağlı birer nesil olarak yetiştirmek zorundadırlar. Yarınımızı belirleyecek çocuklarımızın eğitiminin en temelinde ise, onlara verilecek terbiye yatmaktadır. Çünkü insan belli bir yaşta ilmi, hayatı ve kendisinin ihtiyaç duyduğu bir çok şeyi öğrense de,  terbiyeyi aile yuvasında sağlam almadıkça hayatın birçok safhasında bu hususu elde etme imkanı bulamayabilmektedir. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde bu hususa şöyle dikkat çekmektedir.

“Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstün bir hediye veremez.”[1] 

Hz. Peygamberin İslam Diniyle çocuklar arasında gerçekleştirmiş olduğu en önemli hususların başında onların arasındaki ayrımın kaldırılması olmuştur. Nitekim kız çocuklarına hiçbir değerin verilmediği cahilliye toplumunun tam aksine Hz. Peygamber Efendimiz kız çocuklarının eğitiminde, terbiyesinde ve diğer bütün hususlarda erkek çocuklardan bir fark olmadığını yaşantısıyla bizlere aktarmıştır. Hatta Efendimizin bazı hadislerinde kız çocuklarına özel bir önem verdiğini görmekteyiz. Bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır.  “Kim iki kız çocuğunu besleyip büyütüp terbiye ederek yetiştirirse ben ve o; şu ikisi gibi Cennete gireceğiz dedi ve iki parmağını gösterdi.”[2]

Çocuklarımızın arasında dikkat etmemiz gereken hususlardan biride adaletli olmaktır. Sevgili Peygamberimiz çocuklar arasında adaleti gözetmemizi bizlerden istemektedir.[3] Adaletten kasıt ise, ister erkek olsun ister kız olsun, ister üvey olsun ister öz olsun çocuklar arasında herhangi bir ayrıma gitmeksizin, ister maddi alanda ister sevgi, şefkat, merhamet gibi manevi alanda olsuna aralarında eşit muamelede bulunmaktır[4]

Hz. Peygamberimiz her fırsatta çocukları öper, onları kucağına alır ve onlara sevgi sözleri söylerdi. Ebû Hureyre (r.a) bizlere şöyle bir hadiseyi aktarmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.) torunu el-Hasen ibn Alî’yi öptü, o sırada yanında el-Akra’ ibn Habis et-Temîmî oturmakta idi. el-Akra’: Benim on tane çocuğum vardır, onlardan hiçbirini öpmedim, dedi. Rasûlullah ona doğru baktı, sonra da: “Merhamet etmeyen merhamet olunmaz” buyurdu.[6] 

Hz. Peygamber çocukların yapmış olduklarından dolayı onların gönüllerini kırmamış onları hiçbir zaman incitmemiştir. Nitekim çocuk yaşta Efendimize hizmet etmek için verilen Enes (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.) Medine’ye geldi kendisinin hiçbir hizmetçisi yoktu. (Üvey babam) Ebû Talha beni elimi den tuttu da, beni Rasûlullah’a götürdü ve: Yâ Rasûlullah! Enes akıllı bir oğlandır; Sana hizmet etsin, dedi. Enes dedi ki: Artık ben bun­dan sonra seferde ve hazarda devamlı surette Rasûlullah’a hizmet et­tim.O bana bunca hizmetim süresince yaptığım bir şey için “Sen bunu niçin böyle yaptın?” demedi. Yapmadığım bir şey için de “Bunu ni­çin böyle yapmadın” da demedi[11]

Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) hiçbir zaman somurtkan bir yüz ifadesiyle insanları karşılamamıştır. Efendimiz hele hele çocuklara karşı hep muhabbetle yaklaşmış, onlarla şakalaşmıştır. Enes b. Malik bu hususta bizlere şunları aktarmıştır. “Peygam­ber (S) bizim aramıza karışırdı ve güler yüzle biz çocuklara latife ederdi”[12]

Sevgili Peygamberimiz çocuklar arasında yetimlere ayrı bir önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim’in emirleri arasında olan yetimlerin korunup gözetilmesi Efendimizin hayatında en güzel örnekleriyle ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s) Efendimiz, yetimleri her daim gözetir onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Bir hadislerinde yetimlere karşı gerçekleştirilen güzel davranışların neticesini bizlere şöyle müjdelemektedir. “Ben, yetim işine bakan kimse ile beraber cennette şöyle bulunacağız” buyurmuş da şehâdet parmağı ve orta parmağı ile işaret edip göstermiştir”[13]  Sevgili Peygamberimiz yetimlerin malını haksız olarak yenilmesini büyük günahlar arasında zikretmektedir. Hz. Peygamber “Helak edici olan yedi şeyden çekininiz” buyurdu. Sahâbîler: Yâ Rasûlallah! Bu yedi şey nedir? diye sordular. Rasûlullah: Allah’a ortak tanımak, Sihir yapmak, Allah’ın ha­ram kıldığı bir can öldürmek; haklı öldürülen müstesna, Ribâ (yânî faiz kazancı) yemek, Yetîm malı yemek, Düşmana hücum sıra­sında harpten kaçmak, Zinadan kalaya girmişçesine korunmuş olup hatırından bile geçirmeyen mü’min kadınlara zina iftirası atmak buyurdu.”[14]

Sevgili Peygamberimizin hayatını göz önünde alarak ve kendisinden aktarılan hadiseler ışığında çocuk terbiyesinde gözetmemiz gereken hususları şöyle zikredebiliriz.

