eşya depolama
romabet romabet romabet
deneme bonusu veren siteler
bandstanddiaries.com
Nuri Böcekbakan

Nuri Böcekbakan

11 Temmuz 2025 Cuma

15 Temmuz! Birlik Günü..

15 Temmuz! Birlik Günü..
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bizleri yaratan ve yaşatan, varlığın tek sahibi, tek hâkimi, mülkünde ve idaresinde ortağı olmayan yüce Allah’a sonsuz hamdolsun. Âlemlere rahmet, son nebiye salat ve selam olsun.

Değerli Okurlarım!

Önümüzdeki Salı  günü Yüce Rabbimizin yardımı, devletimizin dirayeti, milletimizin cesaretiyle küresel şer odaklarına ve onların taşeronluğunu yapan FETÖ’ye karşı elde ettiğimiz destansı zaferimizin Dokuzuncu yıl dönümü. Bizler, tarihin her döneminde olduğu gibi 15 Temmuz gecesinde de kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla bir kez daha omuz omuza verdik. Minarelerden yankılanan salâlar eşliğinde; birlik, beraberlik ve dayanışma ruhuyla hep birlikte meydanlara akın ettik. İstiklâl Şairimizin, “Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:/İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek” mısralarında ifade ettiği gibi vatanımız ve milletimiz üzerinde oynanmak istenen kirli oyunları hep birlikte boşa çıkardık. 15 Temmuz, aziz milletimizin hiç kimsenin boyunduruğu altına girmeyeceğinin, zalimin karşısında asla eğilmeyeceğinin son örneğidir. 15 Temmuz, azmin ve cesaretin zillete ve korkaklığa galebe çaldığı şanlı bir direniştir.

Bir makinenin düzgün çalışabilmesi ancak onu oluşturan parçaların her birinin sağlam ve çalışır durumda olmasıyla mümkündür. Bir parçası eksik ya da bozuk olan bir makine ya hiç çalışmayacak ya da çalışsa bile istenilen performansı vermeyecektir.

Düzenli ve güvenli bir toplum da böyledir, yani arzulanan ideal toplum; temelinde güçlü birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu bulunan toplumdur. Bu birliği sağlayamayan toplumların hiçbir ferdi için huzurdan söz etmek mümkün değildir.

Hz. Peygamber (s), birlik ve beraberliğin yaşanabilir bir toplum hayatı için ne denli ehemmiyet arz ettiğini, toplumu bir bedene, toplumu oluşturan fertleri de o bedeni meydana getiren organlara benzeterek anlatmaktadır:

Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede tıpkı bir organı rahatsızlandığında, diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer. (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Vücuttaki hasta bir organ diğer organları da etkiler ve zamanla bütün bedeni sararak onu zayıf ve güçsüz düşürür. Benzer şekilde kin, nefret, haset, sevgisizlik, saygısızlık, anlayışsızlık, müsamahasızlık vb. manevi hastalıklar da birliği ve beraberliği yok ederek toplumun temellerini kemirir, zayıflatır ve güçsüz duruma düşürerek onu dış müdahalelere açık hale getirir.

İslam davetinin sekteye uğramaması için Müslümanlar arasındaki kardeşliğin, birbirine kenetlenmenin son derece önemli olduğunun farkında olan Hz. Peygamber (s), birliğin ve beraberliğin muhafazası için azami gayret göstermiştir. Her fırsatta inananların yekvücut olmalarına vurgu yapan Hz. Peygamber (s) söyle buyurur:

“Size birlik halinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup, beraber bulunan iki kişiden uzaktır. Kim cennetin ta ortasında yaşamak isterse, toplu halde bulunmaya baksın.” (Tirmizî, Fiten, 7).

Hz. Peygamber’in Müslümanlar arasındaki birliğe, beraberliğe, birbirine kenetlenmeye önem vermesi, hiç kuşkusuz ilâhî bir öğretinin sonucudur. Zira Allah, Hz. Peygamber’e birliğe ve beraberliğe dair çok sayıda ayet vahyetmiştir:

Hepiniz Allah’ın size uzattığı ipine (Kur’an’a) sımsıkı tutunun. Sakın ayrılığa düşmeyin. Hele Allah’ın size nasip ettiği birlik ve beraberlik nimetini bir düşünün. Hani siz vaktiyle birbirinizle kanlı bıçaklı idiniz, ama Allah kalplerinizi birbirinize ısındırdı ve O’nun lütfettiği iman nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Yine siz vaktiyle bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz; Allah sizi oraya düşmekten de kurtardı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, doğru yoldan şaşmayasınız. (Âl-i İmrân 3/103)

و “(Ey Müminler!) Allah’a ve elçisine itaat edin; aranızda çekişip birbirinize düşmeyin. Aksi halde yıpranır, güç kaybedip dağılırsınız. Allah yolunda karşılaştığınız sıkıntı ve zorluklara göğüs gerin. (Unutmayın ki) Allah, zor zamanda sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/46)

Birlik ve beraberliğin çöküşü aslında toplumun çöküşüdür. Zira tarih, birlik ruhunu kaybeden toplumların nasıl dağıldıklarının ve tarih sahnesinden nasıl silindiklerinin örnekleriyle doludur.

Rasulullah (s) temel ilkeyi koymuştur:

Kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemeyen (tam anlamıyla) iman etmiş olmaz. (Tirmizî, Sıfatü”l-kıyâme, 59)

Müslüman, imanı gereği iyi olmak zorundadır.

Müslüman, imanı gereği ayrılığa gayrılığa fırsat vermemek zorundadır.

Müslüman, imanı gereği fesattan, bozgunculuktan uzak durmak zorundadır.

Müslüman, imanı gereği yaşadığı topluma karşı sorumluluk duymak zorundadır.

Değerli Okurlarım!

Bizler ümmet birliğini muhafaza konusunda sınıfta kaldık, başaramadık. Bugün İslam beldelerinde gördüğümüz bütün olumsuzlukların temelinde ümmet birliğini ve beraberliğini kaybetmemiz vardır. Rasulullah’ın (s) gösterdiği bu temel ilkeyi muhafaza edememek vardır.

Ümmet birliğini kaybettiğimiz için Filistin’de hala yüreğimiz ağrıyor.

Ümmet birliğini kaybettiğimiz için Doğu Türkistan’da ciğerimiz kanıyor.

Ümmet birliğini kaybettiğimiz için daha dün Bosna’da soykırıma uğradık.

Yemen’de körpe bedenler açlık ve susuzluktan kuruyor.

Suriye ne olacak hala belirsiz. Velhasıl, dünyanın her köşesinde bir bütün olan ümmet bedenine ait sızlayan bir parçamız var.

Değerli Dostlar!

Müslüman “nemelazımcı” olamaz; yaşadığı toplumda olup bitenlere karşı duyarsız davranamaz.

Hiçbir şeye karışmamak, etrafta olup biten olumsuzluklara karşı ses çıkarmamak ve toplumda bir takım vakalar meydana geldiğinde de “ben hiçbir şeye karışmadım, ben yapmadım, ben etmedim!” diyerek kendini iyi bir vatandaş gibi göstermeye çalışması kişiyi sorumluluktan kurtaramaz. Zira toplumu yaralayan, düzeni bozan, toplumu çökerten gayrı ahlaki hususlara ses çıkarmamak bizatihi sorumsuzluktur.

Bu konuda Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşanmış meşhur bir olay anlatılır:

Malumunuz Kanuni dönemi Osmanlı’nın en muhteşem dönemidir. Sultan Süleyman, “günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye devletin akıbetini düşünür. Yazdığı bir mektubu sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye gönderir. Mektupta, “Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı?” diye sorar.

Yahya Efendi mektubu okuduktan sonra mektubun altına “Neme lazım be Sultanım!” diye yazar ve sultana tekrar gönderir.

Böyle bir cevap beklemeyen Sultan Süleyman biraz şaşırır. Fakat Yahya Efendi’nin ahlakının güzelliğini, bir Osmanlı sultanına karşı saygısızlık yapmayacağını da iyi bilen Sultan Süleyman, “acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana olabilir mi?!” diye düşünür. Bunu bilmenin en iyi yolu Yahya Efendi’yle bizzat görüşmek olduğuna karar verir ve Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına giderek der ki:

-Yahya Efendi! Mektubuma cevap ver! Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al!

Yahya Efendi şöyle bir bakar:

– Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim.

– İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “Neme lazım be Sultanım” demişsiniz. Sanki “beni böyle işlere karıştırma!” der gibi.

Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar:

– Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olursa, işitenler de ‘neme lazım’ deyip uzaklaşırsa, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yerse, bilenler de bunu söylemeyip susarsa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa, bunu da taşlardan başka kimse işitmezse, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir…

Yahya Efendi’yi sükûnetle dinleyen sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da kendisini ikaz eden böyle bir âlim olduğu için Allah’a şükreder.

