01 Kasım 2024 Cuma
BASINDAN SEÇMELER-----TÜRK’E SORDUNUZ MU?
DİL KÜLTÜRÜ ÜZERİNE BİR DERTLEŞME (2)
Kaygıyla mı Yaşıyorsunuz? Endişe ile Başa Çıkmanın Çeşitli Yolları
Geçmiş, muhtarlara seslendi
KÜLTÜR VE LEZZETİN BULUŞMA NOKTASI: EDİRNE GASTRONOMİ FESTİVALİ
Sanatta Özne Sorunu-2
Kıymetli Okurlarım! En Kalbi duygularımla sizleri saygı ile muhabbetle özlemle sizleri selamlıyorum . Cumanız Mübarek olsun.
Birçok haksızlığın olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Yapılan haksızlıklar, adaletsizlikler, adam kayırmalar, haksız kazançlar, vs gibi birçok olumsuz durum biz Müslümanları rahatsız ediyor. Ancak içimizden bazı Müslümanlar var ki, yaşadıkları haksızlıkları ve zulümleri bir kin meselesi haline getirip öç alma peşine düşerek aynı yolu izliyor ve zalimlerden oluyor.
Bizlerin ana gayesi insanlığa faydalı olup adaleti ayakta tutma görevimizdi. Öyle ki insanlara eza veren bir taşı yoldan kaldırmak bile imanın bir parçası idi. Fakat üzülerek görüyoruz ki! Artık insanların ayakları takılsın da düşsünler diye uğraşıyoruz.
Belki farkında değiliz ama zalimlerden olduk ve zalimleri sever olduk!
Peki! Zulüm nedir?
Âlimlerimiz zulmü üç kısım halinde incelemişler.
Birincisi, Yüce Allah’ın emirlerini inkâr ve kendisine ortak olma zulmüdür. Bu zulüm şirk ve küfürdür.
Yüce Allah (CC) şöyle buyurmuştur;
Hani Lokman oğluna öğüt vererek, şöyle demişti: “Yavrum, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk çok büyük bir zulümdür!” [1]
Ortak koşmak denilince Müslüman’ın aklına taştan yapılmış heykelcikler geliyor ancak bizim putlarımız kalplerimizde!
O putlarımızı o kadar çok seviyoruz ki! Namaza geldiğimizde camiye, hacca gittiğimizde Kabe’ye, sadaka verdiğimizde fakirin evine, velhasıl her yere peşimizde getiriyoruz.
Bu putun adı benlik putudur. Başka putlarımızı belki kalbimizden söküp atabiliyoruz ama bu putu her daim yanımızda taşıyoruz!
İçimizdeki putları yıkmadan Rabbimize imanımız sadece sözde kalan ama bir mana ifade etmeyen bir papağan sözü olmaktan ileri gidemez!
İkincisi, zulme meylederek insanların birbirlerine karşı olan zulümleridir.
Temel insan haklarından olan mallarına, canlarına, namuslarına, nesillerine ve akıllarına tecavüz etmek ve saldırmak, gıybet, dedikodu ve iftiralarda bulunmak fitne ve fesat çıkarmaktır. İslam dininin yasakladığı bu çirkinliklerden Müslümanlar şiddetle sakınmalıdırlar.
Bunlardan daha önemlisi Müslüman’ın Müslüman’a olan kardeşlik hakkını çiğneyecek fitnelerde zalimlerle ve kâfirlerle iş tutmaktır.
Müslümanlar şer güçlerin fitnelerine alet olmak suretiyle birbirlerine zulüm etmemelidirler.
Sakın zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz! [2]
Bizler kinimiz ve menfaatimiz için kardeşlerimizi hiçe sayarken, bunca hata ve kusur işlediğimiz halde Rabbimiz bize zulmetmediğini Allah Resulünün dili ile şöyle ifade ediyor:
Ey kullarım! Ben zulmetmeyi kendime haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. Artık birbirinize zulmetmeyin. [3]
Zulmün büyük bir günah olduğunu bildiğimiz halde karşımızdaki insanları kendi değer yargılarımıza göre yargılayıp, sonrada mahkûm ediyoruz!
Peki! Ama ya bizim değer yargılarımız yanlışsa?
O zaman yarın huzur-u mahşerde bu yaptıklarımızın sonucu ne olur sorusuna Allah Resulü şöyle cevap veriyor:
Zulümden sakınınız, zira zulüm kıyamet gününde sahibini saran zifiri karanlık olacaktır. [4]
Bizlerin adaleti, Allah’ın adaletine uygun olmadıkça, bakışımız kuranın bakışı olmadıkça, hal ve hareketimiz Allah Resulün hal ve hareketi ile örtüşmedikçe, bizler olduk dememiz, şeytanın ben demesinden farklı olmayacaktır!
Üçüncüsü, insanın kendi kendine zulmetmesidir.
Yüce Allah’a kul olacağına, kendi iradesiyle yaratılmışlara kul olmak suretiyle köleleşmeyi kabul ederek zulme rıza göstermesidir.
Çoğu zaman etrafımızdaki insanlardan şu sözü duyuyoruz: aman eline diline hâkim ol! Hak dahi olsa falanca kimselere muhalefet etme! İşinden olursun, aşından olursun ve zulüm görürsün!
Peki ama! Hakkı tutup kaldırmayan, zulme engel olmayan, adaletten yana olmayan nasıl Müslüman olabilir ki?
Sıkıntılar karşısında hep suçu başkasında arayan Müslüman! Hiç kendine baktın mı?