Çocuklar oyun oynayarak gelişirler. Bizlerde onların oyunlarını bozucu değil, güzel oyunlara teşvik edici bir eğitim modeli geliştirmeliyiz. Nitekim Sevgili Peygamberimizde böyle yapmıştır. Kız çocukların bebeklerle oynamasına müsaade etmiş, erkek çocukların ise atıcılık, binicilik ve yüzme gibi alanlarda oyunlar oynamalarına ve kendilerini geliştirmelerine izin vermiştir.[15]

İnsan terbiyesi çocuk yaşta başlamaktadır. Nitekim “Ağaç yaşken eğilir” atasözümüz bu hususu ne güzelde dile getirmiştir. Bireyin hayat boyu sergileyeceği davranış modellerinin çoğu çocuklukta öğrenilmekte ve ahlaki bir yaşantı haline getirilmektedir. Bu sebeple ilim, iman, irfan ve ahlaki konularda güzel davranış şekillerini çocuklarımıza aktarmamız gerekmektedir.

İman konusunda bilinmesi gereken ilk husus her insanın Allah’ı bilmeye meyyal yaratıldığıdır. Ana-baba çocuklarının Allah inancını oluşturmada kendilerine düşen vazifelerini yerine getirmelidir. Sevgili Peygamberimizde bir hadislerinde ana-babanın çocuğun iman noktasındaki etkisinin ne kadar büyük olduğunu şöyle vurgulamaktadır. “Hiç bir doğan çocuk yoktur ki, fıtrat üzere doğmuş olmasın. Sonra onu annesi, babası yahûdileştirir; hıristiyanlaştırır ve mecûsîleştirirler.”[16] İnsanoğlu doğuşta Allah’ın isteklerini yerine getirmeye meyilli yaratıldığı halde ana-babanın sorumluluklarını tam anlamıyla yerine getirmemeleri neticesinde bu husus yaş ilerledikçe zayıflama göstermektedir.

İbadetler konusunda da durum İman noktasıyla aynı paraleldedir. İmani konular gibi ibadet konuları da bu yaşta çocuklara alıştırılmalıdır. Sevgili Peygamberimiz çocukların yedi yaşına geldikleri zaman namaz ibadetine alıştırmaları gerektiğini bizlere şöyle bildirmektedir. “Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz kılmalarını söyleyiniz. On yaşına bastıkları hâlde kılmazlarsa kendilerini cezalandırınız yataklarını da ayırınız.”[17] Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

“Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et.”[18] İbadetler kulun Allah’a yakınlığın ifadesidir. Çocuklarımızı ibadetlere alıştırmamızın en kolay yolu ise onlara örnek olmakla mümkündür. Onların yanında namaz kılmalı, onların yanında Kur’an okumalı, oruç olduğumuzu onlara hissettirmeliyiz.

Ahlaki konularda da çocukların huylarının şekillenmesi bu döneme aittir. Özellikle ahlaki davranışlarda çocukluk çağındaki öğrenmelerin etkileri çok büyüktür. Nitekim bir çocuk “yedisinde ne ise yetmişinde de odur” diye bu hususu çok güzel vecizeleştirmişizdir. Çocuğumuzun ahlaki davranışlarının kötü olmamasını arzu ediyorsak bizlerde kendi ahlaki davranışlarımıza özen göstermeli, en güzel davranış modellerini hayatımıza aktarmalı ve çocuklarımıza örnek olmalıyız. Yalancı bir ana-baba çocuğuna yalanın kötü bir şey olduğunu öğretemeyeceği aşikardır. Sevgili Peygamberimiz de bir hadislerinde bu hususa şöyle işaret etmektedir. “Allah’ın Elçisi, çocuğunu çağırıp ona bir şey vereceğini söyleyen bir anne gördü. Ona vaat ettiği şeyi çocuğuna gerçekten verip vermeyeceğini sordu. Sonra, ona, ‘‘Eğer o dediğini vermezsen, yalan söylemiş ve günah işlemiş olursun.’ dedi.”[19]

Çocuklar bizim dünya neşelerimizdir. Aile mutluluğumuz, birlikteliğimizin en güzel meyvesidir. Bize verilen bu nimetler şükür ise kendilerine karşı sorumluluklarımızı yerine getirmekle olacaktır. Bu sebeple ana-baba olarak üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmeli, Sevgili Peygamberimizin bizlere sunmuş olduğu bu güzel örnekleri hayatımıza aktarmalıyız. Nitekim her hususta olduğu gibi çocuk eğitiminde de en güzel düsturları biz Hz. Peygamber (s.a.s.) efendimizin hayatında bulmaktayız.

Hepimiz sorumluyuz. Sorumluluk ise kendinden kaçmakla yerine getirilemeyecek, göz ardı etmekle tamamlanamayacak bir husustur. Sevgili Peygamberimiz sorumluluklarımızı yerine getirmemizi bizlere şöyle bildirmektedir. “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur.”[20] Her durumda çocuklarımızın ruh ve beden özelliklerini göz önüne almalı, ayrım yapmadan sevgiyle, merhametle, şefkatle, anlayışla ve sabırla kendilerini yetiştirmeye özen göstermeliyiz.

Yüce Rabbimizin bizlere bildirdiği bir tavsiyesiyle sonlandıralım.