Değerli Kardeşlerim!

Nemelazımcılığın çoğaldığı bir toplum çökmeye başlayan bir toplumdur.

Birlik ve beraberliğini kaybeden toplumların güçsüzleşmesi, saldırılara mukavemet gösteremeyip çökmesi mukadderdir. Dolayısıyla bunu çok iyi bilen sinsi düşmanlar her fırsatta milletin arasına nifak tohumları, kin ve nefret tohumları ekerler. Çünkü, birbiriyle didişmekten dolayı asıl düşmanı ve düşmanlığı göremeyecek duruma gelmiş olan bir toplum, düşman için kolay bir lokma haline gelir.

Türkiye’miz için söylersek: yüzyıllardır saldırılarına ara vermeden devam eden düşmanlar, her yolu denemiş, her türlü nifak tohumlarını bu güzel topraklara saçmak için bütün gayretini seferber etmiştir. Alevi-Sünni, sağcı-solcu, Türk-Kürt, müslim-gayrımüslim, yani din, dil, ırk, mezhep ve meşrep farklılıklarını fırsat bilenler, bunlar üzerinden toplumu ayrıştırmanın, toplumu birbirine düşürmenin planlarını yapmaktadırlar.

Modern dünya düzeninde emperyal devletler toprakların fiilî işgaliyle değil, o toprakları istedikleri gibi; kendi çıkarlarına uygun bir şekilde yönet/tir/me peşindedirler. Toplumun dinî, milli ve kültürel değerlerini yok edip o toplumu kolay sömürülebilir hale getirmenin peşindedirler.

İşte bundan Dokuz yıl önce; 15 Temmuz 2016’da, aziz vatanımızın böyle bir saldırıyla karşı karşıya kaldığını gördük.

Dinî cemaat görünümlü fakat gerçekte emperyal güçlerin maşası olan hain bir örgütün darbe girişimine şahit olduk.

Hain emellerine ulaşmak için din dâhil hiçbir kutsal tanımayan, Allah’a kul olmak yerine emperyal efendilerine köle olmayı tercih eden bir alçak örgüte şahit olduk.

Bu örgüt, Allah’ın dinine değil, uşaklığını yaptığı şer güçlere hizmet etmiştir ve etmektedir.

Örgütün gerçek yüzü ortaya çıkınca, kandırıldıklarını anlayan bu milletin asil evlatları yollarını bu örgütten ayırdılar. Çok net söylüyorum: hâlihazırda bu örgütle yollarını ayırmayanlar bu vatanın evlatları değil, en sıkıntılı zamanlarında Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandıranların  çocuklarıdırlar.

Peki sonuçta ne oldu?

Onlar, bu milletin birlik ve beraberlik ruhunu hesaba katmamışlardı.

Onlar, yüzyıllardır bölmeye, parçalamaya çalıştıkları bu milletin her defasında bir araya gelme kabiliyetini hesaba katmamışlardı.

Onlar, bu milleti bir arada tutan esas mayanın “söz konusu vatan ise gerisi teferruat” olduğunu hesaba katmamışlardı.

Yüce Rabbimiz, yüzyıllarca İslam’a hizmet etmiş bu toprakları ve bu toprakların öz evlatlarını her daim bir ve beraber eylesin.

Birliğimize ve dirliğimize göz dikenlere fırsat vermesin.

Hainlerle mücadelede hepimize azim ve kararlılık lütfeylesin.

Devletimize, silahlı kuvvetlerimize, emniyet güçlerimize ve bu vatan için fedakârlıktan kaçınmayan aziz milletimize güç, kuvvet ve başarılar versin.

Devamını Oku

Muharrem Ayı-Hicret-Aşure Günü

Muharrem Ayı-Hicret-Aşure Günü
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla   Muhabbetle saygı ile özlemle  sizleri selamlıyorum, Cumanız  Mübarek  olsun. Cuma Günü  Gazetemizin  köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel  bir haslet.

Muharrem ayı hem İslam gelmeden önce hem de İslam geldikten sonra hep önemli olan aylardan biridir. Muharrem, Hicri takvimin ilk ayıdır. Sami dinlerde ve Yüce Dinimiz İslam’da özel bir yere sahip olan Aşure günü muharrem ayı içerisindedir. Sözlükte “haram kılınan, yasaklanan kutsal olan, saygı duyulan” anlamlarına gelen Muharrem, savaşmanın haram kabul edildiği dört aydan biridir.( TDV İslam Ansiklopedisi, “Muharrem” md. c. 31, s.4-5)

Sevgili Peygamberimiz hadislerinde haram ayların zilkade, zilhicce, muharrem ve receb olarak zikretmiş(Buhari, Megazi, 77) ve Yüce Rabbimizde Kuran-ı Kerimin değişik ayetlerinde bu aylara saygı gösterilmesini emretmiştir.(Bakara, 2/194, Maide,5/2)

Hz. Peygamber Efendimiz Muharrem ayını “Allah’ın ayı” olarak nitelendirmiş ve ramazandan sonraki en faziletli orucunu bu ayda tutulan oruç olduğunu[1] bizlere bildirmiştir.

Muharrem ayının en önemli özelliklerinden biride Hicri takvime göre ilk ay olarak kabul edilmesidir. Nitekim Hicri takvim İslam Tarihi açsından önemli hadiselerden biri olan Hicreti esas almaktadır. Hicret sözlükte terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek, anlamına gelir. Terim olarak Dini sebeplerle bir yerden diğer bir yere göç etme ve özellikle Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye göç etmesi olayı anlamına gelmektedir.[2]

Hicret sadece peygamberimizin hayatında vuku bulan bir olay değildir. Kuran-ı Kerim önceki peygamberlerin ve onlara inananların da hicret etmeye zorlandıklarını bildirir. Kuran-ı Kerimde Hz. İbrahim “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum”[3] buyrulmak suretiyle hicret ettiği bizlere bildirilmiştir. Ayrıca, Hz. Lut,[4] Hz. Şuayb[5] Hz. Musa[6] ve daha birçok peygamberin hicret ettiği bizlere gelen haberler arasındadır. Ayetler bize göstermektedir ki, Hicret olayı sadece belli bir döneme ait bir olay değildir. İnsanlığın varlığıyla beraber vuku bulmuş birçok önemli hadiseden biridir Hicret. Dünde meydana gelmiş bugünde meydana gelecektir. Önemli olan ise neden, nereye ve hangi niyetle hicret edildiğidir.

Sevgili peygamberimizi bir hadisinde Hicret yapılırken akılda tutulması gereken en önemli husususun niyet olduğuna şu şekilde işaret etmektedir. 

 “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”[7]

Yapacağımız bütün işlerimizde niyetimizin halis olması gerekir. Çünkü güzelliklerin temelinde, dünya ve ahiret mutluluğunun özünde Allah rızası yatmaktadır. Yaptığımız işlerin birçoğunda sonucu niyet belirlemektedir. Bu sebeple Hicretin temel amacı da Allah’ın rızası olmalıdır. Bu önemli husus Kuran-ı Kerimde ise şöyle ifade edilmektedir.

 “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükafatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.[8]

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz, karşılaştığı sıkıntıları gidermek için Allah rızası doğrultusunda hicret edenler övülmüştür. 

 “İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[9]

Kameri aylardan Muharrem ayının onuncu günü ise, Aşure günüdür. Bu günde birçok Peygamberin hayatında önemli ve olumlu olaylar vuku bulmuştur. Sahih kaynaklarda zikredildiğine göre; Bu gün, Hz. Ademin dünya yüzüne indirilmesine sebep olan hatası için tövbesinin kabul edildiği, Hz. Nuh’un gemisinin Cudi dağına oturduğu, Hz. Yunus’un balığın karnından kurtulduğu, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın doğduğu, Hz. Musa’nın ve kavminin Firavunun zulmünden kurtulduğu, Hz. Yakup’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuştuğu gündür. Bu sebeple Aşure günü bütün dinlerde ve en son din İslam Dininde önemli bir yere sahiptir.

Hz Peygamberimiz, muharremin onuncu günü hem kendisi oruç tutmuş hem de o gün oruç tutmalarını ashâbına tavsiye etmiştir.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem‘e aşûre günü tutulan orucun kıymeti soruldu; o da: “Geçmiş bir senenin günahlarına kefâret olur” buyurdu.

Ramazan orucu dışında en faziletli oruç, Allah’ın ayı muharremde tutulan oruçtur. Farzlar dışında en faziletli namaz da gece namazıdır.

İbni Abbâs radıyallahu anhümâ‘dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aşûre gününde oruç tuttu ve oruç tutmayı tavsiye etti.”