Hâlbuki Rabbimizin beyanı açık:
İşte bu, sizin kendi ellerinizle ortaya koyduğunuz yüzündendir! Yoksa Allah, kullarına karşı asla zulmeden değildir [5]
Bu durumda olan, halinden haberdar olmayan kardeşlerimize karşı nasıl bir tavır içinde olmalıyız?
Hz. Peygamberimiz (S.A.V.) bizleri şöyle uyarmaktadır:
Din kardeşin zalim de olsa, mazlum da ona yardım ediniz.” Sahabe sordu, Ya Resulullah mazluma yardım etmeyi anladık, lakin zalime nasıl yardım etmeliyiz sorusuna Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular, “zalimin kollarını tutarak (gücünü kırarak) zulmüne engel olursanız, şüphesiz ki, bu iş ona yardım etmektir. [6]
Eğer ki bizler zalimlerin gücünden korkarsak, menfaatlerimize taparsak, aman boş ver bize mi kaldı insanları düzeltmek dersek, bilelim ki Rabbimizin bize ihtiyacı yoktur!
Ey iman edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda seferber olun denilince yerinize yığılıp kaldınız. Yoksa ahretten geçip dünya hayatına mı razı oldunuz?” “Eğer toplanıp seferberliğe kalkmazsanız Allah sizi cezalandırır ve yerinize başka bir topluluk getirir ve siz Allah’a zerre kadar zarar veremezsiniz! Allah her şeye kadirdir. [7]
Rabbim bizleri zalimlerden olmaktan muhafaza eylesin!
Rabbim bizleri zalimlerden korkmaktan muhafaza eylesin!
Rabbim bizleri sadece kendinden korkan ve ona uyan kullardan eylesin!
[1] Lokman 13
[2] Hud 113
[3] Müslim, Birr 55
[4] Müslim, Birr 56
[5] Enfal 51
[6] Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68
[7] Tevbe 38-39
Kıymetli Okurlarım !
En kalbi duygularımla hasretle özlemle muhabbetle sizleri selamlıyorum .Cumanız mübarek olsun.
Toplumu ayakta tutan en temel prensipler milli ve manevi değerlerdir. Bir toplumu toplum yapan, toplumun geçmişten aldığı güçle geleceğe en sağlam şekilde ilerlemesini sağlayan temel ilkelerdir milli ve manevi değerler. Yüce Milletimiz bu iki değeri gerçek anlamda özümsemiş, yaşantısının bir parçası haline getirmiştir. Bu anlayış ile vatanını, dinini, namusunu hiç kimseye çiğnetmemiştir. İstiklal Marşımızda bu husus ne güzel aktarılmaktadır.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ecdadımızın gerçekleştirdiği son şanlı destan Kurtuluş Savaşı olmuştur. Dünyanın bir çok yerinden gelmiş Devletlere karşı “Ya istiklal ya ölüm” ilkesiyle donatılan bir mücadele gösterilmiş, vatanımız hiçbir düşmana bırakılmamıştır. Samsundan başlayan, Erzurum, Sivas kongreleriyle devam eden Kurtuluş Savaşının sonunda kazanılan zafer neticesinde Devletimiz Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve yönetim şekli olarak da 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Sözlükte, çoğunluk anlamındaki “cumhûr” kelimesinden türeyen “cumhuriyet” terim olarak, bir toplumu yönetme yetkisinin, seçimle halktan alındığı siyasal örgütlenme biçimine denir. Cumhuriyet, tek kişinin bir toplumu yönetmesi anlamındaki “monarşi”nin karşıtıdır. Cumhuriyet yönetiminde, toplumu yönetecek olanlar, halk tarafından seçilir. Monarşide ise böyle bir seçim yoktur, yönetim, babadan oğula veya kardeşe geçen bir sistemle iş başına gelen bir kişi tarafından yönetilir.[1]
Cumhuriyet rejimine göre, bütün vatandaşlar kanun önünde eşit sayılmış, onlar arasında hiçbir ayrıcalık tanınmamıştır. Bu sebeple Cumhuriyet ırk, din, dil ve cemiyet farkı gözetmeksizin tüm vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasal rejimin adı olmuştur.
İslam Dini, dünya hayatında yaşayan insanoğlunu, cinsleri, renkleri, dilleri vb. birçok özelliği ile farklı yaratıldığını ve farklılıkları ise insanlar arasında ayrımın bir sebebi olamayacağı görüşünü kabul eder. Yüce Rabbimiz bu durumu Kuran-ı Kerimde şöyle bildirmektedir. “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…”[2] Sevgili Peygamberimiz de Veda hutbesinde insanların birbirlerine karşı, renk, ırk, din farkının olmadığını bizlere şöyle bildirmektedir. “Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahin da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır..”
Cumhuriyetimiz, vatandaşların devlet yönetimine eşit olarak katılımını sağlaması, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini devlet teminatı altına alışı, milli birlik ve beraberliğimiz açısından da birleştirici bir özellik taşımaktadır. Kadın ve erkek arasında yönetime katılmada, yönetici olmada bir ayrım, yöneticileri seçmede bir ayrım gözetmemiştir.