“Ey imân edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz.”[21]

Yüce Rabbimiz evlatlarımızı Milli ve Manevi değerlerimiz doğrultusunda, kendisine ve kendimize, vatanımıza, milletimize, bütün insanlığa faydalı birer insan olarak yetiştirmeyi nasip etsin. Akılımız ilmin değerleriyle, kalbimiz imanın faziletiyle, midemiz helal lokmayla dolsun. Rabbimiz, gelecek nesillerimize selamet ihsan eylesin.

23 Nisan 1920, Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğini ilân ettiği tarihtir. Atatürk, 23 Nisan 1924’te ’23 Nisan’ gününün bayram olarak kutlanmasına karar vermiştir. Bu tarihten 5 yıl sonra 23 Nisan 1929’da Atatürk bu bayramı çocuklara armağan etmiştir ve 23 Nisan ilk defa 1929 yılında Çocuk Bayramı olarak da kutlanmaya başlanmıştır. 1979’da, yine ilk olarak altı ülkenin katılmasıyla uluslararası boyuta taşıdığımız bu millî bayramımıza, ortalama olarak her yıl kırkın üzerinde ülkeden gelen ve Türk çocuklarının misafiri olan yabancı ülke çocukları da katılmaktadır. Dünya’da çocuklarına bayram hediye eden ve bu bayramı bütün dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke Türkiye’dir. 

Türk milletinin gönlünde, onun bağımsızlığının sarsılmaz ifadesi olarak en önemli yeri işgâl eden 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, her yıl yurdumuzda ve yurtdışındaki temsilciliklerimizde, bütün kurumlarımızda, okullarımızda ve her evde çeşitli etkinliklerle kutlanarak millî birliğimizin kenetlenmiş ifadesini temsil etmektedir. Büyük önder Atatürk’ün  Onlara duyduğu sarsılmaz güvenin ve büyük sevginin ifadesi olarak, millî bayramımız olan 23 Nisanlar’ı çocuklara armağan etmiştir. Tarihimizin gurur dolu sayfalarının yeni nesillerce öğrenilmesi ve Türk Devleti’nin devamını emanet edeceğimiz yavrularımız  bu bilinçle yetişmesi amacıyla 23 Nisanlar, önemli birer vesiledir.

Milletimize ve bütün çocuklara 23 NİSAN  Ulusal   Egemenlik ve Çocuk  Bayramı  kutlu olsun. Ahirete irtihal etmiş   başta Uluönder Gazi Mustafa Kemal  Atatürk ve  silah arkadaşlarını , ecdadımızı  ve tüm şehit ve gazilerimizi  rahmetle anıyoruz .Ruhlar şâd olsun  mekanları cennet olsun.

Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet olun. 

[1] Tirmizî, Birr, 33

[2] Tirmizi, Birr, 13

[3] Buhari, Hibe,12-13

[4] TDV. İslam Ansiklopedisi,

[5] Lokman, 31/13-19

[6] Buhari, Edep, 18

[7] Buhari, Edep, 18

[8] Müslim, Selam, 15

[9] Buhari, Edep, 22

[10] tirmizi, Birr, 57

[11] Buhari, Vesaya, 26

[12] Buhari Edep, 81

[13] Buhari, Edep, 24

[14] Buhârî, Vasâyâ, 23

[15] Müslim, Fezailü’s-sahabe, 81,

[16] Müslim, Kader, 22

[17] Riyazü’s-Salihin, Hadis No:303

[18] Taha, 20/132

[19] Ebu Davut,

[20] Riyazü’s-Salihin, Hadis No:302

[21] Tahrim, 66/6

Devamını Oku

KADİR GECESİ VE FAZİLETİ

KADİR GECESİ VE FAZİLETİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kıymetli okurlarım! En Kalbi duygularımla hasretle ,özlemle  saygıyla muhabbetle sizleri selamlıyorum.  05.04.2024 cuma gününü Cumartesiye bağlayan gece  Kadir gecesi,  Kadir gecemiz Cuma günümüz mübarek olsun. Rabbim bizleri nice kandillere eriştirsin  Bayramla buluştursun  inşaallah. 

İdraki ile müşerref olduğumuz mübarek “Kadir Gecesi”ni Cenâb-ı Mevlâ (c.c) bütün İslam âlemine ve insanlık âlemine, barış ve hayra vesile eylesin. Allah (c.c) vatanımızı, memleketimizi, milletimizi ve devletimizi âfetlerden, belâlardan, sıkıntılardan ve deprem gibi felaketlerden muhafaza eylesin. Cenâb-ı Mevlâ (c.c) dünyadaki bütün Müslümanlara yardım eylesin, İslâm’ı ve Müslümanları aziz eylesin.

Kıymetli  Okurlarım!

Bu gece “Kadir Gecesi”dir. “Kadir” kelimesinin iki anlamı vardır. Birincisi “değer” ve “kıymet” anlamındadır. Yani bu gece çok değerli olduğu için “kadir gecesi” denilmiştir. Bu gecenin değeri bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de bize bildirilmiş olup, bu gece için “kadir sûresi” isminde bir sûre de nâzil olmuştur. Cenâb-ı Mevlâ (c.c) Kur’ân-ı Kerîm’de “Kadir sûresi”nde bu gece için bize şöyle bildiriyor:

yani kadir gecesi içinde kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır. Bin ay da seksen üç sene dört ay gibi bir süreye tekabül ediyor. Bu biz insanlar için bir ömür demektir.