Peygamber Efendimiz’e Yahudilerin ve Hıristiyanların sadece onuncu güne tazim ettikleri, bu sebeple o gün oruç tuttukları haber verilince,

إ”Eğer gelecek seneye kadar yaşarsam dokuzuncu gün oruç tutarım”[10] buyurmuştur. Bu sebeple Peygamberimizin tuttuğu ve tutmaya niyet ettikleri günleri birleştirerek muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu günlerini oruçlu geçirmek müstehaptır. Hz. Peygamber’in sünnetine tam anlamıyla uygun hareket etmenin yoluda budur.

Nice Peygamberin hayatında olumlu ve önemli bir yere sahip olan Aşure günü, İslam tarihinde Hz. Peygamberin torunu. Hz. Hüseyin ve aile fertlerinin 10 muharrem 61’de (10 Ekim 680) Kerbela’da şehit edildikleri bir gün olarak ta hatırlanmaktadır.

-Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin iki çiçeğin yarısı idiler. O çiçek Hz. Peygamberin çiçeğidir. Nitekim Hz.Ali Efendimiz evlatları için şöyle demiştir.

-“Oğlum Hasan, göğsünden başına kadar olan kısmında, diğer oğlum Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında Hz. Peygamber’e çok benzerdi”

-Hz. Hüseyin yine ağabeyi ile birlikte dedesinin özel dualarına mazhar olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber, her iki torunu için “Allah’ım! Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları”

-“Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kokladığım iki çiçeğimdir”

-Yine Hz. Peygamber Hutbe okurken içeriye giren torunlarını kucağına almış, sevmiş ve hutbeye kaldığı yerden devam etmiştir.

Haziran 656 yılında babası Hz. Ali’nin hilafete geçmesiyle birlikte kendisini siyasi olayların içinde bulan Hz. Hüseyin, babasını takip ederek Kufe’ye geçti, onun bütün seferlerine iştirak etti. Bu bağlamda Cemel, Sıffîn ve Nehrevân savaşlarına katıldı.

Babasının şehit edilmesinden (28 Ocak 661) sonra ağabeyi Hasan’ın yanında yer aldı. Onun altı ay sonra Muaviye ile belli şartlar altında anlaşma yapıp hilafetten çekilmesini ise bazı kaynaklara göre onaylamadı, ancak ağabeyine itaatini sürdürdü. Medine’ye intikal etti. Orada ilim ve ibadetle meşgul oldu.

Ne var ki Muaviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid’in hilafet makamına oturması durumu değiştirdi. Yezid Medine valisine mektup yazarak Hüseyin’in kendisine biatını sağlamasını emretti. Hz. Hüseyin buna şiddetle karşı çıktı. Önce Medine’den Mekke’ye geldi, orada çeşitli görüşmeler gerçekleştirdi. Bunun üzerine yerinde incelemeler yapmak ve durumu kendisine bildirmek üzere amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye gönderdi.

Kufe’deki bu yeni gelişmelerden ve Müslim’in öldürüldüğünden haberi olmayan Hz. Hüseyin, bazı tecrübeli kimselerin “Kûfeliler’e güvenilemeyeceğini” söylemesine aldırış etmeksizin hazırlıklarını tamamladı ve yakınlarını yanına alarak küçük bir birlikle yola çıktı.

Yolda bilahare Müslim’in öldürüldüğünü öğrenen Hz. Hüseyin, beraberinde bulunanlarla istişare ederek durum değerlendirmesi yaptı, isteyenlerin dönebileceğini söyledi. Kendisi samimi adamlarıyla birlikte yolculuğuna devam etti.

Bu arada vali İbn Ziyad, önce Hür b. Yezid komutasında öncü kuvvet hazırlayıp Hüseyin’i sıkıştırmasını istedi. Hür istenileni yaptı. Arkasından Ömer bin Sa’d komutasında 4.000 kişilik bir kuvveti daha Hz. Hüseyin’in üzerine gönderdi. Bu birlik Kerbelâ’da Hz. Hüseyin ve adamlarını kuşattı, ikmal yollarını tutarak Fırat’tan su almalarını engelledi.

İnsanlar, özellikle de kadınlar ve çocuklar susuz kaldı. Zulüm had safhaya ulaştı. Bu arada bazı görüşmeler yapıldı ise de sonuç vermedi. Nihayet 10 Muharrem yani aşura günü (10 Ekim 680) Ömer b. Sa’d’ın ordusu Hz. Hüseyin’in 23 atlı, 40 piyadeden oluşan sembolik birliğine bütün gücüyle saldırdı. Hz. Hüseyin’in askerleri yiğitçe mücadele etti, çok geçmeden sonra teker teker şehit oldular. Hz. Hüseyin’in üzerine yürüdüler, önce onu atından düşürdüler, ardından da kılıçla mübarek başını gövdesinden ayırdılar. Hz. Peygamber’in öpüp kokladığı mübarek “baş” önce Kufe’ye, ardından da Şam’a götürüldü (Ağırlıkla anlayışa göre Hüseyin’in başı daha sonra Medine’ye getirilerek annesi Fatıma’nın kabrinin yanına defnedilmiştir).

Bu suretle Hz. Peygamber’in nadide çiçeği Kerbela’da koparıldı. O günden beri kalplere kor düştü. Peygamber’i seven, Peygamber’i sevdiği için onun ehl-i beytini seven, “âl-i Muhammed” diyerek onlara dua eden bütün Müslümanlar üzüldü. Hüseyin sevginin, Kerbela da acının adı oldu. Hangi sosyo-kültürel dünyaya mensup olursa olsun bütün Müslümanlar içtenlikle Hz. Hüseyin’ sevdiler, Kerbela’da onun “baş”ına gelenlerden üzüntü duydular.

Bütün şehitlerimizin, başta Hz. Hüseyin olmak üzere Kerbela şehitlerinin ruhu şâd olsun![11]

Tarihin belirli bir kesiminde meydana gelen ve bizleri derinden etkileyen bu olay hakkında iyi düşünmek ve gerekli dersleri çıkarmak gerekmektedir. Bu husus hepimizin yüreğini dağlamakta ve derinden üzmektedir. Ama bu üzüntü bizleri bir ayrıma götürmemeli, intikam duygularının ortaya çıktığı bedenlerimizi tahrip ettiğimiz bir olaya dönüşmemelidir. Müslümanlara düşen görev, bu gibi olayların tekrar yaşanmaması için gerekli tedbirleri almak ve belli bir bilinci oluşturmak olmalıdır. Nitekim Yüce Rabbimiz’de bizlere şu tavsiyeleri bildirmektedir.

 “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kuran’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.”[12]

Şu ana kadar ifade etmiş olduğumuz bilgiler ışığında şu hususları yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir.

-Muharrem hicri takvimin ilk ayıdır. Hicret ise Peygamberlerin hayatlarında vuku bulmuş bir hadisedir. Bununla beraber gerçek hicretimiz ise yanlışlardan doğrulara, günahlardan sevaplara doğru yol almamızla gerçekleşecektir.

-Aşure gününde meydana gelen Kerbela olayı, birlik ve beraberliğimizi kaybetmemek için üzerimize düşen bütün vazifelerimizi yerine getirmemizi göstermektedir. Müslümanlar arasına atılan bir ayrılık çok kötü sonuçlar doğurmaktadır. Hz. Hüseyin Efendimizin ve beraberinde bulunan yetmiş kişinin şehadeti bunun en acı örneğidir. Bize düşen bugünde birlik ve beraberliğimizi korumaktır.

Sözlerimi Kur’an-ı Kerimden ayetler ve Sevgili Peygamberimizin hadisleriyle sonlandırıyorum.

 “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin”

 “Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslüman’ın, din kardeşini üç günden fazla terk etmesi helâl değildir.”

 “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”

[1] Müslim, Sıyam, 202-203

[2] TDV İslam Ansiklopedisi, “Hicret” md. c. 17, s.458

[3] Ankebut, 29/26

[4] Hicr, 15/65

[5] Araf, 7/88

[6] Taha, 20/77-78

[7] Riyazü’s-Salihin Hadis No:1

[8] Nisa, 4/100

[9] Bakara, 2/218

[10] Müslim, Sıyam, 134

[12] Al-i İmran, 103

Devamını Oku

İNANDIĞIMIZ GİBİ YAŞAYALIM

İNANDIĞIMIZ GİBİ YAŞAYALIM
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla   Muhabbetle saygı ile özlemle  sizleri selamlıyorum, Cumanız  Mübarek  olsun. Cuma Günü  Gazetemizin  köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel  bir haslet.

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff, 61/2)

 “Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saff, 61/3)

Surenin ilk ayetinde kâinattaki bütün varlıkların, kendi lisan ve hâlleriyle yüce Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh oluşunun teşbihi ile O’nun mutlak güç, hüküm ve hikmet sahibi olduğu anlatılmaktadır.

