DOLAR 32,9460 -0.17%
EURO 35,8168 -0.24%
ALTIN 2.523,450,64
BITCOIN 22384854,57%
Edirne
30°

AÇIK

03:58

İMSAK'A KALAN SÜRE

Nuri Böcekbakan

Nuri Böcekbakan

26 Temmuz 2024 Cuma

Müslüman Islah Edicidir:Salih Amel

Müslüman Islah Edicidir:Salih Amel
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Nuri Böcekbakan

Kıymetli Okurlarım!

En kalbi duygularımla hasretle, özlemle, muhabbetle sizleri selamlıyorum. Cumanız Mübarek olsun.

1. Asra yemin olsun ki,

2. İnsan gerçekten ziyan içindedir.

3. Bundan ancak iman edip, salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır

 İnsanı en iyi tanıyan ve tanıtan Yüce Allah, Kur’an’da insandan geniş bir şekilde bahsederek ona yol gösterir, onu ruhen eğitir ve ondan yeryüzünde Allah inancının hâkim olduğu, ahlaka dayalı sosyo-ekonomik bir düzen kurmasını ister. Bu meyanda insanı hedef alan Kur’an, ideal bir insan ve toplum tipi önerir.

 Kur’an, oluşturmak istediği toplumun iman ve ahlak temeline dayalı olarak ıslah edici fiiller ortaya koymasını, iyi olan şeyleri yerleştirirken kötülükleri ortadan kaldırmaya çalışmasını, adaleti ve hakkaniyeti sağlamasını, İslam ümmetinin kendi içinde ve diğer toplumlarla sosyal yardımlaşma ve barış içinde olarak birliğini muhafaza etmesini istemektedir.

Sadece bireysel olarak değil, bir değer olarak salih amelin bütün toplumun davranışlarını dönüştürme özelliği de vardır. Hayatın bütünü içinde bu değişimin göründüğü ilk yerlerden biri salih amelin düzeltici (ıslah) rolüdür.

Salih amelin kapsamına giren; hayırlı bir toplum ve ümmet olmanın temel şartlarından birisinin de İyiliği emretme ve kötülükten menetmeye bağlı olduğu ayeti kerimede şöyle ifade edilmiştir:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Ali İmran,104)

Bu ayeti kerime, sözü dinlenen, doğru yolu gösteren, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk oluşturulmasında, bütün Müslümanların sorumlu olduklarını açıkça bildirmektedir. Böyle bir topluluğun oluşturulması, imandan sonra Müslümanların önde gelen görevlerinden biridir. 

Bu görevi yerine getiren Müslümanlar hakkında yüce Allah;

   “İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir” buyurmuştur.

“İyiliği emretme, kötülükten sakındırma” şeklinde ifade ettiğimiz emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker görevi, fert, aile ve toplumun güven ve huzuru için hayâtî önemi haizdir. Hoşgörü adına toplumdaki kötülüklere müdahale etmemek ve vurdumduymaz davranmak, toplumun fesadına sebep olur. Bundan kötülüğe katılan, katılmayan herkes zarar görür. Sözgelimi hırsızlık yapanı görüp “bana ne deyip” gerekli müdahaleyi yapmayan, ilgilileri haberdar etmeyen kimse sorumlu olur, bu hırsız bir gün bu kimseye de zarar verebilir. Birlikte yolculuk yaptığı gemiyi delen sorumsuz insana oradakiler müdahale etmezlerse, gemi batar ve hepsi birlikte zarar görürler.

Emr-i bi’l-ma’rûf; iyi, güzel ve yararlı olan her şeyi, İslâmî bütün güzellikleri kapsar.  Nehy-i ani’l-münker ise kötü, çirkin ve zararlı her şeyi, İslâm’ın bütün yasaklarını içerir. Bu görev, toplumda oto kontrol sistemidir. Toplumun iyiye gitmesinin, fitne ve zarardan korunmasının temel yapı taşıdır.

Bu görevi yapan insan; samimi, ihlaslı ve dürüst olmalı, bu görev sadece Allah rızası için yapmalıdır. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkeri yerine getirenlerin hiçbir maddi beklentisi olmamalıdır. Çünkü onun maddî ve manevî gıdası ihlas ve samimiyettir, Allah rızasıdır.

Salih Amel:

“Salih amel”, din dilindeki yaygın kullanımı ile öncelikle Allah Teâlâ’ya ibadet ve taatte bulunmak demektir. 

Helâl ve meşru olan her türlü iş, şayet düzgün, sağlam, dürüst yapılıyorsa bu, salih amel olarak nitelenir. 

Birçok âyet ve hadiste “amel” ile daha çok ecir/sevap kazanmak için yapılan çeşitli ibadet ve taat dile getirilir; bununla birlikte “salih amel” kavramının kapsamının çok daha geniş olduğu unutulmamalıdır.

Yüce Allah yüze yakın âyette, “iman eden ve salih amel işleyen” buyurarak iman etmekle, salih amel işlemeyi yan yana zikretmiştir. 

İman, insanın hayatına anlam katar. Ona dünyada yaratılış gayesine uygun bir yaşama bilinci aşılar. Davranışlarını şekillendirir, fikir ve kararlarına yön verir. Zorluklar karşısında insanı kuvvetli, dayanıklı ve sabırlı kılar. Nimetin kıymetini bilmeye ve şükrünü eda etmeye vesile olur.

Mümini, “elinden ve dilinden emin olunan kimse” olarak tarif eden Allah Resul’ü (sav); ahde vefa göstermek, emanete riayet etmek, misafire ikramda bulunmak, konuştuğunda hayır söylemek gibi nice güzel hasleti imanın birer tezahürü olarak zikretmiştir. İmanımızı diri tutan salih amel ve ibadetlerdir; kemale erdiren ise güzel ahlaktır. İman ve salih amel, bizi ahirette Rahman’ın rahmetine ulaştıracak en kıymetli sermayemizdir.

Kur’an’da küfr; kötü vasıfların kaynağını teşkil ederken, iman da; olumlu ahlaki değerlerin merkezidir. İman, tüm İslami erdemlerin çıktığı kaynaktır; hepsini oluşturan odur. İman varsa ibadetler vardır. İman yoksa yapılan ibadetlerin ve iyiliklerin bir faydası yoktur. 

Bu yüzdendir ki,   (iman edip salih amel işleyenler) ifadesi Kur’an’da en sık kullanılan tabirlerden birisidir. Allah’a inanmayı ve güvenmeyi ifade eden iman en büyük iddiadır. İddialar ispat ister. Salih amel, bir bakıma mü’min olma iddiasının ispatıdır. Zira Kur’an, mümini şu şekilde tanımlar: “Mü’minler o kimselerdir ki Allah’a ve Elçisine inandılar, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte (iman iddialarında) doğru olanlar onlardır. 

Âyetlerde geçen “salih amel işleyenler” nitelemesi, başta ibadetler olmak üzere her türlü olumlu ve yararlı davranış ve işleri ifade etmektedir.

Salih Amel Günahların Affına Vesiledir:

Başkasına yapılan bir haksızlık veya bir kötülüğün bağışlanması için sadece pişman olup tevbe etmek yetmez. O haksızlığı düzeltmek de gerekir. Örneğin gereksiz yere başkasının onuruyla oynayarak ve ona ait bir malı zimmetine geçirerek haksızlık yapan kimse, kıyamet günü gelmeden önce yaptığı bu haksızlığı telâfi etmelidir. Ya hak sahibiyle helâlleşmeli veya hakkını geri ödemelidir. Bunu yapmadığı takdirde işlediği salih amellerinden de olur.

Şu hâlde kul hakkını yiyen kimse, sabah akşam namaz kılıp niyaz eylese de yaptığı kötülüğü temizleyemez, kendisini aklayamaz. Fakat işlenen günah, kul ile Allah arasındaki bağı zedeleyen türden ise, elbette bu durumda tevbeden sonra yapılacak her türlü iyilik, günahı temizleyecektir. Zira kötülükleri ancak iyilikler silebilir.