“Kadir” kelimesinin bir diğer anlamı ise şudur:

Bu gece “takdir-i ilahi” tecelli ederek bir senelik program belirlenir ve görevli meleklere tevdi edilir. Meselâ rızık, yağmur, nebâtat, zenginlik, fakirlik…vs. gibi işler Mikail’e (a.s), doğum, ölüm ve ecel.. vs. gibi işler Azrail’e (a.s), deprem, zelzele, fırtına, felaketler.. v. s. gibi işler de Cebrâil’e (a.s) teslim edilir. Yani Cenâb-ı Mevlâ (c.c) bir senelik programı belirleyip, görevli bu meleklere teslim eder. Ne zaman? İşte bu Kadir Gecesi’nde. Böyle faziletli bir gecenin bizlere verilme sebebi olarak şöyle bir olay nakledilir:

Peygamber Efendimiz (s.a.v), daha önceki peygamberlerin ümmetlerinin ömürlerine kıyasla, kendi ümmetinin ömrünün çok kısa olmasına üzülüyordu:

“Önceki ümmetler iki yüz, üç yüz, dört yüz sene yaşıyordu. Dolayısıyla Allah’a (c.c) daha çok ibadet ediyorlardı. Benim ümmetim ise, en fazla altmış, yetmiş sene yaşıyor. Bu sebeple önceki ümmetlerin yapmış olduğu sâlih amellere ne yapsalar yetişemez ve kıyamet günü, diğer ümmetlere karşı mahcup olurlar” diye korkuyordu. Cenâb-ı Mevlâ (c.c) habibinin bu üzüntüsünü telafi etmek için böyle bir gece verdi ve Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v):

– Ey habibim! Üzülme! Senin ümmetine öyle bir gece verdim ki, o gecede yapılan taat ve ibadet bin aydan daha hayırlıdır, buyurunca

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) rahatladı.

Bir diğer rivayette şöyle anlatılır:

Henüz İsa’nın (a.s) gönderilmediği ve Yahudiliğin hak din olduğu zamanlarda, İsrailoğullarından bir yiğit, kahraman kişi tam bin ay Allah (c.c) yolunda cihat etmiş, bin ay, yani tam bir ömür boyunca. Bu olayı Peygamber Efendimiz (s.a.v) duyunca;

-Bu insanlar ne kadar çok amel etmiş ve çalışmışlar. Benim ümmetimin hali ne olacak? Benim ümmetimin ömrü bunları yapacak kadar uzun değil, diye üzülmüş.

İşte bir rivayete göre de habibinin bu üzüntüsünü teselli etmek için, Cenâb-ı Mevlâ (c.c) bu geceyi vermiş ve Kadir Sûresi’ni indirmiştir.

– Ey habibim üzülme! Ümmetine öyle bir gece verdim ki, bin aydan daha hayırlıdır, buyurmuştur.

Değerli okurlarım !

İsterseniz, Kadir Sûresi’ni  mânâsını biraz açıklamaya çalışalım:

Cenâb-ı Mevlâ (c.c) burada:

“Biz Kur’ân-ı Kerîm’i size Kadir Gecesi’nde indirdik”, buyuruyor.

Yani Kur’ân-ı Kerîm bu gece de inmeye başlamış, yirmiüç senede peyderpey ve yaşanan olaylara cevap olacak şekilde gelmiştir.

Malum îtikadımıza göre yedi kat gök vardır. Kur’ân-ı Kerîm toplu olarak “levhu mahfuz”dan “Beytül İzze” denilen ve bize yakın olan göğe Cebrâil (a.s) vasıtasıyla indirilmiştir. Ve oradan da yirmi üç sene zarfında peyderpey nâzil olmuştur. Yani Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nüzulü “Kadir Gece”sinde başlamış ve son nüzulü ise yirmi üç sene sonra tamam olmuştur.

Bu âyette Cenâb-ı Mevlâ (c.c):

“ Ey habibim! Sen Kadir Gecesi’nin değerinin ne olduğunu bilir misin? Diye soruyor ve;

“O gece içinde kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır” diye devam ediyor. Tekrar ediyorum, bu gece yapılan taat ve ibadet, seksen üç sene dört ay yapılan taat ve ibadetten daha hayırlıdır.

Elhâmdulillah! Ne mutlu bizlere, değerli okurlarım , Allah (c.c) bu nimeti bizlere bahşetmiştir. Bu nimet ve fırsat Ümmeti Muhammed’e verilmiştir. Çünkü Allah (c.c), bu ümmeti seviyor. Allah (c.c) habibi Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v) çok sevmiş ve O’nun (s.a.v) yüzü suyu hürmetine ümmetini de çok sevmiştir. Cenâb-ı Mevlâ (c.c) Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber Efendimiz’e hitaben:

“Ey habibim Allah’ın fazlı sana büyüktür”, buyurmuştur.

Dikkat ediniz, buradaki hitap direk Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) dir. Buna karşılık bir başka âyet-i kerime’de ise habibinin ümmeti için,

“Ey habibim! Mü’minleri müjdele! De ki, onlar için Allah nezdinde büyük bir fazl var.” buyuruyor.