Bilindiği üzere insanlar inanç bakımından inanan, inanmayan ve inanmış gibi görünenler olmak üzere üç gruptur. Okuduğumuz ayetlerde ise genelden özele gidilerek şuurlu varlıklar arasında müstesna bir yere sahip olan insanlara yüce Allah,

ا   “Ey iman edenler” nidasıyla seslenmektedir. Bu hitapta inananlar arasında kadın erkek cinsiyet ayrımı olmadığı gibi dil, ırk, renk, sınıf, ruhbanlık v.b. faktörler de bulunmamaktadır.

Bu âyet hakkında İslam âlimlerinin yorumlarına baktığımız zaman  “Ey iman edenler” cümlesindeki hitabın muhatabının kim olduğuna ilişkin tercihe göre iki gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bunlardan bir gruba göre Kur’an’ın geneli doğrultusunda ayette müminlere hitap edilmiş olmakla beraber söz ve eylemleri arasında uyumsuzluk olan Müslümanlara bu konuda uyarı yapılmakta yahut Müslümanların sözünde ve amelinde tutarlı olması istenilmektedir. Diğer gruba göre ise, “Ey iman etmiş görünenler” tarzında bir anlam taşımakta ve söylediği ile yaptığı bir olmayan ikiyüzlü kimseler kınanmaktadır.

Bu yorumlarda çelişkili söz ve davranışlardan kaçınmanın önemine ilişkin kalıcı bir mesaj verilmesi amaçlanmaktadır (Kur’an Yolu, V/258).

Diğer bir ifadeyle yüce dinimizin evrensel oluşunun bir tezahürü olarak imanımızdan sonra inandığımız gibi yaşamamız bizlere hatırlatılmakta, Allah’ı unuttukları için kötü akıbete düşenlerin durumuna düşmememiz için uyarılmaktayız. Bu uyarıyı hayatımıza yansıtmamız ancak samimiyet ve içtenlikle dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmemizle mümkün olur. Bu nedenle tutum ve davranışlarımızda sadece Allah’ın rızasını gözetmeli, özümüz sözümüze, sözümüz özümüze uygun olmalı, riyakâr ve iki yüzlülükten kaçınmalı, yaptığımız iş ve eylemlerimizde hulûs-i kalple ve iyi niyetle davranmalı, içten pazarlıklı olmamalıyız.

Tüm yaşantımızda yapabileceklerimizi söylemeli, yapamayacağımızı söylememeliyiz. İşte bu bağlamda yüce Allah, Kur’an’da;

 “Ey iman edenler niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz.” (Saff, 61/2)

 “Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/3) buyurmaktadır. Zira İslam’da itikadî konuların ruhu tevhid, ibadetlerimizin ruhu ihlas, dünyevi işlerimizin ruhu da adalet ilkesine uygun olmalıdır (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst. 1991, s.240).

Nitekim Hz. Peygamberin bütün yaşantısına baktığımızda onun hiçbir zaman yapamayacağı hiçbir şeyi söylemediğini, ancak yapacağı şeyleri söylediğini görüyoruz. Çünkü o bizim için yegâne örnektir. Onun her yönüyle örnek hayatı ve tevhit mücadelesindeki başarısı, Mekke’nin fethine muvaffak olması ve tebliğ ettiği mesajın kıyamete kadar baki kalması da bunun bir göstergesidir.

Bu hususta Kur’an’da yüce Allah, Hz. Peygamber hakkında inananlara seslenerek;

 “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21) diye belirtilmektedir.

İşte bu nedenlerden dolayı bizler, Cenab-ı Mevlâ’yı tanıma ve sevme mutluluğuna, yalnız O’na yönelme, yalnız O’na ibadet etme özgürlüğüne ulaşamazsak hayatımızdan lezzet alamayız. Dünyevi ve uhrevi haz ve lezzetler ise kâl (söz) ile değil, hâl (öz) ile idrak edilir. Balın tadını cam kavanozun dışından tatmak mümkün olmadığı gibi dinimizin güzelliklerini de yaşamadan idrak edebilmemiz mümkün değildir. İçimizin ve dışımızın birbirini tutmaması da dinen nifak alameti sayıldığı için böyle hâllere düşmekten de sakınmamız gerekir. Bunun için dünya hayatı önemli bir fırsattır. Çünkü dünya hayatında marifete ulaşmamız için yüce Rabbimizi tanımayı, bilmeyi ve sevmeyi bütün hücrelerimize nakşetmeliyiz. Rabbimize verdiğimiz sözü hatırlama, bu tanımaya ve söze uygun davranma taahhüdümüzdür.

Cenâb-ı Hak cümlemize yapabileceğimiz şeyleri söylemeyi nasip eylesin, yapamayacağımız şeyleri söylemekten de bizleri muhafaza eylesin.

Devamını Oku

ÇOCUKLARIN  MANEVİ EĞİTİMİ

ÇOCUKLARIN  MANEVİ EĞİTİMİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla   Muhabbetle saygı ile  özlemle  sizleri selamlıyorum, Cumanız  Mübarek  olsun. Cuma Günü  Gazetemizin  köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel  bir haslet.

Çocuk hem bir nimet, hem bir emanet, hem de bir imtihan..

Dünyamızı da ahiretimizi de cennete veya cehenneme çevirecek bir lütuf veya musibet..

Bir çocuk yetiştirmek, beklenen hasletlere sahip yeni bir nesil hazırlamak. Söylemesi kolay; ancak, bugün bataklıklarla dolu hayatın içinde boğuşurken hiç de kolay olmayan bir şey. Bütün kötü şartlara rağmen asla ihmal edilmemesi, gaflette bulunulmaması gereken bir görev. Bir canavarın ağzından avını almak kadar zor ama son derece önemli..

İnsan yeryüzünde eğitime ihtiyaç duyan tek varlıktır. O kadar ki, insan ancak eğitimle insan olabilir.

Eğitim, insanoğluyla yaşıt bir olaydır, insanı meleklerin üzerine yükselten, onu ideal bir varlık ve kainatın lideri yapan bir özelliktir.

Her ebeveyn çocuklarının en güzel şekilde yetişmesini, gelişmesini; ailesine ve topluma faydalı birer birey olarak hayata atılmasını ister. Ancak bu, sadece istemekle olmaz. Hem annenin hem de babanın üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi, dikkat, özen, sabır ve emek göstermesi gerekir.

Eğitim, terbiye; çiğin pişirilmesi, hamın olgunlaştırılması işlemidir. İnsanın beşer iken adam edilmesidir. Kendiliğinden olmaz. Zaman ister, sabır ister, emek ister. Bu işin yolunu yordamını bilen ehil insanlar ister. En mühimi, terbiye sürecinde yaşanılan zorluklar, nefse ağır gelen sıkıntılar karşısında sarsılmaz bir irade ister, azim ve çaba ister.

Eğitim denildiğinde, ilk akla gelen konu, nasıl bir insan yetiştirileceği sorusudur. Bunun cevabı inançlara, ideolojilere, kültürlere ve medeniyetlere göre değişir.

Bir hastalığın şifasında en önemli aşama hastalığın teşhisidir. Teşhisi yapılamayan veya yanlış teşhis yapılan hastalığın tedavisinde başarılı olunamaz. İçinde bulunduğumuz şu ortamda çocuklardan şikâyetçi isek önce teşhis koymalı ona göre tedavi sunmalıyız.

Bir binanın temeli ne kadar sağlam ise o binanın afetlere dayanıklılığı da o denli çoktur. Çocuklarımızın da temelde aldıkları eğitim ne kadar iyi olursa, bu eğitimin hayatlarına yansıması o kadar olumlu olur.

Rabbimiz bizi, ailemiz ve çocuklarımız konusunda dehşetli bir uyarıyla ikaz ediyor:

 “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailelerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten koruyun” (Tahrim Suresi,6)

Peygamberimiz sorumluluklarımızı hatırlatıyor:

Hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. (Sünen-i Tirmizî, Cihad 27)  

Ebu Hureyre (r.a.)’dan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Her çocuk, İslam fıtratı üzere dünyaya gelir. Ebeveyni (Yahudi ise) onu Yahudi; Hıristiyan ise onu Hıristiyan; Mecusi ise onu Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22)

İmam Gazali, fıtrat hadisini esas alarak, çocuğun kalbini “tertemiz, bomboş, saf, her şeyi almaya kabiliyetli ve yöneltildiği her şeyi yapmaya meyilli” olarak tanımlar.

Demek ki dünyaya gelen her çocuk, Müslümanlığa yatkın bir fıtratta gelir. Annesi ve babası Müslümansa, çocuk Müslüman olarak yetişir; eğer Yahudi, Hristiyan veya Mecusi ise onların vermiş olduğu ahkam ve ahlakla yetişeceğinden aynen onlar gibi olur.