 “Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; (işlediğin) bir kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki onu yok etsin…”

“Salâh, iyilik, güzellik”, müminin sadece ibadet hayatına değil, onun ahlâkına ve tüm davranışlarına yansımalıdır. O hâlde her mümin Sevgili Nebî’nin (sav) öğrettiği şu duayı sık sık tekrarlamalıdır:

 “…Allah’ım, beni amellerin en güzeline ve ahlâkın en güzeline kavuştur. Onların en güzeline ancak sen ulaştırırsın. Beni kötü işlerden ve kötü ahlâktan muhafaza et. Bunlardan ancak sen koruyabilirsin.”

Ölümü hâlinde kulun kendisiyle birlikte gidecek olan ve mizanın sevap kefesini kendi lehine ağırlaştıracak olan hiç kuşkusuz kulun salih amelleridir.  

“Her nefis yarın için ne hazırladığına bir baksın.” ilâhî emrinde kastedilen hazırlık da salih amellerden başka bir şey değildir. 

Sonuç itibariyle;

Salih amel, hedefi olan bir değerdir. İnsanların bir değer olarak, salih amelde bulunma nedenlerinden biri de mutlu olmak başka bir deyişle sonsuz kurtuluşa ermektir.

İnsanın kendisi gibi çalışma ve çabası da değerlidir. Salih insan, harcanan çabanın değerine karşılık gelen bir ünvandır. Cennet, Kur’an’da dünyadaki salih amellerle inşa edilen bir mekân gibi anlatılmaktadır. Bu nedenle inanan her insan, öncelikle kendi elleriyle ne kazandığına ve yarına ne gönderdiğine odaklanmalıdır. İnsanın değerini, yaptığı amelleri belirlemektedir. Amellerin de bir değeri ve derecesi ve bunların da Allah katında bir karşılığı vardır. Bu nedenle insan sadece Allah’ın rızasını istemelidir. Allah razı olsun denilebilecek yararlı bir iş çıkarmaya ise salih amel denmektedir.

Ne mutlu hayatını salih ameller ile bezeyenlere, Ne mutlu ‘Allah razı olsun’ duasını çokça alanlara…

Devamını Oku

CUMA NAMAZI VE ÖNEMİ

CUMA NAMAZI VE ÖNEMİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kıymetli Okurlarım!

En kalbi duygularımla hasretle, özlemle, muhabbetle sizleri selamlıyorum. Cumanız Mübarek olsun.

Yüce Rabbimiz Cuma suresinde: 

 “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır”[1] buyurmakta, farz olan Cuma namazının, dünyalık elde etmekten daha kazançlı daha hayırlı ve faydalı olduğunu, devam eden ayette de Allah’a karşı kulluk vazifesi yerine getirildikten sonra günlük hayattaki işlerin yapılabileceğini, her şeyin sahibi olan Allah’ın kulları için yarattığı nimetleri elde etmek için çalışılabileceğini bildirmektedir.

Yüce Rabbimiz, mü’minlerin duygu ve düşüncelerinde, söz ve fiillerinde dünya ve ahiret dengesini oluşturmalarını, her iki hayat için de çalışılmalarını ister. Dünya hayatı, ebedî âlemdeki hayata göre çok kısadır; kul bunu unutup dünya ebedî imiş gibi kendini ona vermemeli, dünyasını âhireti için değerlendirmelidir:

 “Allah’ın sana verdiğinden(O’nun yolunda harcayarak)ahiret yurdunu ara. Ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” Kasas:28/77

Dünyalık hiçbir iş ve uğraş Cuma namazını kılmamaya mazeret olamaz. Hiçbir maddi kazanç Cuma namazını kaçırma sebebiyle oluşan büyük kaybı telafi edemez.

Cuma Kavramı

            Cuma, İslâmiyet’te büyük değer verilen haftalık toplu ibadetin yapıldığı gün ve o gün ifa edilen ibadetin (namazın) adıdır.

Cuma Gününün Kısaca Tarihçesi

İslâm’dan önce haftanın altıncı gününe arûbe denirdi. Bu günün Cuma adını alması bilhassa toplantı günü olmasından kaynaklanmaktadır.

 Hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre Cuma, haftalık ibadet günü olarak daha önce Yahudi ve Hıristiyanlar için tayin ve takdir edilmiş, fakat onlar bu konuda ayrılığa düşerek Yahudiler cumartesiyi, Hıristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibadet günü olarak benimsemişler, Allah da Cuma gününü Müslümanlara nasip etmiş, onları bu konuda hakka ulaşmaya muvaffak kılmıştır. Böylece İslâm’da haftalık toplu ibadet günü olarak Cuma günü seçilmiş, bu günün bir bayram olduğu birçok rivayette açıkça belirtilmiştir.

Hz. Peygamber(sas) Cuma namazını ilk defa hicret esnasında Medine yakınlarında, Salim b. Avf yurdundaki Ranuna Vadisi’nde kıldırmıştır.

Cuma Gününün Anlam ve Önemi

Değerli okurlarım !

Cuma günü sahip olduğu özelliklerden dolayı gerek fert gerekse toplum olarak Müslümanlar açısından büyük önem taşır.

Cuma, Müslümanları bir araya getiren bir gündür. Bu gün Müslümanların kendilerini ilgilendiren konularda istişarelerde bulundukları, kaynaşıp birliktelik ruhu kazandıkları mübarek bir gündür.

 Bu mübarek günde Hz. Âdem’in cüzleri bir araya getirilmiştir.(Hz. Âdem yaratılmıştır.)

Bu gün Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzünde buluşmuştur.

Cuma, hayır ve bereketleri kendinde toplayan gündür.

Kendisinde güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır.

Kıyamet Cuma günü kopacaktır.

Nitekim Rasulullah Efendimiz(sas) bir hadislerinde Cuma gününün ehemmiyetiyle ilgili

Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı, o gün cennete konuldu ve yine o gün cennetten çıkarıldı. ”[2]

Cuma Namazı Öncesi Hazırlıklar

Cuma günü Müslümanların bayramı olduğu için, Perşembe günü akşamından başlamak üzere maddi manevi birtakım hazırlıklarda bulunmak, madden ve manen temizlenmek gerekir.

Cuma gününde, farz olan Cuma namazının dışında boy abdesti almak sünnettir.(bazı âlimlere göre farzdır),

         İbn Ömer (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Biriniz cuma namazına gideceği zaman boy abdesti alsın. ”[3]

         Ebû Saîd el–Hudrî (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Her bâliğ olan kimseye cuma günü boy abdesti almak gereklidir. ”[4]

         Semüre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Her kim cuma günü abdest alırsa ne iyi eder; hele boy abdesti alırsa, o daha iyidir. ”[5]

Bıyıkları kısaltmak, dişleri temizlemek, tırnak kesmek vb. bedeni temizlikleri yapmak, güzel ve temiz elbise giymek, mümkünse güzel koku sürünmek, camiye erken gitmek, camileri temizleyip kokulandırmak, Hz. Peygamber’e salâtü selam getirmek gibi hususların yerine getirilmesi sünnet kabul edilmiştir.

Cuma Namazı Kimlere Farzdır?

Bir müslümanın Cuma namazı ile yükümlü olabilmesi için erkek, hür, mukim (dinen yolcu sayılmayan) ve mazeretsiz olması şarttır. Böyle kimselere Cuma farz ı ayndır. Farz olduğu, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabittir.

Cuma namazının farziyeti diğer namazlardan daha kuvvetlidir. Bir hadis i şerifte “Önemsemediği için üç cumayı terk eden kimsenin Allah kalbini mühürler.”[6] Buyurulmaktadır.

Cuma namazını özürsüz olarak terk etmek büyük günahtır.

Bir hadislerinde Efendimiz (sas) şöyle buyurur:

Ebû Hüreyre ile İbn Ömer (r.a)’den rivayet edildiğine göre bu iki sahâbî Resûlullah (s.a.v)’in minber üzerinde şöyle buyurduğunu duymuşlardır: “Bazı kimseler cuma namazlarını terketmekten ya vazgeçerler veya Allah Teâlâ onların kalplerini mühürler de gafillerden olurlar. ”[7]

Çok mühim bir günü ve namazı ihmal edip Cuma namazına katılmayan kişi, bu hareketiyle önceden açık olan kalbini o manevi atmosfere kapatmış, Cuma gününün hayır ve bereketinden mahrum olmuştur.