Değerli okurlarım , bu ne büyük bir nimettir. Allah (c.c) habibine:

“Allah’ın sana büyük bir fazlı var” buyururken “Mü’minleri de müjdele” diye ümmeti Muhammed’i de bu büyük nimete dâhil ediyor. Bu hakikaten büyük bir nimettir.

Elhâmdulillah Muhammedî’yiz ve elhâmdulillah Müslümanız. Allah (c.c) bu Ümmet-i Muhammed’i sevmiş ve kendi katından büyük bir lütuf ihsân etmiştir.

“O gece melekler ve Cebrâil (a.s) Rablerinin izniyle yapılacak her iş için peyderpey inerler. Bir selâm (güvenlik)dir o gece, ta tan ağırana kadar”

O gece Cebrâil (a.s) ve melekler yeryüzüne inerler ve takdir-i bari onlara teslim edilir. Melekler gittiği Müslümanlara, cemaatlere “selam olsun” derler, selâm verirler. Allah (c.c) onların selâmını bizlere de nasip eylesin.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Kadir Gecesi’ni ibadetle geçirirse geçmiş günahları af olunur” buyurmuştur.

İşte bu gece böyle büyük ve faziletli bir gecedir. Cenâb-ı Mevlâ (c.c) zaten Ramazan-ı Şerîfin her gecesinde birçok Müslümanı affeder.

Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şerifinde:

“Allah (c.c) Ramazan-ı Şerifin her gecesinde, cehenneme müstahak olan bir milyon insanı affeder” buyurmuştur.

 Cenâb-ı Mevlâ (c.c) Ramazan-ı Şerif’in her gecesinde bir milyon insanı, son gecesinde ise, ilk gece ile son gece arasında ne kadar insanı affetmiş ise, bir o kadar daha insanı cehenneminden âzad eder. Bu, Allah’ın (c.c) fazlı, lütfu ve keremidir. Bunu daha önce de söylemiştim, yine söylüyorum; Allah’ın fazlı, lütfu, keremi ne kadar çok olursa olsun, rahmeti, mağfireti ne kadar nisan yağmuru gibi yağarsa yağsın, ancak hazırlıklı olan payını alabilir. Hazırlıklı olmayan bu rahmetten pay alamaz. Bizler de hazırlıklı olanlardan olmalıyız. İçkiye müdavim olan kişiler bu geceden faydalanamaz ve meleklerin “selamını” alamazlar. Anne ve babasına asi olan ve Müslümanlara karşı kin tutanlar da bu geceden faydalanamazlar. Bunu daha önce de söylemiştik, anne-babamıza hep iyilikte bulunup, onlara dua etmeliyiz. Anne ve babanın hakkı kendileri ölünce dahi bitmez, yine onlara dua etmeye devam etmeliyiz. Müslümanlara karşı kalbimizde kin, buğz beslememeliyiz. Bizim düşmanlarımız bellidir. O da “Nefs” ve “Şeytan”dır.

Peygamber Efendimiz’in tam on sene hizmetinde bulunmuş olan Hz. Enes b. Malik (r.a) şöyle anlatıyor:

– Resûlullah’ın (s.a.v) hizmetinde bulunduğum on sene boyunca, Resûlullah (s.a.v) yaptığım hiçbir iş için -neden böyle yaptın?- demedi ve azarlamadı.

Yine Enes b. Malik (r.a) bir başka hadis-i şerifte diyor ki;

– Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir gün bana;

– Ey Enes! Ey evladım! Ben sana bir nasihat edeyim. Eğer yapabilirsen, kalbini Müslümanlara geniş tut! Kalbinde Müslümanlara karşı, bir kin, hased, düşmanlık ve hile bulunmasın. Ey evladım! Bu benim ahlâkımdır. Benim ahlâkımı seven beni sevmiş olur. Beni seven de, cennette benim ile beraber olur, buyurdu.

Allah (c.c) hepimize cennette, Resûlullah ile beraber olmayı nasip eylesin. Eğer bizler de cennette Resûlullah (s.a.v) ile beraber olmayı istiyorsak, Resûlullah’ın (s.a.v) ahlâkına sahip olmalıyız. Çünkü din ahlâktan ibarettir.

Melekler, bu gecede  akın akın  inerler ve “selam” verirler. Bazı Allah (c.c) dostları bu geceye vâkıf olurlar. Ancak bu gecede insanın haberi olsa da, olmasa da sevabını alır. Hz. Aişe validemiz bir gün Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e:

– Ya Resûlullah! Şayet kadir gecesine vâkıf olursam ne okuyayım? diye sorunca, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz de:

– Ya Aişe! Şu duayı oku!

 Allah’ım sen affedicisin ve affetmeyi seversin. Beni de affeyle.

Arapçasını bilmeyenler Türkçe olarak da okuyabilirler. Bu gece kaza namazı borcu olanların, kaza namazı kılması ve gücü yetenlerin de bir “tesbih namazı” kılması çok faydalıdır. Bu tesbih namazı için, Peygamber Efendimiz (s.a.v) amcası Hz. Abbas’a (r.a):

– Ey amcam Abbas! Ben sana bir şey öğreteyim, eğer sen bunu yaparsan, günahların denizlerin suyu kadar da olsa af olunur. Tesbih namazını eğer gücün yeterse, her gün kıl! Eğer her gün kılamazsan haftada bir kere, haftada bir kere kılamazsan ayda bir kere, onu da yapamazsan senede bir kere kıl! buyurmuş.