Cumhuriyet yönetimde halk ile istişare yapmanın adıdır. Çünkü Ülke yönetiminde söz sahibi olanlar kendi görüşlerini halka arz etmekte, halk ise kendisiyle istişare eden ve kendisinin istediği kişileri tercih etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de İnananların arasında bulunması gereken işleyişi şöyle bildirmektedir. “müminlerin işleri aralarında danışma iledir”[3] Bir başka ayette ise Yüce Rabbimiz, bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ve bize, şöyle emreder:
“İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (Ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever”[4]
Peygamber Efendimizin hayatında ve daha sonra dört Halife döneminde işlerin hep istişare ile çözüldüğü görülmektedir. Konumuzla ilgili birkaç örnek verebiliriz. Bedir savaşında ordunun konuşlandırılması ile ilgili yer tespiti Ashap ile istişareden sonra belirlenmiş ve yapılan bu tercih savaşın kazanılmasına vesile olmuştur. Bedir Savaşı’nda alınan esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılması istişare ile karara bağlanmıştır. Yine Uhud savaşına çıkılıp çıkılması istişare sonucunda alınmıştır. Peygamberimiz vefatlarından önce kendi yerine vekil bırakmamış, Devlet İdaresi için kendisi tarafından hiç kimse atanmamıştır. Peygamber Efendimizin vefatından sonra Devlet Başkanlığı seçimi yine istişare ile olmuş, dört halifenin tamamının seçimi hep insanların seçimiyle gerçekleşmiştir. Hz. Ebû Bekir’in, Devlet Başkanlığı görevine gelişinden sonra halka hitaben yaptığı şu konuşma çok anlamlıdır: “Ey halkım! Ben size yönetici oldum. Halbuki sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyi işler yaparsam, bana yardım ediniz. Eğer yanlış işler yaparsam bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, emanettir. Yalancılık, hıyanettir. Sizin en zayıfınız benim yanımda güçlüdür ki, onun hakkını müdafaa ederim. En güçlünüz benim yanımda zayıftır ki, başkasının hakkını ondan alırım.”[5] Hz Ömer bir defasında istişare ile ilgili şöyle söylemiştir. “İstişare etmeden uygulamaya konulan işler başarısızlığa mahkûmdur”
Cumhuriyet halkın yönetime katılımın sağlamakta, seçimle iş başına gelenleri ehil bulmadığı zaman yine seçimle görevi başka insanlara vermektedir. Böyle bir özelliğin olması gücün tek bir şahsa veya bir zümreye ait olmasını yani cuntayı engellemektedir. İslam Dinide işin ehline verilmesini istemektedir. Kur’an-ı Kerime göre belli bir yönetim şekli belirlenmemiş, bu hususla ilgili genel tavsiyelerde bulunulmuş ve inisiyatif toplumun kendisine bırakılmıştır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır.
“Şüphesiz Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor?”[6]
Bugün huzurla yaşam sürdürdüğümüz Cennet Vatanımız atalarımızın var güçleriyle düşmanlara karşı savunup, düşman işgaline bırakmadıkları ve bizlere bırakılan bir emanettir. Bu emanete sahip çıkmak ve bir sonraki kuşağa aktarmak ise hepimizin boynunun borcudur.
Sözlerimi İstiklal Marşımızın o eşsiz mısralarıyla bitiriyorum.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl
Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti 2024 Yılında Cumhuriyetimizin 101. yıldönümünü kutlamaktayız. Bu vesile ile Milletimizin bu güzel gününü tebrik ediyor, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm gazilerimizi ve kahraman şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Yüce Rabbim bizlere bir daha düşman işgaliyle karşılaştırmasın. Vatanımıza dirlik, milletimize birlik nasip etsin.29.10.2024 Salı Günü kutlayacağımız Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun. Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet olun.
Kıymetli Okurlarım : En Kalbi duygularımla saygı ile muhabbetle sevgi ile hasretle sizleri selamlıyorum. Cumanız Mübarek olsun.
“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz.” (Âl-i İmran, 3/139.)
İslam tarihinde meydana gelen Uhud savaşı, Müslümanlar açısından pek çok tecrübeye vesile olmuştur. Bedir Savaş’ında elde edilen zafere karşılık Uhud Savaşı’nda yaşanan birtakım olumsuzluklar, Müslümanlara birçok mesaj da vermiştir aynı zamanda. Yüce Allah’ın, “O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz ki Allah gerçek müminleri ortaya çıkarsın…” (Âl-i İmran, 3/140.) buyurduğu üzere hayat, iniş ve çıkışlarıyla, acısı ve tatlısıyla, olumlu ve olumsuz yönleriyle her an bir imtihan vesilesidir.
Uhud Savaşı bağlamında, başlarına gelenlerden dolayı üzülmemelerini, ümitsizliğe kapılmamalarını Müslümanlara tavsiye eden yukarıdaki ayet-i kerime, güçlü bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice zaferlere ulaşmanın mümkün olacağını müjdelemek suretiyle onları teselli etmektedir. Aynı zamanda, karşılaştıkları olumsuzluklardan dolayı sorumluluklarını terk etmemeleri gerektiğini de hatırlatmaktadır. (Nesefi, Medariku’t-Tenzil, 1/295; Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, c.1 s.678.) Zira “güvende olmak, korkmamak, emniyette olmak” gibi anlamları bulunan “emn” kökünden gelen iman kelimesi (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, “emn” md.) Allah’a inanmakla birlikte O’na güvenmeyi, iman sayesinde güvende olmayı da ifade etmektedir.
İslam tarihinde yaşanan bu tecrübe bağlamında nazil olan yukarıdaki ayetler elbette ki bizler için de önemli mesajlar içermektedir. Hayatın her anını bir imtihan olarak değerlendiren bilinçli bir mümin, sahip olduklarıyla övünmeyecek, kibirlenmeyecek, “ben yaptım” demeyecektir. Tıpkı kaybettikleri karşısında sabredeceği gibi, sızlanmayacağı gibi, isyan etmeyeceği gibi… Zira çalışan, gayret eden, gerekli tedbirleri alan başarıya ulaşacaktır. Çalışmayan ve sorumluluğunu yerine getirmeyen için ise başarısızlık kaçınılmaz olacaktır.