Kalbi mühürlenmiş olan kimse gönlü katılaşmıştır hissetmez, gözüne perde çekilmiştir hakikati göremez, kulağı ağırlaşmıştır hakka sağır kesilir, okunan Kur’an’ın yapılan vaaz u nasihatlerin tadına varamaz, imani olgunluğa eremez.

            Hiçbir mazereti bulunmadığı halde cuma namazına gitmeyen kimse, mânevî bakımdan kötü bir noktadadır. Böyle birinin cuma namazına gitmemek suretiyle işlediği günahı bağışlatmak için ancak tövbe etmesi gerekir. Bununla beraber kusurundan dolayı Cenâb-ı Hak’tan af dilediğini göstermek maksadıyla gücü yettiği ölçüde sadaka vermesini Peygamber Efendimiz tavsiye etmektedir.

Cuma Namazı Yükümlülüğünü Düşüren Mazeretler    

Bir kimseye Cuma namazının farz olması için, o kimsenin Müslüman, akıllı ve ergen olmasının yanı sıra, erkek olması ve Cuma namazına gitmemeyi mübah kılan herhangi bir mazereti bulunmaması, hür olması ve Cuma namazı kılınan yerde ikamet ediyor olması gerekir.

Cuma namazı kadınlara farz değildir. Kadınlar camiye gelip Cuma namazı kılarlarsa, bu namazları geçerli olur, o gün ayrıca öğle namazı kılmalarına gerek yoktur. Asr ı Saadette kadınlar Cuma namazına gitmişler, Rasulullah onlara camiye gelirlerken koku kullanmamalarını tavsiye etmiştir.[8]

Cuma namazına gitmemeyi mübah kılan mazeretler:

1. Hastalık. Hasta olup cuma namazına gittiği takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimse cuma namazı kılmakla yükümlü olmaz. Yürümekten âciz durumda bulunan çok yaşlı kimseler de bu konuda hasta hükmündedirler.

2. Körlük ve kötürümlük: Kör (âmâ) olan bir kimseye, kendisini camiye götürebilecek biri bulunsa bile, Ebû Hanîfe, Mâlikîler ve Şâfiîler’e göre, cuma namazı farz değildir. Hanbelfler’le, Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre kendisini camiye götürebilecek biri bulunan âmâya cuma namazı farzdır. Kendisini camiye götürebilecek kimsesi bulunmayan âmâya ise, bütün bilginlere göre cuma namazı farz değildir. Ayakları felç olmuş veya kesilmiş kimselerle yatalak hastalara da cuma namazı farz değildir. Ama kılarlarsa Cuma namazı geçerlidir.

3. Uygun olmayan hava ve yol şartları: Cuma namazına gittiği takdirde kişinin önemli bir zarara veya sıkıntıya uğramasına yol açacak çok şiddetli yağmur bulunması, havanın çok soğuk veya sıcak olması veya namazgâha ulaşımın mümkün olamaması gibi durumlarda cuma namazı yükümlülüğü düşer.

4. Korku: Cuma namazına gittiği takdirde malı, canı veya namusunun tehlikeye gireceğine dair endişeler taşıyan kimseye de cuma namazı farz değildir.

Cuma Günü Yapılması Sakıncalı Olanlar

Aziz Mü’minler!

Cuma günü imam minbere çıkıp iç ezanın okunmasından itibaren namaz kılınıncaya kadar alışveriş ve benzeri bir dünya işiyle meşgul olmak, Cuma günü namaz vakti girdikten sonra yolculuğa çıkmak, hutbe esnasında başka şeylerle meşgul olmak gibi bazı hususların yapılması yasaklanmıştır. Cuma hutbesi Cuma namazı gibi Allah’ı zikir kapsamındadır. Bu esnada yanında konuşan kimseyi ikaz etmek bile uygun değildir.

         Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bir kimse güzelce abdest alarak cuma namazına gelir, hutbeyi ses çıkarmadan dinlerse, iki cuma arasındaki ve fazla olarak üç günlük daha günahları bağışlanır. Kim hutbe okunurken çakıl taşlarıyla oynarsa, boş ve mânasız bir iş yapmış olur. ”[9]

Cuma Namazının Fazileti

Peygamber Efendimiz Cuma gününün biz Müslümanların bayramı olduğunu beyan etmiştir. Bu günün faziletiyle ilgili olarak Rasulullah (sas)’dan çok sayıda sahih hadis rivayet edilmiştir.

Hadis-i şeriflerde Cuma günü gerekli temizliği yaptıktan sonra camiye gidip hutbe dinleyen ve namazı kılan kimsenin o gün ile daha önceki Cuma arasında işlemiş olduğu günahların affedileceği haber verilmiş, bu günü önemsemeden üç Cuma namazı terk eden kimsenin kalbinin mühürleneceği bildirilmiştir. 

İki Cuma namazı, büyük günahlardan uzak durma hassasiyetiyle davranan mü’minlerin, bu ikisi arasında işledikleri küçük günahlarını örter, siler.

Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Büyük günahlardan kaçınıldığı sürece, beş vakit namaz ile iki cuma ve iki ramazan, aralarında geçen günahlara keffaret olur. ”[10]

       Hadis i şeriflerde,Cuma namazı için gerekli hazırlıkları yapıp, cami adabına uygun hareket eden, kimseyi rahatsız etmeyen, hutbeyi dinleyen kimsenin küçük günahlarının bağışlanacağı, camiye erkenden gitmenin, nafile kurban etme sevabına erdireceği bildirilmektedi

         Selmân (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bir kimse cuma günü boy abdesti alarak elinden geldiğince temizlenir, saçını sakalını düzeltip tarar veya evindeki güzel kokudan süründükten sonra câmiye gider, fakat orada yan yana oturan iki kimsenin arasını açmaz, sonra Allah Teâlâ’nın kendisine takdir ettiği kadar namaz kılar, daha sonra sesini çıkarmadan imamı dinlerse, o cumadan öteki cumaya kadar olan günahları bağışlanır. ”[11]

Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bir kimse cuma günü cünüplükten temizleniyormuş gibi boy abdesti aldıktan sonra erkenden cuma namazına giderse bir deve kurban etmiş gibi sevap kazanır. İkinci saatte giderse bir inek, üçüncü saatte giderse boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi sevap kazanır. Dördüncü saatte giderse bir tavuk, beşinci saatte giderse bir yumurta sadaka vermiş gibi sevap elde eder. İmam minbere çıkınca melekler hutbeyi dinlemek üzere topluluğun arasına katılır. ”[12]

Cuma gününün içine saklanmış olup dua ve tevbelerin kabul edileceği vakit olan  “saatu-l icabe”ye rastlayabilmek için çaba harcamalı, Kur’an okumalı, zikir yapmalı, Rasulullah’a salat ü selam getirmeli samimi bir kalp ile Yüce Allah(cc)’a dua ve istiğfarda bulunmalıyızا.

Ebû Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) cuma gününden söz ederek şöyle buyurdu: “Cuma gününde bir zaman vardır ki, şayet bir Müslüman namaz kılarken o vakte rastlar da Allah’tan bir şey isterse, Allah ona dileğini mutlaka verir. ” Resûl–i Ekrem o zamanın pek kısa olduğunu eliyle gösterdi.[13]

.

Ebû Bürde İbni Ebû Mûsâ el–Eş`arî (r.a) şöyle dedi: Birgün Abdullah İbni Ömer bana:

Cuma günü duaların kabul edildiği zaman hakkında babanın Resûlullah (s.a.v)’den bir hadis rivayet ettiğini duydun mu? diye sordu. Ben de:

Evet, duydum. Babam, Resûlullah (s.a.v)’i şöyle buyururken işittiğini söyledi: –“O vakit, imamın minbere oturduğu andan namazın kılındığı zamana kadar olan süre içindedir. ”[14]

Kurban Bayramı arefesinin Cuma gününe rastlaması halinde, o yıl yapılan hac hacc-ı ekber (büyük hac) olarak anılır.

عَلَ.

            Evs İbni Evs (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokca salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur. ”[15]      

[1] Cum’a, 62/9

[2] Müslim, Cum`a 17, 18, (I,585).