“ Allahım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin. Öyleyse beni de affeyle” diye okumak çok faydalıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) sahabelere sık sık:

“ Allah’tan af ve afiyeti isteyin!”, buyurmuştur.

Yani;

“Allah’ım! Bana hem bu dünyada, hem de ahirette af ve afiyet nasip eyle!”

diye dua etmemizi tavsiye buyurmuştur.

Allah (c.c) bizleri Kadir Gecesi’nin ve böyle gecelerin bereketine nail eylesin. Bizleri ve bütün Müslümanları bundan mahrum eylemesin.

Değerli okurlarım , devamlı ahiret ticaretinin peşinde olmalıyız ve böyle gecelerdeki büyük kârları ve kazançları kaçırmamalıyız. Özellikle emekli olan ve zamanı müsait olan kardeşlerimiz böyle geceleri daha rahat ihyâ edebilirler.

Kalbimizi temiz tutup, bütün Müslümanların hayrını isteyelim. Hiçbir Müslümana karşı kalbimizde kin, buğz, hased  beslemeyelim. Bu gece dualar makbul olduğu için hiç kimseye beddua etmeyelim. Onun yerine bol bol kendimize, anne ve babamıza ve bütün Müslümanlara dua edelim.

Allah (c.c) Müslümanları bağışlamak için bahane arıyor. Ancak Müslüman olan kişinin de daima kendisini cennete götürecek amellerin peşinde koşması lazımdır. Resûlullah Efendimiz (s.a.v), Müslümanın hiçbir zaman hayra doymayacağını buyurmuştur. Öyle ki, Müslüman “şunu da yapayım, bunu da yapayım” derken kesinlikle sâlih amel yapmayı terk etmez.

İnsanı cennete götürecek olan sâlih amel, güzel ahlâk ve hayırlı işlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Bilal-i Habeşî’ye (r.a):

– Ya Bilal! Ben cennete giderken, önümde senin ayak seslerini işittim. Sen ne yapıyorsun ki böyle bir nimete nâil oldun? diye sorunca Bilal-i Habeşi (r.a):

– Yâ Resûlullah! Ben daima abdestli olarak geziyorum, abdest aldığım zaman da iki rek’at namaz kılmayı ihmal etmiyorum, demiştir.

Bakınız, Bilâl-i Habeşî (r.a) gibi bizler de inşaallah hayırlı işlere koşalım ve günahlardan kaçınalım. Allah’ın (c.c) rızası, taat ve ibadet içinde gizlidir. Ancak hangi taat ve hangi ibadetin içinde gizlidir, onu Cenâb-ı Mevlâ (c.c) bilir.

Bazen bir insanın küçük gördüğü bir taat, ibadet onu cennete götürdüğü gibi, bazen de bir insanın küçük gördüğü bir günah da onu cehenneme götürür.

Çünkü Allah’ın (c.c) gazabı günahların içine gizlenmiştir. Ama hangi günahın? Onu da Cenâb-ı Mevlâ (c.c) bilir. Allah (c.c) hepimizi cehennemden muhafaza eylesin. Allah (c.c) kılacağınız namazları yapacağınız duaları dergâh-ı izzetinde kabul eylesin.

Devamını Oku

Birbirimize Saygıda İhsan Şuurunun Etkisi

Birbirimize Saygıda İhsan Şuurunun Etkisi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

     Kıymetli Okurlarım! En Kalbi duygularımla  özlemle hasretle muhabbetle sizleri  selamlıyorum.

Bu dünya hayatını tek başımıza yaşayamamaktayız. İçerisinde yetişmiş olduğumuz bir aile yuvası, yaşam bulduğumuz sosyal çevremiz, mensubu olduğumuz bir toplumumuz var. Hayatımızın her safhasında bu birlikteliklere ihtiyaç duymaktayız. Aile yuvası içerisinde büyüyemeyen insanlar, hayatları boyunca bu üzüntüyü içlerinde taşımakta, sosyal çevresi olmayan insanlar ise sosyalleşememekte ve bunun sonucunda ilişkiler sekteye uğramakta, içerisinde yaşanılan topluma karşı çıkanlar, o toplumun getirmiş olduğu kültürden, toplumun en önemli yapısı olan milli ve manevi değerlerden yoksun yaşayanlar ise, toplumlara karşı huzursuzluk çıkarabilmektedir. Bu sebeple hayatımızın her safhasında öyle bir inanç içerimizde olmalı ki, insanlarla olan ilişkilerimizde maddi ve manevi zararlardan bu duygu vesilesi ile kaçınmalı, doğal çevreyle olan yaşantımızda ise, doğal çevreyi korumaya yönelik davranış şekillerini hayatımıza aktarabilmeliyiz. İşte bu inanç Allah inancıdır.

Bu alem, bu alem içindeki dünya, bu dünya içindeki dağlar, taşlar, okyanuslar, denizler akarsular, ağaçlar, yeşillikler ve her şeyin kendisi için yaratıldığı insan hepsi Allah tarafından var edilmiştir. Yaratan Allah, rızıklandıran Allah, Hayat veren Allah ve öldüren Allah’tır. Hayatımızın her safhasında Allah inancına ihtiyacımız vardır. Nitekim, Allah inancı içerisinde olan insanlar hem kendilerine hem de diğer insanlara zarar gelici hiçbir hususu yerine getirmezken, Allah inancının unutulması neticesinde dünya ve ahiret sıkıntılarına maruz kalınmaktadır. Kişi her daim Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu unutmamalıdır. Allah inancının canlı tutulmasının en önemli yolu ise İhsandır.