Bir mümin, Allah’ın rahmetinden ümit kesemeyeceği gibi (Zümer, 39/53.) Allah’ın rahmetine güvenerek tembellik de etmeyecek, sorumluluktan kaçmayacaktır. (Fatır, 35/5.) Hayatın her alanında olduğu gibi bu hususta da dengeyi gözetecektir. Allah’ın müminleri, müttakileri, salihleri, sabredenleri, şükredenleri, ihaslı olanları… sevdiğini ve onlarla beraber olduğunu bilen, idrak eden bir mümin öncelikle bu vasıflara sahip olmaya gayret edecektir. Sonrasında ise Yüce Allah’ın bu özelliklere sahip olan mümin kullarına karşılığını vereceğine inanarak sorumluluk bilinciyle hareket edecektir. Zira sahih bir iman, güçlü bir kalbi, Allah’a ve O’nun müminlere olan vadine güvenmeyi gerektirir. (Beyzavi, Envaru’t-Tenzil, 2/39; Nesefi, Medariku’t-Tenzil, 1/295.) Kur’an’ın, insanın çalışıp çabalamasının karşılığını alacağı (Necm, 53/39.) yönündeki beyanlarının insanın sorumluluğuna işaret eden ayetlerden olduğunu da hatırlamakta fayda vardır.
Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed, 47/7.) buyrulduğu üzere, Allah’a gereğince inanan, O’na karşı gelmekten sakınan, O’nun dinine ve peygamberine yardım edenleri Allah yardımsız bırakmayacaktır. Bu ayet aynı zamanda ilahi bir kanuna da işaret etmektedir. Buna göre imtihan için yaratılan dünya hayatında Allah’ın yardımı da kulun üzerine düşeni yerine getirmiş olmasına, sözlü dua yanında amel ve çabalarıyla fiilî duasını da yapmış olmasına bağlıdır. Kul sorumluluklarını yerine getirirse Allah (c.c.) bunu karşılıksız bırakmayacaktır. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, c.5 s.49.) Nitekim Kur’an’da anlatılan peygamber kıssalarına baktığımızda, inkârcı toplumları cezalandıran Yüce Allah’ın, kendisine ve peygamberlerine iman eden kullarını yardımsız bırakmadığını, onları inkârcılar arasından çekip kurtardığını görmekteyiz. Buna mukabil, inkârcıların sonu ise felaket olmuş, yaptıkları ameller de boşa gitmiştir. (Muhammed, 47/8.)
Güçlü bir iman, sağlam bir teslimiyet ve doğru bir tevekkül aslında hayata bakış açımızı, hayatı nasıl anlamlandırdığımızı belirleyen temel değerlerdir. Allah’a inanan/güvenen, O’nun kanunlarına teslim olan ve bu doğrultuda hayatını yönlendiren bir mümin kazandıklarının da kaybettiklerinin de iman, teslimiyet ve tevekkül sınırları içerisinde meydana geldiğini idrak edecektir. İstediği sonuca ulaşmışsa şükredecek ve bu, onun imanını daha büyük da güçlendirecektir. Başarısız olmuşsa bundan ders çıkaracak, eksiklerini giderecek, daha bir gayretle o işe sarılacaktır. Yılmayacak, yıkılmayacak, her hâl ve şartta ayakta kalmayı başaracaktır. Hz. Peygamber’in buyurduğu üzere, mümin taze ekin gibidir; rüzgâr her taraftan eser ve onu eğer ama o yıkılmaz, tekrar kalkar ve doğrulur. (Buhari, Tevhid, 31.)
Allah’a gereğince iman eden bir mümin, imanın kendisini yücelteceğini, imanı sayesinde üstün olacağını bilmelidir. Öyle ki Allah’a gereğince inanan bir mümin, salih amelleri ve sahip olduğu güzel ahlakı sayesinde insanlar arasında saygın bir konuma ulaşacaktır. İnananların inanmayanlara ahiretteki üstünlüğü ise Kur’an’ın her vesileyle vurguladığı ve çarpıcı örneklerle ortaya koyduğu bir hakikattir.
Müslümanların içinde bulundukları olumsuz durumlardan hareketle iman ve İslam gibi değerlerimize yönelik günümüzde karşılaştığımız sorgulamalarda, iman ve İslam üzere yaşama konusundaki eksikliğimizin payı olduğu bir gerçektir. İmanımızın sözde değil özde olduğu, Müslümanlığımızın dilde kalmayıp hayata yansıdığı güçlü bir iman bizi de güçlü kılacaktır aynı zamanda. Her şeyden önce Rabbimize ve kendimize olan inanç ve güvenimiz, hayatın olumsuzluklarını daha kolay göğüslememizi sağlayacaktır. İbadet, salih amel ve güzel ahlakla süslenmiş bir iman dünyada da ahirette de sahibini koruyacak, güçlü kılacak ve kurtuluşa ulaştıracaktır. Rabbimizin buyurduğu üzere, ümitsizliğe kapılmaya, gevşeklik göstermeye, zaafa düşmeye fırsat verilmemelidir. Zira Allah’a iman gibi güçlü bir silahımız vardır. Yeter ki bunun idrakinde olalım ve gereğince yaşayalım. İşte o zaman başarı da başarısızlık da gerçek anlamını bulacaktır hayatımızda. Müslüman, Allah’a olan imanıyla güçlü olacak, diri kalacaktır. Dünyada mutluluk, ahirette kurtuluş vesilesi olan sağlam bir Allah inancı hayatımızın merkezinde olduğu sürece Allah’ın yardımı da bizimle olacaktır.