[3] Buhârî, Cum`a 2, 5, 12, (I,212,213,215);  Müslim, Cum`a 1, 2, 4, (I,579-580).  

[4] Buhârî, Ezan 161, (I,208); Cum`a 2, 3, 12, (I,212,216); Müslim, Cum`a 5, 7, (I,580,581).

[5] Ebû Dâvûd, Tahâret 128, (I,251).

[6] Ebu Davud, Salat, 204; İbn Mace , İkametü’s-Salat, 93; Tirmizi, Cuma,7; nesai, Cuma,2

[7] Müslim, Cum`a 40, (I,591).

[8] İbn Ebu Şeybe, Musannef, Salavat, 340

[9] Müslim, Cum`a 27, (I,587).

[10] Müslim, Tahâret 16., (I,209); Müslim, Tahâret 14, 15, (I,209).

[11] Buhârî, Cum`a 6, 19, (I,213,218).

[12] Buhârî, Cum`a 4, (I,213); Müslim, Cum`a 10, (I,582).

[13] Buhârî, Cum`a 37, (I,224);Talâk 24, (IV,175); Daavât 61, (IV,166); Müslim, Cum`a 13–15, (I,583-584).

[14] Müslim, Cum`a 16, (I,584); Ebû Dâvûd, Salât 202, (I,636).

[15] Ebû Dâvûd, Vitir 26, (I,635).

Devamını Oku

Muharrem Ayı-Hicret-Aşure Günü

Muharrem Ayı-Hicret-Aşure Günü
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Muharrem ayı hem İslam gelmeden önce hem de İslam geldikten sonra hep önemli olan aylardan biridir. Muharrem, Hicri takvimin ilk ayıdır. Sami dinlerde ve Yüce Dinimiz İslam’da özel bir yere sahip olan Aşure günü muharrem ayı içerisindedir. Sözlükte “haram kılınan, yasaklanan kutsal olan, saygı duyulan” anlamlarına gelen Muharrem, savaşmanın haram kabul edildiği dört aydan biridir.( TDV İslam Ansiklopedisi, “Muharrem” md. c. 31, s.4-5)

Sevgili Peygamberimiz hadislerinde haram ayların zilkade, zilhicce, muharrem ve receb olarak zikretmiş(Buhari, Megazi, 77) ve Yüce Rabbimizde Kuran-ı Kerimin değişik ayetlerinde bu aylara saygı gösterilmesini emretmiştir.(Bakara, 2/194, Maide,5/2)

Hz. Peygamber Efendimiz Muharrem ayını “Allah’ın ayı” olarak nitelendirmiş ve ramazandan sonraki en faziletli orucunu bu ayda tutulan oruç olduğunu[1] bizlere bildirmiştir.(07.07.2024  Günü  Muharrem ayının ilk günü  Hicretin  birinci . Günü  Hicri Yılbaşımız mübarek olsun.16.07.2024  Muharrem ayının  10. Günü AŞURE günümüz  bu kutsal günümüzün  tüm insanlığa hayırlı olmasını temenni ediyorum.Rabbim tutacağımız  oruçları  yapacağımız  dualarımızı kabul eylesin.

Muharrem ayının en önemli özelliklerinden biride Hicri takvime göre ilk ay olarak kabul edilmesidir. Nitekim Hicri takvim İslam Tarihi açsından önemli hadiselerden biri olan Hicreti esas almaktadır. Hicret sözlükte terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek, anlamına gelir. Terim olarak Dini sebeplerle bir yerden diğer bir yere göç etme ve özellikle Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye göç etmesi olayı anlamına gelmektedir.[2]

Hicret sadece peygamberimizin hayatında vuku bulan bir olay değildir. Kuran-ı Kerim önceki peygamberlerin ve onlara inananların da hicret etmeye zorlandıklarını bildirir. Kuran-ı Kerimde Hz. İbrahim “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum”[3] buyrulmak suretiyle hicret ettiği bizlere bildirilmiştir. Ayrıca, Hz. Lut,[4] Hz. Şuayb[5] Hz. Musa[6] ve daha birçok peygamberin hicret ettiği bizlere gelen haberler arasındadır. Ayetler bize göstermektedir ki, Hicret olayı sadece belli bir döneme ait bir olay değildir. İnsanlığın varlığıyla beraber vuku bulmuş birçok önemli hadiseden biridir Hicret. Dünde meydana gelmiş bugünde meydana gelecektir. Önemli olan ise neden, nereye ve hangi niyetle hicret edildiğidir.

Sevgili peygamberimizi bir hadisinde Hicret yapılırken akılda tutulması gereken en önemli husususun niyet olduğuna şu şekilde işaret etmektedir. 

  “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”[7]

Yapacağımız bütün işlerimizde niyetimizin halis olması gerekir. Çünkü güzelliklerin temelinde, dünya ve ahiret mutluluğunun özünde Allah rızası yatmaktadır. Yaptığımız işlerin birçoğunda sonucu niyet belirlemektedir. Bu sebeple Hicretin temel amacı da Allah’ın rızası olmalıdır. Bu önemli husus Kuran-ı Kerimde ise şöyle ifade edilmektedir.

 “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükafatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.[8]

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz, karşılaştığı sıkıntıları gidermek için Allah rızası doğrultusunda hicret edenler övülmüştür. 

 “İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[9]

Kameri aylardan Muharrem ayının onuncu günü ise, Aşure günüdür. Bu günde birçok Peygamberin hayatında önemli ve olumlu olaylar vuku bulmuştur. Sahih kaynaklarda zikredildiğine göre; Bu gün, Hz. Ademin dünya yüzüne indirilmesine sebep olan hatası için tövbesinin kabul edildiği, Hz. Nuh’un gemisinin Cudi dağına oturduğu, Hz. Yunus’un balığın karnından kurtulduğu, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın doğduğu, Hz. Musa’nın ve kavminin Firavunun zulmünden kurtulduğu, Hz. Yakup’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuştuğu gündür. Bu sebeple Aşure günü bütün dinlerde ve en son din İslam Dininde önemli bir yere sahiptir.

Hz Peygamberimiz, muharremin onuncu günü hem kendisi oruç tutmuş hem de o gün oruç tutmalarını ashâbına tavsiye etmiştir.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem‘e aşûre günü tutulan orucun kıymeti soruldu; o da: “Geçmiş bir senenin günahlarına kefâret olur” buyurdu.

أَ”Ramazan orucu dışında en faziletli oruç, Allah’ın ayı muharremde tutulan oruçtur. Farzlar dışında en faziletli namaz da gece namazıdır.

İbni Abbâs radıyallahu anhümâ‘dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aşûre gününde oruç tuttu ve oruç tutmayı tavsiye etti.”

Peygamber Efendimiz’e Yahudilerin ve Hıristiyanların sadece onuncu güne tazim ettikleri, bu sebeple o gün oruç tuttukları haber verilince,

“Eğer gelecek seneye kadar yaşarsam dokuzuncu gün oruç tutarım”[10] buyurmuştur. Bu sebeple Peygamberimizin tuttuğu ve tutmaya niyet ettikleri günleri birleştirerek muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu günlerini oruçlu geçirmek müstehaptır. Hz. Peygamber’in sünnetine tam anlamıyla uygun hareket etmenin yoluda budur.

Nice Peygamberin hayatında olumlu ve önemli bir yere sahip olan Aşure günü, İslam tarihinde Hz. Peygamberin torunu. Hz. Hüseyin ve aile fertlerinin 10 muharrem Kerbela’da şehit edildikleri bir gün olarak ta hatırlanmaktadır.

-Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin iki çiçeğin yarısı idiler. O çiçek Hz. Peygamberin çiçeğidir. Nitekim Hz.Ali Efendimiz evlatları için şöyle demiştir.

-“Oğlum Hasan, göğsünden başına kadar olan kısmında, diğer oğlum Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında Hz. Peygamber’e çok benzerdi”

-Hz. Hüseyin yine ağabeyi ile birlikte dedesinin özel dualarına mazhar olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber, her iki torunu için “Allah’ım! Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları”

-“Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kokladığım iki çiçeğimdir”

-Yine Hz. Peygamber Hutbe okurken içeriye giren torunlarını kucağına almış, sevmiş ve hutbeye kaldığı yerden devam etmiştir.