İhsan; Sözlükte “bir şeyi iyi ve güzel yapmak, iyi, güzel ve yararlı fiil işlemek, iyilik etmek, ikram ve in’am’da bulunmak” anlamlarına gelir. Istılahta ise, Allah’a kulluk olan her görevi en iyi bir şekilde, önemseyerek, hakkıyla ve layıkı vechiyle yapmak, îmân, iş, ibâdet, muâmelât, yönetim, yargı vb…. insanın yaptığı her işi ve görevi şartlarına, kurallarına ve tekniğine uygun olarak estetik, sağlam, güzel, kaliteli, en iyi ve en mükemmel bir şekilde yapmayı ifade eder. İnsanlar açısından ihsân, üç kısımda zikredilebilir: 1) Allah’a karşı ihsân. Bu, şartlarına uygun îmân etmek, emir ve yasaklara uymaktır. 2) İnsanlara karşı ihsân. Bu, insanın ana-babasına, eş ve çocuklarına, komşu ve akrabalarına, insanlara iyilik yapmak, iyi davranmak, haklarına riâyet etmek ve kusurlarını bağışlamaktır. 3) Kişinin kendisine karşı ihsânı. Bu, îmân edip sâlih ameller işleyerek Allah’ın rızasını, rahmet, mağfiret, nimet ve cennetini kazanmasıdır. Allah’a ve insanlara yapılan ihsân da aslında kişinin nefsine karşı ihsânıdır.

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz bizlere İhsanı emretmektedir. Ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır.

“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da  yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”

İhsan Kavramını Sevgili Peygamberimizden bize aktarılan ve Cibril Hadisi diye meşhur olmuş hadisten şöyle öğreniyoruz. Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu anhşöyle dedi: Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş bir hali olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:

– Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat! dedi.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet  etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdu. Adam:

– Doğru söyledin dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam:

– Şimdi de imanı anlat bana, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” buyurdu.

Adam tekrar:

– Doğru söyledin, diye tasdik etti ve:

– Peki ihsan nedir, onu da anlat, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu.

Adam yine:

– Doğru söyledin dedi, sonra da:

– Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

– “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir” cevabını verdi.

Adam:

– O halde alâmetlerini söyle, dedi.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– “Annelerin, kendilerine câriye muamelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalarda birbirleriyle yarışmalarıdır ” buyurdu.

Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

– “Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben:

– Allah ve Resûlü bilir, dedim.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi” buyurdu.

Sevgili Peygamberimizin de ifade ettiği üzere ihsan, kişinin Allah’ı görüyormuşçasına hayatını sürdürmesidir. Nitekim biz belki Allah’ı görememekteyiz, ama O bizi elbette görmektedir. Bir ayette bu hususa şöyle işaret edilmektedir.

“Şüphesiz yerde ve gökte Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz Yüce Rabbimize karşı hiçbir şeyimiz gizli kalmadığı gibi ayrıca, yapmış olduğumuz şeyleri ise melekleri aracılığı ile kayıt altına aldırmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır.  rafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir.”Yukarıda zikrettiğimiz ayetler ve hadisler ışığında şu husus hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir ki, merkezinde İhsanın yer aldığı İman, İslam ve Ahlak anlayışı kula hem dünya hem de ahiret mutluluğu getirecektir.

İnsan hayatında ihsanın hakim olması, başta ana-baba olmak üzere diğer insanlara karşı iyi davranışlar sergilemesine sebep olacaktır. Yüce Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de özellikle ayet sonlarında bizlere bildirmiş olduğu “Allah (Muhsinleri ) iyilik yapanları sever” ifadelerinden önceki ifadeler incelendiği zaman Muhsinlerin nasıl davranması gerektiğini, Muhsinlerin özelliklerinin neler olması gerektiğini görmekteyiz. İlgili ayetler ve bu ayetlerde geçen Muhsin (iyilik yapanlar)’ın özellikleri şöyledir.

“Rabbinizin bağışına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun. Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah (Muhsinleri) iyilik edenleri sever. Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.”

“Onların sözleri ancak, “Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sağlam tut. Kâfir topluma karşı bize yardım et” demekten ibaretti. Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiretin güzel mükafatını verdi. Allah güzel davrananları sever.”

“Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.”

“Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah iyilik yapanları sever.”

“Sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin mükafatını zayi etmez.

Bir başka ayette mealen şöyle buyruluyor. Kardeşleri, “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler. O da, “Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize iyilikte bulundu. Çünkü, kim kötülükten sakınır ve sabrederse şüphesiz Allah iyilik yapanların mükafatını zayi etmez” dedi.

Allah-u Teala Takva ve İhsanı aynı ayette zikrederek iki önemli hususa riayet edenlerle beraber olduğunu bizlere şöyle müjdelemektedir.

“Şüphesiz Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlar ve iyilik yapanlarla beraberdir.

Günlük hayatımızda birçok sıkıntılarla karşılaşmaktayız. Nitekim bu hayat dünya hayatı. Dünya hayatı ise bir imtihan. İmtihandan başarılı olmak ise kolay değil. İşte yaşadığımız bu dünya hayatındaki imtihanımızı en güzel şekilde geçirip, ahiret hayatında mutlu olanlardan olmak istiyor isek İhsan bizim için bulunmaz bir davranış şeklidir.