Yunus Emre’nin şu dizeleri aslında konunun bir özetidir:
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana seni gerek, seni!
Kıymetli Okurlarım, aralarında nesep (soy), süt ve evlilik bakımından yakınlık bulunanlara akraba denir.
Dinimiz İslam, akraba ilişkilerine büyük önem vermiştir. Akraba hukukunu gözetmek islam’ın temel kaynakları olan Kuran ve Sünnette genişçe yer bulmuştur.
Dinimizde, başta insan olmak üzere bütün canlılara karşı iyi davranmak genel ilkedir. Bu iyi davranış sadece insanları değil diğer canlıları da kapsar. Zira varlık âlemi Cenab-ı Hakk’ın eseridir. Yunus’un;
‘Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gör
Yaratan’dan ötürü’ mısralarında dile getirdiği gibi bizler bütün yaratılanları yaratandan ötürü severiz, onları haklarına riâyet ederiz. Zira evrendeki canlı-cansız hemen her şey Yüce Yaratıcının eseridir. İnsanlık âlemi değişik etnik kökenleriyle, inanç ve kültürleriyle büyük bir aile konumundadır. Nitekim,
“O’nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır” (Rûm, 30/22) anlamındaki âyet, insanlar arasında söz konusu olan kültürel, sosyal ve etnik farklılıkların fıtrî olduğuna işaret etmekte ve bu farklılıkları, Allah’ın yüceliğini gösteren deliller olarak nitelemektedir. İnsanlar, değişik renklerde farklı isimlerde aynı bahçenin gülleridir. Bu geniş yelpaze içinde herkesin birbirine karşı yakınlık ve ilişki derecesi farklı farklıdır. Davranışlar, bu yakınlık ve ilişki derecesine göre şekil ve anlam kazanır. Bilindiği gibi insana en yakın olanlar; anne, baba, dede-nine, kardeşler, torunlar, amcalar, halalar, teyzeler ve diğer yakınlardır. Bunlar bir ağacın kökleri, gövdesi ve dalları mesabesindedirler. Ağacın gövdesi, dalları ve kökleri arasındaki ilişki neyse akraba arasındaki ilişki de odur. Bu ilişkinin koparılmayıp, aksine sağlamlaştırılması asıldır. Yakınlar arasındaki bu bağ, dini terminolojide “sıla-i rahim” şeklinde nitelendirilmektedir.
Kavram ve Kapsam Olarak Sıla-i Rahim
Sıla-i rahim; gerek kan, gerekse evlilik vesilesiyle oluşan hısımlara, yakınlara iyilikte ve yardımda bulunma, onlarla ilgilenme, akrabalık bağlarını güçlendirip, koruma şeklinde tanımlanabilir.
İslâm dini, yakınlar arasındaki bu bağın koparılmasını, büyük günahlar arasında saymıştır. Zira insanın diğer insanlarla olan ilişkileri, yakınları ile olan ilişkilerine göre şekillenmektedir. Buna göre yakınları ile iyi ilişkiler içinde olmayan insan, diğer insanlarla nasıl iyi ilişkiler içinde olabilir? Toplumdaki sevgi ve dayanışma bağlarının çözülmesi aileden başlar, komşulara ve diğer kesimlere sirâyet eder, neticede fert ve toplum bazında ahenk bozulur. Bu yüzden başta akrabalık sonrasında ise komşuluk ilişkilerinde çok dikkat etmek gerekir. Akraba ve komşuluk haklarının ne kadar önemli olduğunu şu ayeti kerimeden anlıyoruz:
ِ
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyi davranın.” Nisa (4/36)
Bu âyet-i kerimede mü’minlere on görev yüklenmektedir. Bu görevler; “İnsana her şeyi esirgemeden vermiş olan Allah Teâlâ’ya ibadet etmek ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamak, anne ve babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyi davranmak” şeklindedir.
Başka bir ayeti kerimede ise mü’minler yüce Rabbimiz tarafından şöyle tarif ve taltif edilmişlerdir:
sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” Rad (13/21)
Allah Teâlâ’nın mü’minlerden gözetmelerini istediği şeyler, öncelikle akrabalık bağlarını sürdürmek ve akrabalarla bir arada dostça yaşamaktır. Mü’minler akrabaya şefkat besledikleri, muhtaç olanlarına yardım ettikleri, onları koruyup savundukları, başlarına bir kötülük gelmemesi için canla başla çalıştıkları için Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmışlardır.
Yüce Rabbimiz risaletin ilk yıllarında “yakın akrabalarını uyar!” Şuarâ (26/214) emriyle, efendimizin şahsında bütün insanlığa akraba ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu ilan etmiştir.
.
KOMŞULUK İLİŞKİLERİ
Komşuluk ilişkileri de akrabalık ilişkileri gibi dinimizin çok önem verdiği ve değer atfettiği bir konudur. Komşu tabiri birbirine yakın yerlerde yaşayanlar için kullanılır. Komşuluğun İslam dininde birtakım hak ve sorumlulukları vardır. Bu haklara riayet etmek ve sorumlulukları yerine getirmek her Müslümana şarttır. Zira yakın ve uzak komşuya iyi davranmak, Allahın bir emridir. Bkz: Nisa (4/36)
Komşuluk hakkı nedir? “Güzel geçinmek, birbiri hakkında iyi şeyler düşünüp mutlu olmalarını istemek, mallarının ve canlarının zarar görmemesi için gayret etmek, komşusu hatalı bir iş yapmaya kalktığında veya bir konuda komşusunun görüşünü almak istediğinde ona doğru yolu göstermek” başlıca komşuluk haklarındandır. Buna ilave olarak zaman zaman birbirlerine hediye göndermeleri, karşılaştıkları zaman selamlaşmaları, mutlu günlerinde sevinçlerine, kederli günlerinde üzüntülerine ortak olmaları, hastalanınca birbirlerini ziyaret etmeleri, yardıma çağırdıkları zaman hemen gitmeleri gibi davranışlar, iyi komşuluk esaslarındandır.