Haziran 656 yılında babası Hz. Ali’nin hilafete geçmesiyle birlikte kendisini siyasi olayların içinde bulan Hz. Hüseyin, babasını takip ederek Kufe’ye geçti, onun bütün seferlerine iştirak etti. Bu bağlamda Cemel, Sıffîn ve Nehrevân savaşlarına katıldı.

Babasının şehit edilmesinden (28 Ocak 661) sonra ağabeyi Hasan’ın yanında yer aldı. Onun altı ay sonra Muaviye ile belli şartlar altında anlaşma yapıp hilafetten çekilmesini ise bazı kaynaklara göre onaylamadı, ancak ağabeyine itaatini sürdürdü. Medine’ye intikal etti. Orada ilim ve ibadetle meşgul oldu.

Ne var ki Muaviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid’in hilafet makamına oturması durumu değiştirdi. Yezid Medine valisine mektup yazarak Hüseyin’in kendisine biatını sağlamasını emretti. Hz. Hüseyin buna şiddetle karşı çıktı. Önce Medine’den Mekke’ye geldi, orada çeşitli görüşmeler gerçekleştirdi. Bunun üzerine yerinde incelemeler yapmak ve durumu kendisine bildirmek üzere amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye gönderdi.

Kufe’deki bu yeni gelişmelerden ve Müslim’in öldürüldüğünden haberi olmayan Hz. Hüseyin, bazı tecrübeli kimselerin “Kûfeliler’e güvenilemeyeceğini” söylemesine aldırış etmeksizin hazırlıklarını tamamladı ve yakınlarını yanına alarak küçük bir birlikle yola çıktı.

Yolda bilahare Müslim’in öldürüldüğünü öğrenen Hz. Hüseyin, beraberinde bulunanlarla istişare ederek durum değerlendirmesi yaptı, isteyenlerin dönebileceğini söyledi. Kendisi samimi adamlarıyla birlikte yolculuğuna devam etti.

Bu arada vali İbn Ziyad, önce Hür b. Yezid komutasında öncü kuvvet hazırlayıp Hüseyin’i sıkıştırmasını istedi. Hür istenileni yaptı. Arkasından Ömer bin Sa’d komutasında 4.000 kişilik bir kuvveti daha Hz. Hüseyin’in üzerine gönderdi. Bu birlik Kerbelâ’da Hz. Hüseyin ve adamlarını kuşattı, ikmal yollarını tutarak Fırat’tan su almalarını engelledi.

İnsanlar, özellikle de kadınlar ve çocuklar susuz kaldı. Zulüm had safhaya ulaştı. Bu arada bazı görüşmeler yapıldı ise de sonuç vermedi. Nihayet 10 Muharrem yani aşura günü (10 Ekim 680) Ömer b. Sa’d’ın ordusu Hz. Hüseyin’in 23 atlı, 40 piyadeden oluşan sembolik birliğine bütün gücüyle saldırdı. Hz. Hüseyin’in askerleri yiğitçe mücadele etti, çok geçmeden sonra teker teker şehit oldular. Hz. Hüseyin’in üzerine yürüdüler, önce onu atından düşürdüler, ardından da kılıçla mübarek başını gövdesinden ayırdılar. Hz. Peygamber’in öpüp kokladığı mübarek “baş” önce Kufe’ye, ardından da Şam’a götürüldü (Ağırlıkla anlayışa göre Hüseyin’in başı daha sonra Medine’ye getirilerek annesi Fatıma’nın kabrinin yanına defnedilmiştir).

Bu suretle Hz. Peygamber’in nadide çiçeği Kerbela’da koparıldı. O günden beri kalplere kor düştü. Peygamber’i seven, Peygamber’i sevdiği için onun ehl-i beytini seven, “âl-i Muhammed” diyerek onlara dua eden bütün Müslümanlar üzüldü. Hüseyin sevginin, Kerbela da acının adı oldu. Hangi sosyo-kültürel dünyaya mensup olursa olsun bütün Müslümanlar içtenlikle Hz. Hüseyin’ sevdiler, Kerbela’da onun “baş”ına gelenlerden üzüntü duydular.

Bütün şehitlerimizin, başta Hz. Hüseyin olmak üzere Kerbela şehitlerinin ruhu şâd olsun![11]

Tarihin belirli bir kesiminde meydana gelen ve bizleri derinden etkileyen bu olay hakkında iyi düşünmek ve gerekli dersleri çıkarmak gerekmektedir. Bu husus hepimizin yüreğini dağlamakta ve derinden üzmektedir. Ama bu üzüntü bizleri bir ayrıma götürmemeli, intikam duygularının ortaya çıktığı bedenlerimizi tahrip ettiğimiz bir olaya dönüşmemelidir. Müslümanlara düşen görev, bu gibi olayların tekrar yaşanmaması için gerekli tedbirleri almak ve belli bir bilinci oluşturmak olmalıdır. Nitekim Yüce Rabbimiz’de bizlere şu tavsiyeleri bildirmektedir.

 “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kuran’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.”[12]

Şu ana kadar ifade etmiş olduğumuz bilgiler ışığında şu hususları yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir.

-Muharrem hicri takvimin ilk ayıdır. Hicret ise Peygamberlerin hayatlarında vuku bulmuş bir hadisedir. Bununla beraber gerçek hicretimiz ise yanlışlardan doğrulara, günahlardan sevaplara doğru yol almamızla gerçekleşecektir.

-Muharrem ayında bulunan aşure gününde birçok Peygamberin hayatında önemli ve olumlu olaylar meydana gelmiştir. Bizlerinde içerisinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulmanın yolu Allah’ın (c.c.) yardımı iledir. Bu sebeple Rabbimizin emirlerini yerine getirmeli, yasaklarından kaçmalı O’nun rızasına uygun işler içerisinde olmalıyız.

-Aşure gününde meydana gelen Kerbela olayı, birlik ve beraberliğimizi kaybetmemek için üzerimize düşen bütün vazifelerimizi yerine getirmemizi göstermektedir. Müslümanlar arasına atılan bir ayrılık çok kötü sonuçlar doğurmaktadır. Hz. Hüseyin Efendimizin ve beraberinde bulunan yetmiş kişinin şehadeti bunun en acı örneğidir. Bize düşen bugünde birlik ve beraberliğimizi korumaktır.

Sözlerimi  Kur’an-ı Kerimden ayetler ve Sevgili Peygamberimizin hadisleriyle sonlandırıyorum.

 “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin”

“Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslüman’ın, din kardeşini üç günden fazla terk etmesi helâl değildir.”

“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”

Kıymetli okurlarım !

Sizlerle önemli bir konuyu paylaşmak istiyorum.Ben Ağlatan Hocanız Nuri BÖCEKBAKAN  14 Temmuz 2024  tarihinde 2024 KPSS  lisans  Eğitim bilimleri  oturumu için sınava girecek tüm adaylara  başarılar diliyorum.Rabbim sizleri başarıdan başarıya ulaştırsın.Dualarım sizinle.

Devamını Oku

ÇOCUKLARIN  ANNE BABA  ÜZERİNDEKİ HAKLARI

ÇOCUKLARIN  ANNE BABA  ÜZERİNDEKİ HAKLARI
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İnsanların bu dünyada ekonomik imkanları aynı olmadığı için, bütün çocukların da ekonomik yönden aynı şartlar altında yetiştirilmesi mümkün değildir. Ancak çocuğun zaruri olan maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması için İslam dini belirli hükümler koymuştur.

Mesela, çocuğun iki yaşına kadar anne sütü içirilmesi, çocuğun İslam ahlakıyla yetiştirilmesi, çocuğa güzel giysiler giydirilip temiz yataklarda yatırılması, helal rızık ile beslenmesi, güzel isim hakkı, sünnet olma hakkı, güzel terbiye edilme hakkı, eşit muamele hakkı, farzı ayn ilimleri öğrenme hakkı, yazı öğrenme hakkı, Kur’an öğrenme hakkı, sanat ve zanaat öğrenme hakkı, yüzme ve atıcılık gibi sünette yeri olan sporları öğrenme hakkı, oyun hakkı, evlendirilme hakkı gibi hususlar getirilmiştir.