İhsan özveride bulunmaktır. Aile hayatında eşimize karşı özveri, arkadaşlıklarımızda arkadaşımıza karşı özveri, toplum yaşantımızda insanları kırmadan, incitmeden ve asla ayrım gözetmeden hepsine karşı özveri ve Yaratılana karşı Yaratandan dolayı özveri. İhsan uzaklaştırmayı değil yaklaştırmayı gerektirir. İhsan nefreti değil sevgiyi gerektirir. Çünkü Allah’ın mukarebesi (gözetimi) altında olduğunu unutmayan insan dünyaya asıl geliş amacını nasıl unutabilir ki.

“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.”

Yunus Ermenin dizelerinde de ifade ettiği üzere dünya kimseye kalmamaktadır. Bu dünyada baki kalan iyiliktir. Kötülük ise hiçbir zaman payidar olmamıştır. Dünya her daim insanların başına felaket getirenleri hatırlamak istemezken, insanlar için iyi şeyler ortaya koyan insanları her daim rahmet ve minnetle anmaktadır.

İhsan kişiye sabrı kazandırır. Sabır ise kişiye dünyada huzuru ahirette cenneti kazandırır. Bu sebeple İhsan şuuru içerisinde olan insanlar, başlarına gelen sıkıntıları Rabbinin kontrolünde olduğunu bildiğinden dolayı metanetini hiçbir zaman kaybetmeyecektir. İnsanlar arasında yılmadan sabırsızlık göstermeden iyilikleri emretmeye, kötülüklerden sakındırmaya çalışacaktır.

İhsan ibadeti gerektirir. Allah’ı bilen Allah’tan haberdar olan insan elbette O’nun isteklerini yerine getirmede tereddüt etmeyecektir. Nitekim Yüce Rabbimizin isteklerinde ve yasaklarında nice hikmetler vardır. Bu sebeple emir ve yasaklara riayet elbette kendi faydamıza olacaktır.

İhsan her işte samimiyeti gerektirir. İmanda, ibadette, ahlakta yaşamın her alanında samimiyet. İmanda samimiyet çünkü insanın içinde saklamış olduklarını ve dışa yansıttıkları Allah-u Teala bilmektedir. İbadette samimiyet, çünkü samimi olmayan, insanların görmesi ve kendisini takdir etmeleri için yapılan ibadet yapana dünya hayatında fayda sağlasa da ahiret hayatında hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ahlakta samimiyet, çünkü ahlaki ilkeler samimiyet vesilesi ile kemale erecektir. Yaşamın her alanında samimiyet, çünkü hayatın güzelliğinin temelinde samimiyet vardır. Samimiyetin temelinde ise ihsan var.

İhsan iyi olandır ve iyi olanda yapılmalıdır. Yüce Allah yaratmış olduğu her şeyi ihsanla yaratmıştır.Yaratılan hiçbir şeyde çirkinlik yoktur. Çirkinlik insanların eliyle tezahür etmektedir. Allah-u Teala üzümü yaratmış insanlar ondan şarabı üretmişlerdir. Allah yaşamı yaratmış, insanlar silah icat ederek birbirlerini yok etmeyi meydana getirmişlerdir.

İhsan yaptığını güzel yapmaktır. Sevgili Peygamberimiz hayvanları kurban ederken dahi ihsanla davranmamızı yaptığımız işi en güzel şekilde yapmamızı istemektedir. Hadiste Efendimiz şöyle buyurmaktadır. “Allah her şeyde ihsan ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır. Bundan dolayı öldürdüğünüzde güzel davranın, hayvanların kesiminde güzel davranın”Yapılan işler kötülük amaçlı olunca neye yaramaktadır. Yaratan memnun olmadığı gibi insanlarda memnun olmamaktadır. Bu sebeple hayatımızın her safhasında her ne yapıyorsak, hangi işle uğraşıyorsak uğraşalım yaptığımızı güzel yapmalı, Allah’ın ve kullarının rızasını kazanma yollarını aramalıyız.

Sonuç itibariyle ihsan saygıda kusur etmemektir. Allah’a saygı, ana-babaya saygı, ailede eşler arası saygı, kardeşine saygı, akrabaya saygı, komşuya saygı, toplumda yaşam bulan insanların hepsine saygı. Trafikte saygı, sporda saygı, alışverişte saygı, Bizi gören, bizi gözetleyen, her daim yanımızda olan, yaptıklarımızı yazdıran ve hesaba çekecek olan biri var, Allah var. İhsan Allah’ın bizi görüyormuşçasına kulluk etmekse, her daim saygı elbette kendi menfaatimize olacaktır.

Birbirimizle olan ilişkilerimizde bozulma olmamasını arzu ediyorsak, razı olunan bir hayat yaşamak istiyorsak, sevdiğimiz ve sevildiğimiz bir hayat düşlüyorsak hepsinin başında ihsan şuurunu hayatımıza aktarmamız gerekecektir.

Yüce Rabbim, bizleri Kendisini hakkıyla bilenlerden eylesin. Kendisine layıkıyla kul olmayı, Habibine layıkıyla ümmet olmayı nasip eylesin. Birbirimize saygıda kusur etmeyen, birbirine karşı özverili ve anlayışlı olanlardan eylesin.

Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet olun.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.