Allah (c.c.) her insanın hamurunu tevhid inancını kabullenecek şekilde yaratmış; o hamura şekil verme görevini de bizzat anne-babaya vermiştir.

  Çocuklarımız, ekmek yapılmaya hazır hamur gibidirler. Hamur usta bir fırıncının elinde ise, ona vereceği güzel bir şekille pişirdikten sonra insanın karnı tok olsa bile yemek için canı çekerken, iş bilmeyen bir ekmekçinin baştan savma ve yenmeyecek kıvamda pişirdiği ekmeği aç da olsa, yemekte zorluk çeker.

Çocuğu iyi yetiştirmenin temel prensibi; her şeyden önce, çocuk yetiştirme meselesini ciddiye almaktır. Çünkü ciddiye alınmadan hiçbir şey başarılamayacağı gibi, bir aile için en önemli mesele olan çocuk yetiştirme işi de başarılamaz. Çocuk büyütmek başka, çocuk yetiştirmek ise çok daha başka bir şeydir. Çocuğu okula göndermek, yedirip içirmek, giydirip gezdirmek, onu yetiştirmek demek değildir. Eğer öyle düşünülürse -ki günümüzde maalesef bu düşünce hakim- , bedeli ağır olur. 

Cennet çiçeği çocuklarımız bize tertemiz olarak emanet edilir. Onları fıtrat üzere yetiştirmek bizim asıl görevimizdir. Bunu ne kadar yapıyoruz? Çocuğumuzun midesini düşündüğümüz kadar, gönlünü doyuruyor muyuz?

Her Müslüman anne-baba, çocuklarının imanı kuvvetli, ameli salih olsun, kendilerine itaat etsin ister. Peki, bunun için çocuğumuza ne zaman hangi bilgileri öğreteceğimizi ve nasıl eğiteceğimizi düşündük mü? Bunun için ne kadar zaman ayırdık?

Aile bir hayat okuludur. Bu okulun ilk öğrencileri, ilk öğretmenleri, ilk önderleri, öncüleri anneler ve babalardır.

Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman görürüz ki; birçok peygamber, Allah’tan çocuk nimetine sahip olabilmeyi istemiştir. 

Hz. İbrahim (a.s.)’da Allah’a şöyle yalvarmıştı: 

“Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ver, dedi. İşte o zaman biz O’nu (İbrahim’i) halim (uslu) bir oğul (İsmail) ile müjdeledik.”(Saffat Suresi, 100-101)

ÇOCUK YETİŞTİRMEYE NE ZAMAN BAŞLAMALI? 

Bu soruya farklı farklı cevaplar verebiliriz. Ama en doğru cevap “daha çocuğunuza eş adayı ararken” olmalı. Damat veya gelin adayı için evi, arabası, yatı, katı sorgulanırken benim torunuma iyi bir anne veya baba olabilecek mi? sorusu gelecek nesilleri kurtaracak en önemli şifredir. Çocuğun manevi eğitimini eş seçimiyle başlatan din âlimleri, uygun bir eş seçilmediği takdirde çocuğun ilk ve temel okulu olan evde taşların hiçbir zaman yerli yerine oturmayacağını haklı olarak öne sürerler. Aileyi oluşturan kadın ve erkeğin aynı inanç ve kültür yapısında olmaları, gelecekte ikram edilecek çocuğa verilecek eğitimde tutarlı olmayı da sağlayacaktır.

Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Rasulullah (a.s) buyurdular ki: “Kadın dört hasleti için nikâhlanır: Malı için, nesebi (asaleti) için, güzelliği için, dini için. Sen dindar olanı seç de huzur bul.” (Buharî, Nikah 15; Ebu Davud, Nikah 2)

Çocuğu iyi bir okula kaydettirmek diye bir cümle var. Bundan çok daha önemlisi iyi bir anneye kaydettirmektir.

Müslüman bir anne baba için, doğum öncesi dönemi “tedbir,” 0-6 yaş dönemi “telkin,” 7-10 yaş dönemi “teşvik,” 10-14 yaş dönemi “ikaz,” 14 yaş üzeri ise “müsamaha dönemi” olarak isimlendirilebilir.

Çocuğunuza iyi bir eş buldunuz sorumluluk bitti mi? Hayır daha yeni başladı. Çocuk daha anne rahminde iken anne-baba kötü alışkanlıktan uzak durmalı ve helal gıda ile beslemelidir.

Yediğimiz, içtiğimiz gıdaların sağlığımıza ve karakterimize tesiri artık şüphe götürmez bir gerçektir.

Davranışları ve huyu hoşumuza giden birisinden bahsederken “Helal süt emmiş” deriz. Çünkü helal olmayan rızkın insanın ahlakını, huyunu, suyunu bozacağına inanırız.

Çocuğun İslam fıtratı üzere yetiştirilmesi için ilk yapılması gereken şey, helal lokmadır. (İmam-ı Gazali) 

Günümüzde artık tesbit edilmiştir ki; Ana rahmindeki bebekler 16.haftada duymaya başlamaktadır. 24. haftadan itibaren ise, dış dünyadaki sesleri duymaya, kaydetmeye ve yorumlamaya başlamaktadır. 32. haftada duyduğu sesleri hatırlama ve ona göre tepki gösterebilme kabiliyetine sahiptirler. Yapılan çeşitli araştırmalarda huzursuz davranışlar sergileyen ve sürekli ağlayan bebeklere, anne karnında kendisine dinletilen müziklerin yeniden dinletilmesi sonucunda rahatlayıp uykuya daldıkları görülmüştür.

Çocuk 1 haftalık olunca sağ kulağına ezan sol kulağına kamet okunmalı, aileye yakışacak dinine, milletine, tarihine uygun isim verilmelidir. Sırf modernlik olsun diye anlamsız isim verilmemelidir. Farkında mısınız? Bugün çocuklara verilen isimlerin bir kısmının ne kadar anlamsız olduğu sözlüklere kısa bir göz atma ile görülebilir. Çocuklara verilen isimlerin onların karakterine tesir ettiği artık tesbit edilmiş bir gerçektir. (Prof.Dr. Nevzat Tarhan, isminiz kişiliğinizi oluşturuyor. nevzattarhan.com) 

Peygamberimiz “çocuğu güzel terbiye etmek ve ona güzel bir isim vermek, evladın anne baba üzerindeki hakkıdır” ve “Siz kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Öyleyse çocuklarınıza güzel isimler koyunuz.” Buyurmuştur.( Ebû Dâvûd, Edeb, 61)  

Çocuk konuşmaya başlayınca güzel sözler öğretilmelidir. Allah, peygamber gibi dini terimleri duymayı ve demeyi öğrenmelidir. 

Evinize bir muhabbet kuşu alıyorsunuz. Ona iki kelime konuşmayı öğretebilmek için dokuz takla atıyorsunuz. Allah size harika bir kuş gibi evlat vermiş. Ona muhabbet kuşundan daha fazla ilgi göstermek zorunluluğumuz yok mu?

Anne ve baba çocuğuna örnek olmalı, hatta dede ve nine de örnek olmalıdır. Çocuğa, anlamaz denilerek yalan söylenmemelidir. Çünkü çocuklar attığımız adımların fotoğrafını çeker. 

Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur.

 Eğri ağacın gölgesi doğru olmaz. 

Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. 

Arabanın ön tekeri nereye giderse arka teker de aynı yere gider. 

Oğlan babadan görür at oynatmasını, kız anadan görür sofra donatmasını!

Armut dibine düşer.

 Üzüm üzüme baka baka kararır.

 Anasına bak kızını al.

Gibi atasözleri çocuk eğitiminde örnek olmanın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. 

Biri, İbn-i Haldun’a sordu: 

“Çocuklarımızı nasıl terbiye edelim?” 

İbn-i Haldun dedi ki: 

“Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın. Zaten size benzeyeceklerdir. Kendinizi terbiye edin yeter.”

Kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. O yüzden “çocuklar istediğiniz gibi değil yetiştirdiğiniz gibidir” denmiştir.

Nasreddin Hoca’nın ahırdan kaçan buzağısı, bahçenin altını üstüne getirmiş.

Merhumun diktiği sebzeleri ezmiş, harap etmiş. Hoca kızmış, ahırdaki öküzü dövmeye başlamış. Görenler:

 —Hoca Efendi! Öküzün ne suçu var ki döversin? Demişler.

 Hoca:

—Siz karışmayın! Demiş; bütün kabahat öküzde… Doğru dürüst terbiye verseydi, buzağı bu işleri yapar mıydı?  

İşlenmeyen tarlayı yabani otlar sarar, kaplar. 

Çocuklar donmamış beton gibidir. Üzerine ne düşse iz yapar. 

Küçük yaşta verilen eğitim taşa kazıyarak yazı yazmak gibidir. İleri yaşta eğitim suya yazı yazmak gibidir. 