Bir kimse, çocuğu olduğu vakit müjdelenince onu bir nimet bilip, Allah’a hamd etmeli, Hadis-i şerifte:

“Evlad kokusu, cennet kokusudur.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/2285)

“Evlad dünyada nur, ahirette sürurdur.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/2285)

buyurulmuştur. Çocuğu beyaz elbiselere sarmalı. Çocuğun ağlamasından, anası ve babası üzülmemelidirler.

Erkek çocuk olunca sevinip de, kız olunca üzülmek yersizdir. Çünkü, bunların hangisinin daha hayırlı olacağını Allah’tan başka kimse bilemez. Aksine olarak, kız çocuğunda daha fazla memnuniyet göstermek lazımdır. Zira, Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ, çocuktan bahsederken, kız çocuğunu takdim ederek, mealen şöyle buyurmuştur:

“… Allah, dilediğine kız, dilediğine erkek evlad verir.” (Şura, 42/49)

Bu ayet-i kerime, kız çocuğunun erkek evladdan hayırlı olduğuna delalet eder.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Bir kimsenin bir kız evladı olsa da, onu İslam adabı ile terbiye etse ve Allah’ın kendisine verdiği nimetlerle büyütse, Allah Teâlâ, o kişiyi cehennem ateşinden korur.” (Taberani, Mu’cemu’l Kebir, 9/45, H. No: 10295)

“Bir kimsenin üç kızı olup da, onları besler, merhamet eder, terbiye ederse, cennet ona vacib olur.” 

(Ebu Davud, Edep, 120, 121)

Kızını ve kızkardeşini besleyenler hakkında şöyle buyurulmuştur:

“Bir kimsenin bir kızı ve üç kız kardeşi olup, onlara ihsanda bulunursa, cennette ben onunla beraber olurum.” (Taberani, Mu’cemu’l Evsat, 17/24, H. No: 8393)

Diğer hadis-i şerifte:

“Birinin, üç kızı ile üç kızkardeşi olur da onların ezalarına sabrederse, Allah Teâlâ o kimseyi Cennet-i alaya (en yüksek makama) ulaştırır.”

buyurunca, bir adam:

“Ya Resulallah! İki kızı olsa da cennet’e girer mi?” dedi. Resulullah aleyhisselam:

“Bir olsa da yine Cennet’e girer.” buyurdu. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned,22/150 ; Buhari, el-Müfred, Riyad, 1419/1998, 1/45; Hakim, Müstedrek (Telhis’le birlikte), 4/195 )

– Çocuk dünyaya gelince, sağ kulağına ezan,sol kulağına kamet okumak. Hz. Peygamber’in aleyhisselam torunu Hz. Hasan dünyaya geldiği zaman kulağına ezan okuduğu rivayet edilmiştir. Bir çocuk dünyaya geldiği zaman sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunması, bu çocuğa bir çok fayda sağlar.

Buhari’nin rivayetine göre, Efendimizin baldızı, Hz. Zübeyr’in hanımı  Hz. Esma İslam döneminde ilk çocuğu Abdullah b. Zubeyr’i doğrunca onu resulullah’a götürmüş; . ‘Sonra da ona bereket (mübarek olması, her cihetle bereket bulması) için dua etmiştir…” (bk. Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 45)

Anneler, babalar çocuklarının yüzlerine bakınca Sure-i İbrahim’deki Hz. İbrahim’in aleyhisselam duası olan şu mealdeki duayı okumalıdırlar:

“Hamd olsun o Allah’a ki, bana ihtiyarlık halimde İsmail’i, İshak’ı ihsan buyurdu. Şüphe yok ki, Rabbim her halde duayı işitiyor.”

– Çocuğa güzel isim koymak. Çünkü, kıyamette herkes ismi ile çağırılacaktır. Hadis-i şerifte:

“Allah indinde sevgili olan isimler, (Abdullah, Abdurrahman)’dır.”

– Çocuğu olanın bir hafta sonra, başındki saçları traş edip  altın veya gümüş para ile tartarak o parayı fukaraya tasadduk etmesi. Çünkü, Hz. Hasan dünyaya gelince Resulullah aleyhisselam, başındki saçları traş edip   kızı Fatıma’ya, , o zamanın parasiyle tartmasını ve onu tasadduk etmesi ni emir buyurdu.

– Yedinci günü sünnet edilebilir. Çünkü, çocuk taze iken yarası çabuk iyileşir. Yedinci gününden yedi yaşına kadar sünnet etmek müstehaptır.

– İmam Muhammed’e göre, akika kurbanı kesmek vacibtir. İmam Şafii’ye göre ise, sünnettir. Diğer imamlara göre, müstehaptır. Çocuk, Allah tarafından anaya, babaya her hususta temiz olarak verilmiş bir emanettir. Ebeveyn, çocuklarını terbiye hususunda dikkatli davranırsa, çocuklarını maddi manevi yüksek mertebelere çıkarmış olurlar. Aksi takdirde, çocuklarını helake sürükleyecekleri gibi, kıyamet gününde kendileri sorumlu olacaklardır. Çocuğuna dünyada iyi edep öğretmemek günahtır.

Âile efradını, çocuklarını terbiye etmeyip, İslami hususlarda cahil bırakan ana ve babadan, çocuklar Allah huzurunda davacı olacaklar ve şöyle diyeceklerdir:

“Bizi, anamız, babamız cahil bıraktı. Haram lokma yedirdi. Haram elbise giydirdi. Biz, bunları bilmiyorduk. Hakkımızı onlardan al.”

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu ateşten koruyun” (Tahrim, 66/6)

mealindeki ayet, çoluk-çocuğunun cehennemden kurtulmalarını sağlamaya yönelik her türlü sorumluluğunun olduğunu göstermektedir. Bu sorumlulğun hem babaya hem de anaya ait olduğunu gösteren şu hadis-i şeriftir: “Hepiniz çobansınız/gözetmensiniz ve hepinizi elinizin altındakilerden sorumlusunuz..” (Buhari, Nikah,91) manasındaki meşhur hadisten de ana-babanın bu sorumluluğunu anlayabiliriz.

İnsanın, evladına verdiği en büyük hediye, terbiyedir. Doğan çocuk, bir süt anaya verilecekse bunun iyi, akıllı, kanı temiz, huyu güzel, itaatkar bir kadın olması uygun olur. Çünkü, kadının sütü çocuğun huyuna tesir eder.

Nitekim, insanlarda yemeklere göre hal değişikliği olur. Yani haramdan haramzade olur. Nasıl ki, tohum iyi olursa, ekin de iyi olur. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“Haramdan çekinin. Çünkü, haramın binası er geç harab olur.”

Anne-babanın çocukları üzerinde hakkı olduğu gibi çocukların da anne ve babaları üzerinde birtakım hakları vardır. Genellikle anne-babanın çocukları üzerindeki hakları üzerinde durulup çocukların anne ve babaları üzerindeki hakları göz ardı edilir. İşte biz bu yazımızda çocukların anne ve babaları üzerindeki haklarını inceleyeceğiz.

Hiçbir varlığın bu dünyada ebedi var olma imkânı olmadığı gibi, insan denen varlığın da bu dünyada ebedi olarak yaşaması söz konusu değildir. Ancak insanın fıtratında ebedi olarak yaşama isteği ve arzusu vardır. İşte bu duygu ve istek bu dünyada insanın kendi neslinden gelen çocukları sayesinde gerçekleştirilmektedir. İnsan bu dünyaya doğumla gelmekte çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık evrelerinden sonra eceli geldiğinde bu dünyadan göçüp gitmektedir. Ancak geride bıraktığı çocukları ve torunları vasıtasıyla bu dünyada neslini devam ettirebilmektedir. Adeta insanın sonsuzluk duygusu bu şekilde gerçekleşmiş olmaktadır. O halde geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza ve gençlerimize önem vermeliyiz. Onlara karşı olan görev ve sorumluluklarımızı azami ölçüde yerine getirmeye çalışmalıyız.