Komşunun gayri müslim olması bir müslümana, ona karşı komşuluk hakkını gözetmeme yetkisini vermez. Komşunun yahudi, hıristiyan veya hiçbir dine inanmayan bir müşrik olması bu prensibi değiştirmez. Taberânî’nin rivayet ettiği bir hadîse göre Peygamber efendimiz, üzerimizdeki haklarına göre komşuları üçe ayırmıştır:
Bir hakkı olan komşular: Müslüman olmayan komşu gibi ki, bunların sadece komşuluk hakkı vardır.
İki hakkı olan komşular: Müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem de din kardeşliği hakkı vardır.
Üç hakkı olan komşular: Akraba olan müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem din kardeşliği, hem de akrabalık hakkı vardır (İbni Hacer, Fethü’l-bârî, X, 456)
“Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” (Buhârî, Edeb 28.)
Cebrâil aleyhisselâm’ın komşuya iyi davranma konusundaki devamlı tavsiyesi, Peygamber Efendimiz’i “Acaba komşular birbirine mirasçı mı kılınacak?” diye düşündürmüştür.
Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ey Ebâ Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet!”
Bu hadîs-i şerîfte yemeklerin en sadesi olan çorbadan bahsedilmesi mecâzîdir. Hiçbir şeyin olmasa da sadece çorban bulunsa bile, komşularına ondan da bir pay ayır, denmek istenmiştir. Varlıklı kimseler ise evlerinde sık sık yendiği hâlde fakirlerin tadamayacağı güzel yiyecekleri onlara ikrâm etmekle, Allah’ın lütfettiği zenginliğe en güzel şekilde şükretmiş olurlar.
Çorbaya su katma ifadesinde ince bir mâna daha vardır. Çorbaya su katıldığı zaman, yemeğin tadı ve nefâseti büyük ölçüde kaybolur. Efendimiz bu sözüyle, etrafındaki yoksulların karnı açken senin ağız tadı, damak zevki araman uygun olmaz. Sen zevk peşinde koşacak adam değilsin. Sen mü’minsin. Açları, yoksulları sen gözeteceksin, komşun açken tok yatamazsın demektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir” buyurmuştur (Heysemî, Mecme`u’z-zevâid, VIII, 167).
Cennete girmek bütün mü’minlerin en büyük arzusudur. Zira Allah Teâlâ’nın iyi kulları için hazırladığı sayısız nimetler oradadır. Bu nimetlerin en üstünü olan Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini seyretmek, ancak cennete girmekle mümkündür. Komşusuna güven vermemek, onu hep şüphe ve tedirginlik içinde bırakmak ve hele ona zulüm ve fenalık yapmak insana cenneti kaybettirecek kadar büyük bir günahtır.
Bir başka hadisi şerifinde
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse komşusuna iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” (Müslim, Îmân 77)
Kaynaklarda Resûl-i ekrem efendimizin genel olarak müslümanlara, “komşusuna ikram etmesini”, “komşusunu rahatsız etmemesini” ve “komşusuna iyilik etmesini” öğütlediği görülmektedir.
Kıymetli Müslümanlar son olarak konuyla alakalı olan şu hadisi ifade edelim: قال
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ’ya göre arkadaşların hayırlısı, arkadaşına faydalı olandır. Yine Allah Teâlâ’ya göre komşuların hayırlısı, komşusuna faydalı olandır.” (Tirmizî, Birr 28)
Komşusu için iyi şeyler düşünen ve her fırsatta ona faydalı olmaya çalışan, komşusuna zarar vermediği gibi, onun uğrayacağı fenalıkları elinden geldiği ölçüde uzaklaştırmaya çalışan kimse, hayırlı komşudur.
Rabbim akrabalık ve komşuluk haklarını gözetmeyi cümlemize nasip etsin. Akraba ve komşularımızı hayırlı eylesin. Bizleri onlara hayırlı eylesin. Musalla taşına konulduğumuz zaman, bunu nasıl bilirsiniz? Sorusuna: “Çok iyi biliriz, akrabalık ve komşuluk haklarına riayet eden bir Müslümandı rahmetli” denilenlerden olmak duası ile;
Cumanız mübarek olsun!
Kıymetli Okurlarım!
En kalbi duygularımla hasretle, özlemle, muhabbetle sizleri selamlıyorum. Cumanız Mübarek olsun.
Diyanet İşleri Başkanlığımız, camilere olan ilgiyi artırmak, bağlılığı pekiştirmek ve camilerin önemini daha etkin bir şekilde anlatmak amacıyla 1-7 Ekim tarihleri arasını “Camiler ve Din Görevlileri haftası olarak ilan etmiştir.
İslâm dini birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Bunun en önemli göstergelerinden bir tanesi, günlük beş vakit namazın, haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının cemaatle, topluca kılınmasıdır.
Cemaat, “Toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem’ kelimesinden gelmektedir ki, namazı imamla birlikte kılan topluluğun adıdır. Rabbimiz:
“Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.” (Bakara, 2/43) Ayeti kerimede “rükû edenlerle beraber rükû edin” buyrulurken cemaatle namaza işaret vardır.
