29 Kasım 2024 Cuma
BASINDAN SEÇMELER
DİL KÜLTÜRÜ ÜZERİNE BİR DERTLEŞME (2)
Z Kuşağı İş Gücünün Yükselişi: Dijital Yerlilerin Mobil Teknoloji İhtiyaçlarının Karşılanması
Aydınlatma direğine çarptı, araç ikiye bölündü
EDİRNE’DE MAHALLE KÜLTÜRÜ -4-
Sanatta Özne Sorunu-2
Kıymetli Okurlarım!
En kalbi duygularımla sizleri selamlıyorum .Cumanız mübarek olsun.
“Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle (ihtilafa düşüp) çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider.” (ENFAL SURESİ – 46. AYET)
Dünyada mevcut canlı türleri, dağınık bir halde değil de, topluluklar halinde bir yaşam mücadelesi vermektedirler. Bütün canlılarca uygulanan bu yaşam tarzı, toplumsal hayat olarak isimlendirilmiştir. Özellikle insan fıtratına en uygun yaşam şekli de budur. Konumuzla ilgili Kur’an mesajları da bu doğrultudadır. Örneğin bir ayet-i kerime şöyledir:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için de, sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.” (HUCURAT SURESİ – 13.AYET)
Ayette verilen mesaja dikkat edilirse, aynı ana-babadan çoğalan insanlığın, birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları için yeryüzüne dağılarak, kitleler halinde yaşadıkları vurgulanmaktadır.
Yine konumuza ışık tutan bir başka ayet-i kerimede ise, karşılıklı olarak sürdürülmesi gereken bu beşeri ilişkilerin, meşru münasebetler çerçevesinde olması istenmektedir. Allah şöyle buyurur
“İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (MAİDE SURESİ – 2. AYET)
İşte yüce dinimiz, iyiliklerde birbirimizle yardımlaşmayı, kötülüklere neden olan her türlü söz ve davranışlardan da sakınarak, el ve gönül birliği içinde olmamızı sağlık vermektedir. Binaenaleyh toplumu oluşturan fertlerin birlik ve dayanışma halinde olmaları dinî ve millî varlığın korunması ve devamı için zorunludur. Ayrıca bu tutum ve davranış barış ve huzurun da teminatıdır.
İslâm dini söz konusu birlik ve dayanışmanın sağlanması için, müminleri kardeş olarak ilan etmiştir. Nitekim yine Kur’an şöyle buyurur:
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamet olunasınız.” (HUCURAT SURESİ – 10. AYET)
Yine İslâm dini, sadece arz edilen türden ve bu paralelde olan uyarılarıyla yetinmemiş, bir taraftan meşru ölçüler içinde dayanışmayı teşvik ederken, diğer taraftan da toplumlar için en ideal yaşam ortamını sağlayıcı ilkeler ve kurallar getirmiştir. Ayrıca bu kuralların, pratik hayatta uygulanmasını da esas almıştır. Zira İslâm dini, hayalcilikten uzak gerçekçi bir dindir. Bu itibarla sadece sözde kalan ve eyleme dönüşmeyen kuru vaatlere, İslâm hiç itibar etmemiştir. Örneklersek, kendi yakın çevre komşusunun halinden haberdar olmayan veya bu konuya ilgisiz kalan ve bir Müslüman’dan uzak çevrede meskün Müslümanlara karşı ilgi beklenmesinin kuru bir hayalcilik olacağı herkesçe malûmdur. Kaldı ki, komşusu aç iken rahatlıkla tıka basa mide doldurup, gününü gün etmek, İslâm’ın ruhuna aykırıdır. Müminleri bir bedene benzeten İslâm, herhangi bir uzvun rahatsızlığını bütün vücudun paylaştığı gibi, başkalarının uğradıkları musibetlerin de, el ve gönül birliğiyle paylaşılmasını öngörmüştür.
Binaenaleyh İslâm, sadece kendini düşünmeye ve yalnız “nefsinin adamı” olmaya karşı çıkmıştır. .
Sosyal dayanışmayı, toplumu oluşturan fertlerden her birinin, imkânları nispetinde toplum yararına sağlamış oldukları maddî-manevî katkılarıdır, diye tanımlayabiliriz. Bu tanıma göre dayanışma olayı, aynı zamanda bir sorumluluk anlayışını da kaçınılmaz kılar. Çünkü baştan-ayağa tabiriyle toplumun her kesiminde bu anlayış hâkim olursa, sorumsuzca davranışların asgarî sınırlara ineceğinde şüphe yoktur. Zira dinî emirlere bağlılığın yani beşerî sorumluluklara karşı gösterilen gayretlerin en iyi yaşandığı Ramazan aylarında, dayanışmanın doruk noktalara ulaştığı, sorumsuz davranışların da, asgarî ölçülerde seyrettiği herkesin malûmudur. Çünkü Müslümanların Ramazan günlerinde, sorumluluklarının bilinciyle hareket etmeye gayret gösterdikleri bilinmektedir.
Binaenaleyh İslâmî hayat anlayışında, toplumun maddî ve manevî nabzının dengede tutulması esastır. Çünkü toplumda yer alan zengin-fakir, güçlü-güçsüz her kesimden insan için, bir hayat mücadelesi söz konusudur. Gemisini kurtaran kaptan anlayışıyla, fakir ve işsiz-güçsüzlerin bir kenara itilmesine dinimiz karşı çıkarak, her kesime belli bir görev yüklemiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur:
“Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (ZUHRUF SURESİ – 32. AYET)
Dikkat edilirse ayette, emek-sermaye ilişkisi ile zengin-fakir diyalogunun işletilmesi istenmektedir. Zira İslâm dini, para ve servetin sadece zenginler elinde dolaşan bir güç ve baskı unsuru olmasına karşı çıkarak, bunların tabana da yansıtılması ve toplumsal barış için bir denge unsuru olmasını istemektedir. Ancak burada bir hususa açıklık getirmek gerekir ki, o da: rızkını temin etmek için gayret sarf etmeden eli kolu- bağlı gibi kahve köşelerinde vakit öldürmeyi ve geçerli bir mazereti olmaksızın dilencilik yoluyla topluma yük olmayı, İslâm dini kesinlikle benimsemez. Tam aksine hayatın zilletsizce idamesi için, çalışıp çabalamanın tek çıkar yol olduğunu belirtir.