Anne babalar çocuklarına Allah’ın verdiği bir emanet nazarıyla bakmalıdırlar. Ailevî sorumlulukları yerine getirmek anne-babanın kıyamet günü Allah huzurunda sorguya çekileceği bir emanettir. Nitekim Yüce Allah buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz.” (Tahrim, 66/6)

İslam âlimleri ayet-i kerimenin emrettiği ateşten koruma işinin eğitimle olacağını belirtmektedirler. Yani aile fertlerine İslamî terbiye verildiği takdirde, onların hem dünyada hem de ahirette mutluluğa ulaşmaları sağlanmış olur. Böylece onlar cehennem azabından korunurlar.

Kur’an’da aile reisine terettüp eden uhrevî sorumluluk çeşitli ayetlerde veciz bir şekilde ifade edilmektedir. Nitekim bir ayette İslamî terbiyeyi ailesine vermeyip de onların cehennem ateşine düşmelerine sebep olan kişinin kıyamet gününde en bedbaht kişi olacağı şöyle belirtilmektedir:

“De ki: Asıl ziyan edenler, asıl hüsrana uğrayanlar hem kendilerini hem de ailelerini kıyamet günü hüsrana uğratanlardır. Haberiniz olsun ki apaçık hüsran işte budur. Onların hem üstlerinde hem altlarında ateşten kat kat örtüler vardır. İşte Allah böyle bir azabın varlığını bildirerek kullarını bunlardan sakındırıyor. Ey kullarım! Bana karşı gelmenizden ötürü azabıma uğramaktan sakının.”(Zümer, 39/15-16)

Rasulullah (asm) bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi siz de evlerinizde ve emriniz altındakileri cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz. Öğretmezseniz mesul olacaksınız.” (Buhârî, Vesâyâ 9; Müslim, İmâre 20)

Bu ayet ve hadisten anlaşıldığı gibi çocuklar anne-babaya Allah’ın verdiği bir emanettir. Bu emanet de anne-babalara büyük bir sorumluluk getirmektedir. Zira anne babalar kıyamet gününde bu emanetlere karşı nasıl davrandıkları hususunda Allah’ın huzurunda hesaba çekileceklerdir.

İslam’a göre çocukların anne ve babaları üzerinde bir takım hakları vardır. Bu haklardan bazılarını burada açıklamaya çalışacağız:

Güzel bir isim koymak: Çocuk doğumla dünyaya geldikten sonra çocuğun anne-baba üzerindeki hakları devam etmektedir. Çocuk dünyaya geldikten sonra anne ve babanın çocuklarına karşı yapmaları gereken ilk vazifeleri; yavrularına uygun ve güzel bir isim koymalarıdır. Zira isim kişi için çok önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber (asm):

Kişi ailesinden sorumludur. Zira Kıyamet günü çocukları ya şefaatçi ya da şikâyetçi olacaklardır. Baba çocuklarına İslamî terbiye verdiği takdirde onların sevaplarına aynen iştirak edecek, böylece şefaatlerine mazhar olacak vermediği takdirde de “Bizim eğitimimizi niçin ihmal ettin niye cehennem ateşine girmemize sebep oldun?” diye şikâyetlerine sebep olacaktır. Nitekim bir ayet-i kerimede;

“Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir imtihandır.” (Teğabün, 64/15)

buyrulmaktadır. Ayette bahsedilen imtihan babaların çocuklarının sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, ayrıca onların eğitimini de güzel bir şekilde yaptırmakla da sorumludurlar.

O halde İslam’a göre babalık sorumluluk demektir. Baba aile fertlerinin dünyevî ve uhrevî sorumluluğu sırtında olan kimsedir. Çocuğun güzel terbiye edilmesi, çocuğun hayata mükemmel bir şekilde hazırlanmasıyla bütün mükellefiyetlerini ifa edebilecek şekilde yetiştirilmesiyle yerine getirilmiş olur. Sadece din terbiyesi veya sadece meslek eğitimi vermek güzel terbiye değildir. Eksik terbiyedir.

Çocuğa aile içi eğitim verirken, anne baba başta olmak üzere büyükler çocuklara güzel örnek olmalıdırlar. Aile içerisinde anne babasından ve büyüklerinden daima güzel örnekler gören çocuk mutlaka onlardan olumlu yönde etkilenecektir. Anne-baba çocukları önünde birbirine güzel hitap etmeli, doğru konuşmalı yalandan sakınmalı, verdikleri sözlerde durmalıdırlar. Aynı zamanda ibadetlerini de düzgün bir şekilde sürekli yapmalıdırlar. Anne-babalarından bütün bu olumlu davranışları gören çocuklar olumlu yönde etkileneceklerdir. Demek ki bizler gençlere düzgün ve ideal yaşayışımızla örnek olmalıyız. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki hal dili söz dilinden daima daha etkilidir. Sigara içen bir anne-babanın çocuğuna “sigara içme” demesi ne derece etkili olur? Elbette ki etkili olamaz. O halde söz ve davranışlarımız birbirine uymalıdır. Davranışları sözlerine uymayan bir anne babanın çocuklarına verdiği eğitimde başarılı olması mümkün değildir.

Aile kanatları altında çocuğun inanç esaslarını; İslam’ın prensiplerini değerlerini ve öğretilerini öğrendiği ilkokuldur.

Bizler sadece çocuklarımızın bir meslek edinip ilerideki hayatlarında rahat etmelerini sağlayacak eğitim ve öğretimi almalarını değil, aynı zamanda onların inançlı ve dindar olarak yetişmesi için doğru ve yeterli bir dini eğitim almasını da sağlamak zorundayız.

Devamını Oku

Evlilikte Doğru Tercihin Önemi

Evlilikte Doğru Tercihin Önemi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

 Hamd, insan için kendi cinsinden eşini yaratan, sevgi ve muhabbet  duygusuyla kalpleri birbirine bağlayan ve kullarını huzura erdiren Allah’a, Salat ve selam ise en hayırlı hayat arkadaşı, eşlerin en vefalısı ve yaşantısıyla bize örnek olan Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (a.s)’ın üzerine olsun.

Yaratan ve yaşatan Allah (c.c), yarattığı her canlının fıtratına, varlığını devam ettirebilmesi için, hikmetler içinde çeşitli duygular, hisler ve ihtiyaçlar yerleştirmiştir.  Acıkma hissine karşı yiyecekleri yaratmış ve Maide Suresi 88. ayetteki gibi helal olan gıdalarla beslenmesini emretmiş. Susuzluk ihtiyacına karşılık suyu yaratmış (İçtiğiniz suya ne dersiniz?!  Vakıa-68) barınma ihtiyacına karşılık meskenleri (nahl-80), yalnızlığını giderebilmek, huzur ve sükûnete ulaşmak ve neslinin devamını sağlayabilmesi için de kendi cinsinden olan hayat arkadaşını yaratmıştır. Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.  (Rum-21).

Kıymetli Okurlarım !

Allah’ın emrini ve Peygamber Efendimiz’in (a.s.) tavsiyelerini önemseyen mü’minler evlilik hayatında da peygamberimizi örnek almışlar, mutlu bir yuva kurmaya çalışmışlardır. Böylece bir taraftan sünneti ihya ederken öteki taraftan fıtratın gereği olan biyolojik, psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını da meşru yollardan gidermişlerdir.

Evlilik bir yönüyle dünya nimetlerinden biri olmakla beraber öteki açıdan ahiretimizi imar etmemizde de azımsanamayacak kadar önemli katkıları vardır. Hele günümüzde bu önem inkâr edilemeyecek kadar artmıştır. Çünkü hayatını paylaştığı arkadaşı, kişi için haramlara, günahlara, ayıplara karşı bir örtüdür). Aynı zamanda dini yaşantımızın kemale ermesinde tamamlayıcı unsurdur. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur. Geriye kalan yarısı için de Allah’a karşı gelmekten sakınsın.’’ (Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310; Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/239) .