Bu ve benzeri güzel ifadeler “çocuk daha küçük ne anlar!” şeklindeki düşüncenin ne kadar yanlış olduğunun göstergesidir. 

Eğitimde “Oyun Çağı” olarak da adlandırılan bu dönemde çocuğun el becerilerine, oyuncaklarına ve oyun faaliyetlerine dinî unsurlar katılmalıdır.

Yavrumuz evde namaz kıldığımızı, dua ettiğimizi, ezana saygımızı, bir işe başlarken besmele ile başladığımızı, Kur’an okuduğumuzu görmeli, toplu ibadetlerimize ve kitap okuduğumuza şahit olmalıdır.

Bu dönemde en önemli eğitim vicdan eğitimidir. Bilgiler unutulsa da çocuğun ruh dünyasını şekillendirecek merhamet, sevgi, saygı, sorumluluk bilinci gibi insani değerler bu dönemde oluşur.

Anne ve baba çocuğunu hayırlı olması için sürekli dua etmelidir. Çünkü peygamberimiz “babanın evladına duası peygamberin ümmetine duası gibidir” der. (Camiüssağir-4199)

Kur’an-ı Kerimde bu konuda dua örneklerini görüyoruz.

 “Rabbim, beni ve zürriyetimden gelecekleri namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Rabbimiz, duamı kabul buyur!” (İbrahim Suresi, 40)

 “Rabbimiz ikimizi de sana teslim olmuş kimselerden kıl ve soyumuzdan yalnız sana teslim olmuş bir ümmet çıkar.”  (Bakara Suresi,128)

Sohbetimizin başında okuduğumuz ayette de “Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak, mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl” (Furkan Suresi,74) diye dua etmemiz önerilmektedir. Gördüğünüz gibi peygamberler duasında çok mal, zenginlik gibi dünyevi şeyler istemiyor. İyi bir kul olmak için ne gerekiyorsa onlar talep ediliyor.

Hayatta çocuklarımızın ayaklarına batan dikenler, ya bizim ektiğimiz, ya da biçmediklerimizdir. “Biçtiğini beğenmiyorsan ektiğine bakacaksın” sözü örnek olma görevimizi layıkıyla yapıp yapmadığımızın bir aynası olduğunu göstermektedir. 

Bir Çin atasözü olarak ifade edilen;

Bir yıl sonrasını düşünürsen tohum ek, 

On yıl sonrasını düşünürsen ağaç ek, 

Yüzyıl sonrasını düşünürsen insan yetiştir. 

Cümlesi, geleceğimizin kaderini ve karakterini bugünkü yetiştirdiğimiz çocukların belirleyeceğini veciz bir şekilde ifade ediyor.

Çocuğa yapılan yatırım en pahalı yatırımdır. Çünkü geleceğe yapılmış bir yatırım olması sebebiyledir. Meyvesini yıllar sonra verecek bir yatırım..

GELECEĞE FİDAN DİKME

Abbasi Halifesi, Harun Reşit bir gün atına binip Bağdat’ın dışına çıkar, yol kenarında yaşlı bir zatın hurma fidanı dikmekte olduğunu görür. Yaşlı bir adamın hâlâ fidan dikmeye uğraşmasını biraz garip bularak sorar:

 Baba, der ne yapıyorsun, bu yaştan sonra fidan mı dikiyorsun?

Evet, oğul, der, görüyorsun ya hurma fidanı dikiyorum.

 Peki, diktiğin bu hurmalar kaç senede meyve verecek dersin?

 Hiç belli olmaz oğul; beş senede, on senede, hatta yirmi senede ancak meyve verenler de olur.

Demek ki diktiğin hurmaların meyvesini senin yemen, biraz şüpheli. Madem ki sen hayatta iken meyve vermeyecek, o halde bu zahmetleri neden çekiyor; meyvesini yiyemeyeceğin fidanları dikme meşakkatine neden katlanıyorsun?

İhtiyar bu defa şu cevabı verir:

Oğul, bizden evvelkiler dikip gitmişler, biz onların diktiği fidanların meyvesini yedik. Şimdi ise sıra bize geldi, biz de dikelim de bizden sonra gelenler yesinler.

Cevap hoşuna giden Harun Reşit:

Baba, güzel konuştun, al bunu, der. Kendisine bir kese dolusu altın atar. Altın kesesini havada kapan kıvrak zekâya sahip ihtiyar:

Allah’a hamd ederim ki, başkalarının diktiği fidanlar senelerce sonra meyve verdikleri halde, benim diktiklerim işte bu anda meyvesini verdi, der.

Harun Reşit, bu söze de hayran olur, ihtiyara bir kese dolusu altın daha atar. Aksakallı zat, bu sefer de şöyle söylenir:

Allah’ıma şükür olsun ki, başkalarının diktiği fidanlar senede ancak bir defa meyve verdiği halde, benimkiler iki defa meyve verdiler!

Halife, ihtiyarın bu sözüne de hayran kalır ve tekrar çıkardığı bir kese altını daha atarak, yanındaki vezirine:

 Burada daha fazla konuşmayalım, yoksa bu ihtiyar bizde para bırakmayacak, diyerek oradan hızla uzaklaşır.

Bu hikâye bize bir ülke için yapılacak en önemli yatırımın, özellikle çocuklara ve gençlere yapılan yatırım olduğunu göstermektedir.

En tembel adam bile tohum ekebilir. Marifet ektiğine bakabilmektir.

Eğitim, sabır, koordinasyon, akıl ve süreç isteyen bir olgudur.

Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik? 

ÇOCUK EĞİTİMİNDE OKUL DÖNEMİ

Kişilik oluşumu ve gelişiminin yüzde yetmiş veya seksen gibi büyük bir kısmı altı-yedi yaşlarında tamamlandığı bilinen bir gerçektir. İlkokul çağına geldiğinde yavrumuz açısından pek çok şey için artık geç olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak her şey bitmiş değildir.

Bu dönem, akılcı öğrenme çağı” olarak da adlandırılır. Artık katı bir somut düşünce safhasından, daha esnek, hatta soyut konuları da bir dereceye kadar anlayabileceği bir döneme girdiği söylenebilir. Çocuklar artık bilgiyi itirazsız kabul etmezler; onları akıllarıyla kavramaya çalışırlar.

Haklı-haksız, suç-ceza, sevap-günah, cennet-cehennem gibi soyut kavramların anlaşılmasına yardımcı olan zihni gelişim ancak bu yaşlarda teşekkül etmeye başlar.

7-10 yaş arasında çocuğun din eğitimi namaz eksenli olarak yürütülmelidir. Nitekim peygamberimiz bu yaştaki çocukları namaza alıştırmamızı ısrarla tavsiye etmekte ve 

7 yaşına geldiği zaman çocuğunuza namaz kılmayı emredin…( Ebû Dâvud, Salat 25) buyurmaktadır.

Gusül -Abdest -Temizlik, Kur’an-ı Kerim, Dua, Tesettür, Dini Sosyalleşme, Sorumluluk duygusu ve bilinci, Zaman bilinci vb. hepsi bu dönemde öğrenilmekte ve şekillenmektedir.

Buluğ çağına kadar dinî açıdan sorumlu sayılmayan çocuklara karşı hoşgörülü ve müsamahakâr olunmalıdır.

Şimdi kendimize şunları soralım:

Çobanlık vazifemizi yaptık mı? Örnek olduk mu? Ne verdik ne istiyoruz? İnançsız, idealsiz, gayesiz, ruhsuz, başıboş gençler kimin eseri? Dışarıdan ithal etmediğimize ve gökten zembille inmediklerine göre?

Elbisemin ütüsüne, ayakkabımın boyasına, arabamın modeline gösterdiğim dikkat ve titizliği çocuklarımın eğitimi için de gösteriyor muyum? Takip ettiğim dizinin veya programın bir sonraki bölümünü merak ettiğim kadar çocuğumun nelere yöneldiğini merak edip takip ediyor muyum?  Yoksa çocuklarımız giyip eskittiğimiz elbise ve ayakkabıdan daha mı değersiz?

Geriye dönüp baktığımda ne görüyorum? Nasıl bir çocuk bıraktım?

Yüzü ağartan çocuk mu, yüzü kızartan çocuk mu?

Övünülecek çocuk mu, dövünülecek çocuk mu?

Peygamberimiz “insan öldüğünde amel defteri kapanır. Ancak üç sınıf insanın hariç! Buyurur. Bunlardan biri de anne babanın arkasından hayır dua ile anacak evlattır. (Müslim, Vasiyyet 14) 

Öldüğünüz zaman sizin arkanızdan hayır dua edecek evlat sayesinde yeniden hayat buluyorsunuz. 

Küçükken elimize yapışan çocuğumuzun, ahirette yakamıza yapışmasını istemiyorsak ona dinini, İslam ahlakını öğretmeli, sadece dünyasını değil, ahiretini de kurtarmaya çalışmalıyız.