Ebû Hüreyre(r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu
“Bir kimsenin cemaatle kıldığı namazın sevabı, evinde ve çarşı pazarda kıldığı namazdan yirmi beş kat daha fazladır. O kimse abdestini güzelce alıp, sonra sadece namaz kılmak maksadıyla mescide giderse attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir, bir hatası da silinir. Namazını kıldıktan sonra abdestini bozmadan namaz kıldığı yerde kaldığı müddetçe, melekler ona: ‘Allah’ım! O’na rahmetinle muamele et, ona acı!’ Diyerek dua etmeye devam ederler. O kimse namazı beklediği sürece namazdaymış gibidir.” (Buharı, Ezan, 30; Müslim, Mesacid, 272)
Hadisi şerif cemaatle eda edilen namazın evde ve iş yerinde kılınan namazdan yirmi beş kat daha faziletli olduğunu haber veriyor. Başka bir hadisi şerifte de yirmi yedi kat daha sevap olduğu zikrediliyor. Hadisi şeriften namaz öncesi hazırlığa vurgu yapılmakta, abdestin güzelce alınması, kalbin hazırlanmasına dikkat çekilmektedir. Abdest güzelce alınır ve sadece ibadet, Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle camiye doğru yola çıkıldığında atılan adımlar günahların silinmesine ve derecenin yükselmesine vesile oluyor. Evi camiye uzak olanlar bundan daha çok hissedar oluyor. Camide bekleme süresince sanki namazdaymış gibi sevap kazandığı gibi aynı zamanda meleklerin de duasını da alıyor.
“Yapıldığında Allah’ın dereceleri yükselteceği ve hataları sileceği hasletleri size göstereyim mi? Camilere gidiş gelişlerde atılan çokça adım, bir namazdan sonra diğer namazı beklemek, zorluklara rağmen güzelce abdest almak.” (İbn Hanbel, II, 301) Peygamber Efendimiz (s.a.s.) sıkıntı ve meşakkatlere rağmen abdesti eksiksiz ve adabına uygun almanın, mescitlere devam etmenin ve bu yolda çokça yürümenin, bir namazdan sonra diğerini beklemenin, manevî dereceleri yükseltip hataları sileceğine vesile olacağını ifade etmiştir.
2. HZ. PEYGAMBER (s.a.s.)’İN CEMAATLE NAMAZA VERDİĞİ ÖNEM
Hz. Peygamber (s.a.s.), Mescid-i Nebevî’nin inşa edilmesinin ardından vefatına kadar ise bütün farz namazları, cemaatle kıldırmış ve her fırsatta ashâbına cemaate katılmayı tavsiye etmişti. Allah Resulü (s.a.s.), Mekke döneminde Daru’l-Erkam’da, Medine’ye teşrif ettikten sonra Mescidi Nebevi’de sahabesine imam olmuş, onlarla birlikte cemaatle namaz kılmıştı. Onun hayatında savaşlar, seferler cemaatle namaz kılmaya mani olmamıştı. Rahmet Peygamberi, kendisini taşlayanlara, öldürmek için üzerine ordularla gelenlere beddua etmezken, Hendek Savaşında savaşın yoğunluğu sebebiyle namazların kılınmamasına sebep olanlara beddua etmişti.
3. CEMAATLE NAMAZIN HİKMETLERİ
Cemaatle namaz kılan Müslümanlar birbirleri ile yakından tanışır, birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olurlar, aralarında karşılıklı sevgi meydana gelir, kardeşlik ve dayanışma duyguları kuvvetlenir, bilgi alışverişinde bulunurlar.
Müslüman, cemaatle namaza devam ederek rahmet ve ilâhî himmete talip olmaktadır. Cemaatle edilen duaların da Allah yanında daha makbul olacağı umulur. Bunun yanı sıra cemaatle namazın kişiyi faydasız işlerin ve günahların işlendiği ortam ya da topluluklardan uzaklaştırarak her türlü sapma ve kaymadan korumak gibi bir rolü de bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Ebu’d-Derdâ’ya, bir yerde üç kişi olup da cemaatle namaz kılınmazsa, şeytanın onları kuşatıp yeneceğini söyledikten sonra,
َ
“Cemaate devam et, çünkü kurt, sürüden ayrılanı yer!” (Ebû Dâvûd, Salât, 46) şeklindeki ikazı, ümmet şuurunun cemaat ruhuna bağlı olduğunun, aksi takdirde tek başına kalan kişinin kaybolup gideceğinin, cemaatten mahrum fertlerin oluşturduğu toplumların da çökeceğinin en güzel ifadesidir. (Hadislerle İslam, 2/190-191)
4. CEMAATLE NAMAZIN HÜKMÜ
Cemaatle namaz kılmak Hanefi mezhebine göre sünneti müekkededir. Ancak vakti olan Müslümanların namazlarını cemaatle kılmak suretiyle bu dinî ve içtimaî görevi yerine getirmeleri gerekir. Hatta fakihlerin çoğunluğuna göre, İslâm’ın şiârından sayılan cemaati tamamen terkederek camilerini kapalı, minarelerini ezansız bırakan belde halkı bu şiârı ihya etmeye zorlanır.