Nitekim Kur’an şöyle buyurur:
“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (NECM SURESİ – 39. AYET)
Buna rağmen her toplumda yoksul, muhtaç ve çaresiz kimselerin bulunabileceğini de göz önünde bulunduran İslâm dini, bu durumda olanlar için de, zekât, fitre, kurban, keffâret, diyet, nafaka vs. gibi bağlayıcı tasadduk ve infak yollarıyla, köklü çözümler getirmiştir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in yetmiş üç ayetinde yer alan: “Allah yolunda infak” tabiri de dinin ve insanlığın yararına olan her türlü meşru harcamayı kapsamaktadır. Dolayısıyla yüce dinimiz bu konuda toplumun her kesimine önemli görevler yüklemiş, çaresiz ve işsizlerin mutlaka ellerinden tutulması hususunda pek çok imkânlar sağlamıştır. Bu imkânlar iyi değerlendirildiği takdirde sosyal ve ekonomik olumsuzlukların asgariye ineceği muhakkaktır. Aksi takdirde meydan, masumane bir görünüşle duygu sömürücülüğü yapan art niyetli kişilere kalmış olur ki, anarşi, zorbalık ve bölücülük ortamları doğmasına zemin hazırlamış olur. Böyle bir toplumda huzur ve barıştan söz etmek ise oldukça zorlaşır. Zira sevgi, saygı ve merhametin yerini, kin ve düşmanlık alır. Oysa İslâm’ın kelime anlamı, sulh-selâmet ve barıştır. İşte sosyal yardımlaşma ve dayanışma da, barış ortamını yakalamanın vazgeçilmez kuralıdır.
Bu nedenle Allah Resulü (SAV), birlik, sevgi ve yardımlaşmanın önemini veciz bir benzetme ile dile getirerek:
“Sen müminleri, birbirini sevmekte ve birbirine merhamet etmekte, bir bedenin uzvu gibi görürsün ki, o bedenin herhangi bir uzvu rahatsız olduğunda, diğer bütün uzuvları da rahatsız olur.” buyurmuşlardır. Bir başka hadis-i şerifte ise müminleri: “parçaları birbiriyle kenetlenmiş sağlam bir bina” ya benzetmiştir. Râvi diyor ki: “Allah Resulü (SAV) kaynaşma ve dayanışmanın önemini göstermek için de O, bu söz esnasında parmaklarını birbirinin arasına geçirip kenetlemişti.” Bu da, elbirliğiyle hareket etmenin gereğine ayrıca bir vurgudur.
Dolayısıyla Müslüman bir toplumda yer alan her fert, millî bünyenin en yararlı bir üyesi olmak, yerine getireceği önemli görevleri bulunduğunu bilmek ve gereğini yapmak zorundadır. Zira yukarıda meallerini arz ettiğimiz ayet ve hadisler, bu gerçekleri apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. Binaenaleyh barış ve huzur içinde kalkınıp, her yönden yükselmemiz, birlik ve dayanışma halinde olmamıza ve Allah rızasını elde etmek için hayırlı işlerde yarışmamıza bağlıdır. İsrafa dalarak günü gün etmemiz, yoksul, işsiz, öksüz ve yetimleri bir kenara iterek şahsî çıkarlar peşinde koşmamız ise, yerinde bocalamamıza, hatta medenî yarışta geri kalmamıza neden olacağı açıktır. Hele günümüz dünyasında cereyan eden politik ve ekonomik kıskaca alma ve rakiplerine karşı fitne-fesat yuvaları oluşturma gibi olumsuz girişimlere karşı, birlik ve dayanışma halinde olmanın önemini tartışmaya gerek bile yoktur. Hatta zaman zaman millî, dinî ve kültürel değerler gibi halkımızın oldukça hassas olduğu konuların bile gündeme taşınarak, kavga malzemeleri yapılmalarını anlamak mümkün değildir. Oysa bu değerler, birlik ve dayanışmanın temel ve şaşmaz unsurlarıdır. Binaenaleyh millî bütünlüğün korunması ve toplumsal dayanışmanın canlı tutulması hususlarında duyarlı olmamız, dinî ve millî bir görevdir.
Yüce dinimiz, toplumu oluşturan fertleri bir bütün olarak ele almış ve onları vücudu oluşturan ayrı ayrı organlara benzetmiştir.
Vücudu meydana getiren organlar, tam bir ahenk içinde çalıştığı zaman vücut sıhhatli olduğu gibi, cemiyetin birer üyesi olan fertler de, şuurlu ve düzenli çalışırlarsa, o toplumda huzur ve barış kendiliğinden oluşur. Çünkü insanlar daima birbirlerine muhtaçtırlar. Zira hiçbir insan tek başına ihtiyaçlarını ve güvenliğini sağlama imkânına sahip değildir.
O halde huzur, barış ve güven ortamının sağlanabilmesi için takip edilecek biricik yol; manevî birlik, bütünlük, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmaktır.
Nitekim büyük olaylara imza atarak tarihin altın sayfalarına geçen ecdatlarımız da, bu doğrultuda hareket etmiştir. Bizim için de doğru olan, bu “birlik ve dayanışma” yoludur.