Sohbetimizi Peygamberimizin şu hadis-i şerifiyle bitirelim “Hiçbir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz.” (Tirmizi, Birr, 33) 

Devamını Oku

HARAMIN  ÖZENDİRİLMESİ!

HARAMIN  ÖZENDİRİLMESİ!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla   Muhabbetle saygı ile  özlemle  sizleri selamlıyorum, Cumanız  Mübarek  olsun. Cuma Günü  Gazetemizin  köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel  bir haslet.

İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. ( Nur, 19 )

Değerli  Okurlarım !

Konumuz olan bu ayeti kerimede Yüce Rabbimiz bazı kimselerin hayasızlığı yaymaya çalıştıklarını, bunu bilerek ve isteyerek yaptıklarını ve de bu işi müslümanların arasında gerçekleştirmek istediklerini bizlere anlatıyor. Herhangi bir Müslüman, bırakın haramın yaygınlaşmasını istemesini, haramın kendisinden bile uzak duran kimsedir. Dolayısıyla bu işi ancak mümin olmayan bir kimse yapabilir. Bunun için de bu anlayışa sahip olan insanların gerekli çabayı sarfetmeleri, lazım olan materyalleri yani, radyo, televizyon, internet, para ve yetişmiş kalifiye elemanları kullanmaları gerekir. Bu işi de ancak şeytanı memnun eden insanlar yapar.

Kıymetli  Okurlarım !

İlk insan ve ilk peygamber olan Adem aleyhisselam’dan ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselam’a kadar Hak-Batıl mücadelesi yaşanmış ve bu çekişme kıyamete kadar da yaşanmaya devam edecektir. Yüce Allah’ın elçileri risalet vazifesi olarak her daim ma’ruf’u emretmiş yani Hak ve Hakikat’ın toplum tarafından benimsenmesini ve akabinde de yaygınlaşmasını arzu etmiş ve bunun için çalışmışlardır. Bu gaye ile ümmetlerine Yüce Allah’ın yeryüzündeki sınırları olan Helal-Haram çizgisini tebliğ etmiş ve daima hatırlatmışlardır.

Peygamberlerin bu gayretlerinin tam zıddı olarak bir kısım İslam düşmanları da münker’in yani aklın ve dinin hoş görmediği haram ve çirkin işlerin yaşanmasını ve toplumda yaygınlaşmasını istemişlerdir. Bilahare bu istekleri doğrultusunda da her türlü haramın ve menhiyyatın revaç bulması için insanları teşvik edip özendirici faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Bu yıkıcı faaliyetlere engel olabilmek için önce Haram kavramının ne olduğunu sonra da Haram’a teşvik eden insanların ne gibi özellikleri olduğunu öğrenmeliyiz. Önce Haram’ın tarifinden başlayalım. Diyanet İşleri Başkanlığının yayınları arasında bulunan Dini Kavramlar Sözlüğü’nde bu kelime şu şekilde açıklanmıştır.

HARAM ; Sözlükte “yasak,memnu” anlamına gelen haram, dini bir terim olarak, kesin bir delille, açık bir şekilde yapılmaması istenen fiildir.

Haram, dini bir kavram olup, bunu tespit ve tayin yetkisi sadece Allah’a aittir. Bu konuda insanların yetkisi yoktur. Hz. Peygamber’in bu konudaki hadisleri, Allah’ın koymuş olduğu hükmü açıklamaktan ibarettir.

Değerli kardeşlerim!

Haramın toplumda yaygınlaşması genelde şu üç şekilde olmaktadır;

1-) Yasaklanmış olan bir şeyi yapmayı teşvik ederek

2-) Bir haramdan devamlı bahsedip o’nun reklamını yaparak

3-) Allah cc. nun bir emrinin yapılmasını engelleyerek

Şimdi de bu üç kısmı ayrı ayrı izah edelim.

1-) YASAKLANMIŞ OLAN BİR ŞEYİ YAPMAYI TEŞVİK ETMEK

Aziz Okurlarım !

Değişik vesilelerle şu gerçeği her zaman haykırıyoruz; Küfür tek millettir…

Bu küfür milleti içerisinde ister kafir, ister münafık, ister zalim, isterse de ehli kitap diye adlandırılsın her biri tevhid ehlinin karşısında saf tutup ehli imanı hakk yoldan uzaklaştırmak için ellerinden gelen her türlü çabayı göstermektedirler. Yüce Kuran’ın değişik yerlerinde bu gurupların yaptığı birtakım batıl çabalardan bahsedilmektedir. Örneğin kafirler hakkında şöyle buyrulur:

İnkar edenler iman edenlere, “Yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim” derler. Halbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır. ( Ankebut, 12 )

Bu ayeti kerimede inkar ehlinin iman ehline hakk davayı terk edip kendilerinin batıl davalarına tabi olmalarını tavsiye ve teşvik ettiklerini görmekteyiz. Bunu yaparken de gayet cüretkar davranarak onların bunu yaptıkları takdirde bir vebal ve günah varsa da üstlenmeye hazır olduklarını açık bir şekilde dile getirmektedirler. Halbuki bu gafiller ahirette hiçbir kimsenin başka bir kimsenin günah ve hatasını yüklenemeyeceğini düşünmemektedirler. Yüce Rabbimiz de onların bu iddialarında yalancı durumuna düştüklerini bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır;

Andolsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir. Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyamet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir. ( Ankebut, 13 )

Bir diğer günaha davet eden gurup ise Münafıklardır. Allah azze ve celle onların bu özelliğini Kuran’ı Kerimde şöyle izah ediyor;

“Erkeğiyle kadınıyla münafıklar birbirine benzer; kötülüğü özendirip iyiliği engellerler, hayır için harcamaya elleri varmaz. Onlar Allah’ı umursamadılar, O da onları kendi hallerine bıraktı. Gerçek şu ki münafıklar günaha batmış kimselerdir.” (Tevbe; 67)

( Allah’ın münafıkları unutmasından maksat, onlardan yardımını, hidayetini ve rahmetini kesmesi, münafıklıkları sebebiyle onları unutulmuş ve terk edilmiş bir vaziyette bırakmasıdır. Buna göre, Allah’ın münafıkları unutması mecazi manadadır. Zira Allah cc. unutmaktan münezzehtir.)

.

Haramı ve hayasızlığı Müslümanlar arasında yaygınlaştırmak isteyen guruplardan biri de Yüce Allah’ın lanetini üzerlerine almış olan zalim kimselerdir. Onların bu özelliklerinden bahseden Kuran’ı Kerim bu kimseleri şöyle tarif etmiştir;

Onlar Allah yolundan alıkoyan ve onu, eğri ve çelişkili göstermek isteyenlerdir. Onlar ahireti de inkar edenlerdir. ( Araf, 45 )

Bu zikrettiğimiz küfür ehli dışında bir de, aslında ilahi bir kitaba sahip olup onu da tahrif eden ve Müslümanların karşısında saf tutan gayri Müslimler de iman ehlini sapıtmak ve kendi yanlış davalarına inandırmak için çalışmışlardır. Kuran’ı azimüşşan onları da şöyle anlatır;

أَKendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar. ( Nisa, 44 )

İnsanların tercih ettikleri her bir sapık yol ve işledikleri her bir haram ( Alkol içmek, Zina etmek, Kumar oynamak, Hırsızlık yapmak, Karaborsacılık yapmak gibi ) günahların ve çirkinliklerin artmasına sebebtir. Ayrıca o’nun yerine tabi olunması gereken hidayet yolunun tıkanmasına ve helal dairesinde yaşanacak bir hayat tarzının azalmasına da yol açacaktır. Dolayısıyla işlenen her bir günah başka bir günaha kapı aralamaktadır. Yüce Rabbimiz Bakara süresinin 16. ayetinde 

İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kar getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır. ( Bakara,16 ) buyurarak batıl yolu Hakk yola tercih edenlerin sonunun hüsran olacağını bildirmiştir

Kıymetli  Okurlarım!

Günümüzde bu batıl hayat tarzının taraftarlarının, modern ve çağdaş gibi kelimeleri kullanarak haramları özendirdiklerini görmekteyiz Diğer taraftan hırsızlık veya benzeri bir suç işleyip emniyet güçleri tarafından yakalanan bir suçluya gereken ceza verilmeyip serbest bırakılması da bu tür suçların azalması yerine artmasına sebeb ve teşvik olmaktadır.