Doğru Eş Seçimi ve Önemi

Evlilik, insanların ruhen olgunlaşmasına ve neslinin devam etmesine katkı sağlayan büyük bir nimettir. O halde evlilik kurumunun temelinin sağlam atılması kaçınılmazdır. Dindarlık, güzel ahlâk, uyum, anlayış, fedakârlık ve kişilik sahibi olma, sağlam bir aile kurumu için önde gelen vasıflardandır. Evlilikten beklenen güzelliklere, nimetlere, mükâfatlara ulaşabilmenin ilk adımı doğru insan olabilmektir. Sonrasında ise doğru ve anlayışlı insan ile evlenmektir. Zira gönüller bir olunca samanlık seyran olur demiş atalarımız. İnsan eşiyle uyum içinde bir hayat sürdürdüğü zaman, hayatın sıkıntılarını göğüslemek daha kolay bir hale gelir. İmanlı, ahlaklı ve sağlıklı bir nesil yetiştirmenin yolu da yuvayı doğru ve anlayışlı insan ile kurmaktan geçer. Zira beşik sallayan el, dünyayı salladığı gibi, tarlaya atılan tohum da alınacak ürün için çoğu zaman belirleyicidir. Şüphesiz ki sıkıntısız bir hayat yok lakin yol arkadaşı iyi ve kafa dengi olunca insanın, sıkıntıları aşması da kolay olur. Bu yüzden; “Deh demeden giderse at, istemeden su verirse evlat, saliha ise evde eş, ne işin var düğün evinde, düğün senin evinde, gir oyna çık oyna. Deh desende gitmezse at, istesen de su vermezse evlat, saliha değilse evde eş, ne işin var cenaze evinde, cenaze senin evinde, gir ağla çık ağla ”demiş büyüklerimiz.

Güven, İffet ve Haya Sahibi Olması

“İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” (Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78.) Bu hadisi şerifin ihtiva ettiği mana göz önüne alındığında, iffet ve hayâ sahibi olmayan bir insandan her türlü kötülüğün bekleneceği anlaşılıyor. O halde hayat arkadaşımız olacak kişide arayacağımız en önemli hasletlerden bir tanesi de iffet ve hayâ sahibi olmasıdır. Zira hayâ imandandır. Peygamberimiz a.s. “Hayâ îmandandır ve hayâlı olan kimse cennettedir! Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..” (Buhârî, Îmân, 16) buyurarak hayâsı olmayan bir hayat arkadaşının kişinin hayatını cehenneme çevirebileceğini haber vermektedir.

Mala-mülke Yaklaşımı Nasıldır?

Bir söz vardır. Erkek kadınla, kadın altınla sınanır. Gösteriş düşkünü mü?  Müsrif mi? kanaatkâr mı? Cimri mi? cömert mi?

Çalışan biri ise birikimi var mı?  Birikimi yoksa bunun bir sebebi var mı? Ya da fazla mala sahip ise bunu nasıl elde ettiği hususunda doğru bilgi elde etmeye çalışmalı. Kısaca sorumluluk sahibi biri mi? Aile geçindirme kabiliyeti var mı, haram-helal duyarlılığı var mı bunu doğru tespit etmeliyiz.

Zararlı Alışkanlıkları Var mı?

En çok dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de bu husustur. Çünkü bu durum çözümü çok zor olan sıkıntıları da beraberinde getiren bir haldir.

Zararlı alışkanlıklar içine alkol ve kumarı koyabileceğimiz gibi uyuşturucu madde bağımlısını da koyabiliriz. Ayrıca aşırı televizyon düşkünü veya internet düşkünü olup ailesine zaman ayırmamak da ailenin temelini dinamitleyen hususlardandır. Ailesine zaman ayırmayan kimse evinin, eşinin ve çocuklarının huzurunu değil kendi huzurunu düşünen egoist, bencil bir bireydir. Böyle kimselerle evlenmek ya da bir baba olarak böyle kimseleri evlendirmek karşı tarafa yapılabilecek en büyük kötülüktür. Evlenir adam olur anlayışı ise temelden sakattır, yanlıştır.

Kültürler Bir mi?

Kültür farklılığından kaynaklanan sorunlara da çokça rastlıyoruz. Gerçi globalleşen dünyada kültürler ve değerler yozlaştırıldı ve gençlerimiz daha çok popüler kültürün etkisinde kaldı maalesef. Adet, gelenek ve görenekler gösterişten öteye geçmeyen ritüellere döndü. Ama sohbetin başında da belirttiğimiz gibi, biz Müslüman bir bireyin eş arayışında dikkat edeceği hususları konuştuğumuz için, eş adayımızda kültür birliğine dikkat etmek daha kolay ve yaşanılabilir bir evliliğe kapı aralayacaktır.

Kıymetli Okurlarım !

Sadede gelirsek, evliliğin iki önemli ayağı var biri SEÇİM biri GEÇİM. Geçimi bilmeyen, bu hususta gayret sarf etmeyen eşler “seçimi yanlış yaptım” noktasına gelebiliyor. Aslında kusursuz insan olmadığını bilmek, kendi kusurlarını görebilmek, eşlerimizin dünyalık kusurlarını göz ardı etmek geçimimizi kolaylaştıracaktır.

Eş seçiminde elimizden geleni yapmalıyız ve dualarımızla Rabbimizden en hayırlısını istemeliyiz. Ama en hayırlısını isterken, en hayırlı eş olmayı da istemeliyiz. Mevlana, evlenmek için en doğru insanı arayan kişiye kendisinin de en doğru kişi olması gerektiğini hatırlatıyor. Unutulmamalıdır ki evlilik, hesabı sorulacak bir hayat birlikteliğidir. Zira çiftlerin mutluluğu sadece kendilerini değil, karşılıklı aileleri, akrabaları ve hatta dostlarını da mutlu ediyorken, yaşanılan huzursuzluk ve gerginlikler, karşılıklı olarak ailelerin de mutsuzluğuna belki iletişimlerinin kopmasına sebebiyet verebiliyor.

Evlilik, eşimizden gelen eziyetlere Efendimizin tavsiyesi doğrultusunda güzelliklerini, iyiliklerini düşünüp onu hoş görebilme meziyetidir. O yüzden atalarımız evlenmeden önce gözlerimizi dört açmamızı tavsiye ederken, evlendikten sonra yarım açmamızı yani her kusuru görmememizi tavsiye etmektedirler. Bir gün hanımının nüşuzundan rahatsız olan bir sahabe, hanımını şikâyet etmek üzere müminlerin emiri Hz. Ömer’in evine gelir. Kapıya vurmak isteyince birde ne görsün ne duysun, koca halifenin hanımı sesini Hz. Ömer’e yükselterek söyleniyor.

Bu hâli gören kapıdaki zavallı boynunu bükerek: “Bütün şiddetine ve sertliğine rağmen, üstelik müminlerin emiri iken Ömer’in hâli böyle olursa, benim derdime nasıl çare bulabilir” diye düşünür ve kalkıp giderken Hz. Ömer dışarı çıkar. Adamın arkasından:

– Hayrola, derdin neydi? diye seslenir. Adam da der ki:

– Ey müminlerin emiri! Karımın kötü huylarını ve bana olan saygısızlığını şikâyet etmek üzere gelmiştim. Senin karının da sana karşı olmadık sözler söylediğini duyunca vazgeçip geri döndüm ve kendi kendime: Müminlerin emiri karısıyla böyle olunca, benim derdime nasıl devâ bulacak? dedim. O zaman Hz. Ömer adama şunları söyledi:

– Kardeşim, karımın benim üzerimdeki hakları sebebiyle ona katlanmaya çalışıyorum. Zira o benim yemeğimi ve ekmeğimi pişiren, hem çamaşırımı yıkayan, hem söküğümü diken, hem de çocuklarımı terbiye edendir. Hâlbuki o bütün bunları yapmak zorunda değildir. Üstelik gönlümün harama meyletmesine engel olan da odur. Bu sebeple onun yaptıklarına katlanıyorum. Bu sözleri duyan adam:

– Ey müminlerin emiri! Benim karım da aynen öyle, dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer adamı:

– Haydi kardeşim, hanımından gelen bu eziyetlere katlanmaya bak! Hayat dediğin göz açıp kapayana kadar geçiyor! diye teselli etti (Zehebî, el-Kebâir, s. 179).

Rabbim evlenecek olan kardeşlerimize helal süt emmiş temiz insanlar ile karşılaşmayı, evli olanlarımıza da iman ile, huzur ile sağlık ve afiyet ile güzel bir  ömür diliyorum.

“Onlar, “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle” diyenlerdir.”  (Furkân; 74)

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.