5. CAMİ ADABI
Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli,
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli
İslam’ın sembolü ve mührü olan camilerimiz Kabe’nin birer şubesidir. Camiler, hem bedenlerimizi hem de ruhlarımı bir araya getiren, amir-memur, yoksul-zengin, genç-yaşlı, rengi, dili ne olursa olsun herkesi bünyesinde toplayan mekânlardır. Cami, “toplayan, bir araya getiren” anlamında Arapça cem’ kökünden türemiştir. ‘Mescit’, tevazu ile eğilmek anlamındaki secde etmek kelimesinden türeyen ve ‘secde edilen yer’ mânasını ifade eden bir isimdir. Cami, Allah’a kulluk amacıyla insanları bünyesinde toplayan mekândır. Cami, şehrin ruhu, manevi çekim merkezidir. Camiler, Allah’ın zikredildiği, sabah akşam tesbih edilip namaz kılınan, Allah’a ibadet edilen mekânlardır.
“Allah’a en sevimli yerler mescidlerdir.” (Müslim, Mesâcid, 288) buyurmuştu.
Camiye ibadet için giden mümin, Allah’ın ziyaretçisi ve misafiri durumundadır. Ev sahibi, evine gelen misafirlerine ikramda bulunduğu gibi camiye giden müminlere de yüce Allah büyük mükâfatlar verecektir.
Namazın kıyam, rükû ve secde gibi rükünlerini yerli yerinde, acele etmeden ve sükûnet içinde yerine getirmeye ta’dil-i erkân denir. Tadil-i erkan, ayakta iken dosdoğru, rükûda dümdüz olmak (kadınlar biraz meyilli dururlar), rükûdan kalkınca iyice doğrulmak ve iki secde arasında tam oturmaktır ki, namazın vaciplerindendir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Rükû ve secdeleri tam yapın” (Buhârî, “Eymân”, 3) bir diğer hadisinde de, “Hırsızın en kötüsü namazından çalandır” buyurmuş, “Kişi namazından nasıl çalar?” diye sorulunca “rükû ve secdesini tam yapmayarak” cevabını vermiştir. (el-Muvaṭṭaʾ, Ḳasru’s-Salat, 72) Namazın mânevî temeli olan huşûun gerçekleşmesinde önemli rolü bulunan ta’dîl-i erkâna riayet edilmemesi, namaz ibadetinin Allah’ı yüceltme ve bunu kalbin derinliklerinde hissetme anlamıyla bağdaşmaz. (Abdullah Kahraman, Tadili Erkan, DİA, 39/366)
Cami içerisinde cep telefonları kapatılmalı veya sessiz konuma alınmalıdır.
Mescide girildiğinde ezan okunmamış ve mekruh vakit değil ise, iki rekat Tehıyyetü`l-Mescid namazı kılınması sünnettir.
ا
“Hani o, alçak sesle rabbine yalvarmıştı.” (Meryem, 3
“Dikkat edin! Hepiniz Rabbinize münâcât ediyorsunuz. Birbirinizi rahatsız etmeyin! Kıraatte -ya da namazda- biriniz sesini diğerinden daha fazla yükseltmesin!” (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 25) buyurarak onları ikaz etmiştir.
Öncelikle ön saflar doldurulmalıdır, sonra ikincisi, sonra diğerleri. Ön safta boş yer varken caminin gerisinde imama uyulması uygun değildir.
Cemaatle namaz kılarken imamın arkasına, varsa, cemaate namaz kıldırabilecek kadar bilgisi olan birisi durmalıdır. Resûlullah, imamın arkasına öncelikle ilim sahibi ve âkil kimselerin sıralanmasını istemiştir. (Müslim, Salât, 123)
Herkesin geçeceği kapı ağzı, merdiven önü, en arka kısım gibi insanların mecburen geçeceği yerlerde namaza durmamak gerekir ki, insanlar bilmeden namaz kılanın önünden geçmesinler.
Camiden çıkarken önce sol ayak dışarı atılmalıdır.
Bütün bu uyarılar cemaatle namazda oluşan mânevî ortamı bozacak, cemaati rahatsız edebilecek ve onlara zarar verecek hiçbir duruma mahal verilmemesi amacına yöneliktir.
SONUÇ
Cennete giden yollar, mescitlerden geçiyor.
Mevlâ hep kullarını, secdelerde seçiyor
Covid 19 salgınından sonra camilerimizde biraz cemaatin azaldığı görülmektedir. Halbuki camiye gitmeyi alışkanlık hâline getirmek, namazı cemaatle kılmak ve mescitlerin bakımı ile uğraşmak İslâm’ın şiarlarındandır. Cemaatle namaz, dünyevî ve uhrevî kazanımlarıyla Peygamberimizden ümmetine miras kalan en kuvvetli sünnetlerden birisidir. Allah Resûlü, hayatının son ânına kadar namazın cemaatle kılınmasına büyük önem vermiş, ashâbına bunu tavsiye etmiş ve karşılığında büyük sevapların verileceğini müjdelemiştir. Çünkü kuru kalabalığı nitelikli bir topluluk yapacak, insanların eşit olduğunu ve iman kardeşliğinin her şeyden üstün olduğunu gösterecek ilk yer cemaatle namazdır.
Cemaatle namaz, evden, işten, dünyevîlikten; Hakk’ın evine, O’nun katına sığınılan bir hicrettir âdeta. Mükâfatı, Resûl-i Ekrem tarafından şöyle dile getirilir;
“Her kim sabah akşam mescide giderse, her sabah ve akşam gidişinde Allah ona cennette bir yer hazırlar.” (Buhârî, Ezân, 37)
Cami ve cemaat adabına riayet ederek kılınan namaz, kulluğumuzda huşuya, kurtuluşa ve Rabbimizin rızasını kazanmaya vesile olacaktır. Rabbim bizleri kalpleri mescide asılı olan kullarından eylesin.