2-) BİR HARAMDAN DEVAMLI BAHSEDİP O’NUN REKLAMINI YAPARAK

İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. ( Nur, 19 )

19. âyette söz konusu edilen “ahlâksızlığın yaygınlaşması” ifadesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır. Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur; çirkin ve kötü olaylar ise yalnızca gerektiği kadar dile getirilir ve erdem ölçülerine göre değerlendirilir, mahkûm edilir, ıslah çareleri üzerinde durulur. Topluluk içinde erdemsizliğin yaygın hale gelmesi öncelikle yasaklar ve cezalarla değil, toplumun erdem ve erdemsizlik karşısında takındığı tavırla engellenebilir.(Kuran Yolu C,4. S,60)

Değerli kardeşlerim!

İçinde yaşadığımız şu çağda medya yoluyla toplumların ahlakı ve değer yargıları dejenere edilmeye çalışılmaktadır. Alimlerin, özellikle de devletin vazifesi, toplumun değer yargılarını, inanç ve geleneklerini muhafaza etmektir. Devlet, bu saldırılar nereden gelirse gelsin onları önleyecek tedbirler alması gerekir.

Bir kötülüğü işlemek elbette ki suçtur ve cezası verilmesi gerekir. Bir de suça teşvik ve ona özendirme varsa bu daha büyük bir suçtur. Bundan dolayıdır ki devletler, bir suçun medya yoluyla işlenmesine katmerli cezalar vermektedirler.

3-) ALLAH CC. NUN BİR EMRİNİN YAPILMASINI ENGELLEYEREK

Hayatları boyunca Yüce Kuran’ın nurunu söndürmeye çalışan kafirler hakkında bakalım Rabbimiz ne buyuruyor:

İnkar edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.” (Fussilet, 26 )

Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Müslümanların namazına, orucuna, ezanına, kuran’ına, saçına , sakalına, tesettürüne ve umumi olarak hayat tarzına karışma salahiyetini kendisinde bir hakk olarak gören hastalıklı bir zihniyetin mensuplarını maalesef hala görmekteyiz. Ve şunu da kesin olarak biliyoruz ki, bu anlayış sahipleri kıyamete kadar da var olmaya devam edeceklerdir.

Buraya kadar izah etmiş olduğumuz üç gurup insandaki bu olumsuz özelliklerin hepsi de Adem babamızın ve Havva anamızın akıllarını çelip cennetten çıkmalarına sebeb olan İbliste fazlasıyla bulunmaktadır. Bu konuda Yüce Rabbimiz;  ا

Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor. ( Nisa, 60 ) buyurmaktadır. Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor;

” Şeytan onlara yaptıklarını güzel göstermiş, böylece onları yoldan alıkoymuş; bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.” (Neml; 24)

Kuran’ın değişik sürelerinde şeytanın cennetten kovulduğu anlatılır. Yeryüzünde insanları sapıtmak için elinden gelen her yolu deneyeceğinden bahsedilir. Kuran’ın en son süresinde de insan ve cinlerden, insanların kalplerine vesvese veren şeytanların bulunduğundan söz edilir.

HARAMA HİZMET EDENLERİN CEZASI

Bu konuyla alakalı şu ayeti kerime bizlere genel bir kuralı hatırlatmaktadır;

Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter. ( Nisa, 85 )

Bu konu ile alakalı olarak Kuran’ı Kerimden sonra dinimizi bize öğreten en sahih hadis kaynaklarından biri olan sahihi Müslim’de şöyle bir rivayet bulunmaktadır;

Bir kötülüğe öncülük edenin günah bakımından durumu da aslında bundan farksızdır. Allah Resûlü, bu durumda olan kişilerin akıbetini Kâbil örneğiyle inananlara anlatmıştır:“Bir can haksız yere öldürüldüğünde onun kanından/günahından Âdem”in ilk oğluna (Kabil”e) mutlaka bir pay düşer! Çünkü öldürme âdetini ilk kez başlatan odur.” 33 ( Buhari, Diyat,2 )

Kötülük etmek, kötülükte işbirliği yapmak, kötüye ve kötülüğe göz yummak dinî olduğu kadar insanî açıdan da kabul edilir davranışlar değildir. Sahâbîlerin Hz. Peygamber”e en büyük günahın ne olduğunu sormaları, iyilik kadar kötülük konusunda da hassas olduklarını göstermektedir. ( Hadislerle İslam, C,3. S,48 )

Muhterem Müslümanlar!

Ahirette bir kısım cehennem ehlinin, dünyada kendilerini saptıran önderler hakkında nasıl aleyhte şahitlik edip onları şikayet ettikleri şöyle anlatılır;

“Ve ekleyecekler: “Rabbimiz! Biz efendilerimizi ve büyüklerimizi dinledik, onlar da bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzâb; 67)

“Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları ağır bir şekilde lânetle!” (Ahzâb; 68) Öncü konumunda olanlarla onlara tabi olanlar arasındaki konuşmayı da şu ayetler bizlere aktarmaktadır;

“Allah buyuracak ki: “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!” Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet edecektir. Hepsi birbiri ardından orada (cehennem) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, “Ey rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha azap ver!” diyecekler. Allah da, “Zaten hepiniz için bir kat daha azap vardır, fakat siz bilmezsiniz” diyecektir.” (A’râf; 38)

“Öncekiler de sonrakilere derler ki: “Sizin bizden arta kalır bir tarafınız yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık azabı tadın!”” (A’râf; 39)

( Toplumu yanlış yolda yürüten liderlere hem kendi kafirliklerinden hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından ötürü; bunların peşinden gidenlere de hem kafir olduklarından hem de sapık liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat azab edilecektir.)( TDV Meal)

Kafirlerin, kendilerini saptıranlara ne kadar çok kızdıkları ve onlara kendi elleriyle bizzat ceza vermek için Yüce Allah’a nasıl dua ettikleri de şu ayette anlatılmaktadır;

“İnkâra sapmış olanlar şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Bizi saptıran şu cinleri ve insanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım ki herkesten daha çok aşağılanmış olsunlar!”” (Fussilet; 29)

Alimler Sultanı İzzeddin b. Abdüsselam dönemi başbakanlarından Fahreddin Osman, Mısır’da bir mescidin üzerinde bir eğlence yeri inşa ettirir. İzzeddin b. Abdüsselam ( sözlü ikazdan sonra ) arkadaşlarıyla beraber ahlaka ve edebe uygun olmayan bu eğlence yerini yıkmaya gider. Başbakan durumdan rahatsız olduysa da İzzeddin ona aldırış etmez. İzzeddin, Başbakan’ın bu hareketini, ibadet yerlerine müdahale ve hayasızlığı yayma kapsamında değerlendirip, Müslümanların başına geçmeye ehil olmadığı ve azli yönünde fetva verir. Fetva üzerine başbakan Kral Salih tarafından azledilir. ( Ulemanın gücü, S, 42 )

HARAMIN YAYGINLAŞMASI NASIL ÖNLENİR

Evvela her Müslüman iki cihan serveri sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şu buyruğunu kulağına küpe yapmalıdır;

Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bir kötülük gören kişi, eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbi ile (o kötülüğe) tavır koysun, (onu hoş görmesin). Ve bu da imanın asgarî gereğidir.”

(D1140 Ebû Dâvûd, Salât, 239-242)

Bu hadisi şeriften anlıyoruz ki, her Müslüman elinden geldiği kadar kötülükleri engellemeye çalışmalıdır. Zaten Yüce Kuran bu ümmetin hayırlı bir ümmet olduğunu , çünkü Allah’a sağlam bir inançla emri bilmaruf ve nehyi anilmünker yaptığını bizlere bildirmiştir.( Al-i İmran, 110 )

Değerli kardeşlerim!

İslam dini normalde yapılmasında sakınca olmayan mubah bir iş, bazı sebeblerden dolayı şer’an sakıncalı bir sonuç doğuracaksa veya böyle bir sonuç kuvvetle muhtemelse o mubah işin yapılmasını yasaklar. Buna İslam hukukunda Sedd-i zerai’ denir. Bizler bu tabirden anlıyoruz ki İslam bırakın bir haramın veya çirkin bir fiilin yasaklanması, bunlara sebeb olması muhtemel olan mubahlardan bile kaçınılmasını istemiş ve de harama giden yolları tıkamıştır. Nitekim zina etmek haram olduğu gibi o’na götürecek vesilelerinde haram olması gibi. Veya alkol içmek haram olduğu gibi o’nu üretmek, taşımak ve satmak da haramdır.

Velhasıl, bir Müslüman olarak hayatımızı daima helal dairesi içerisinde geçirmeliyiz. Haramlardan ve şüpheli şeylerden uzak durmalı ve de gücümüzün yettiği kadar da toplumdaki kötülüklerle mücadele etmeliyiz. Doğruluğun yayılması için de gayret göstermeliyiz. Cenab-ı Hakk cümlemizi iman edip salih amel işleyen, ve birbirlerine Hakkı ve Sabrı tavsiye eden müstesna kullarından eylesin…AMİN…

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.

Marsbahis
deneme bonusu veren siteler