14 Eylül 2024 Cumartesi
MUSTAFA KEMAL’İN ASKERİ OLMAK
DİL KÜLTÜRÜ ÜZERİNE BİR DERTLEŞME (2)
Kaygıyla mı Yaşıyorsunuz? Endişe ile Başa Çıkmanın Çeşitli Yolları
Polis ekiplerinden asayiş ve trafik denetimi
EDİRNE’DE MAHALLE KÜLTÜRÜ -2-
Sanatta Özne Sorunu-2
Sanatçı neyi resimler sorusunun cevabım olarak daha öncede bir yazı yazmıştım. Dışımızdaki gerçekliği daha doğrusu bizim dışımızda ki varlıkların bize yansıması. Antikite den beri söylenen ayna tutmak tabiri, bize yansıyanı yansıtmak ise ( Mimesis) Ustalık isteyen beceri dışında gerçek anlamda sanatsal bir ifade ve yorum olamaz. Akademik çalışmaların bir üst aşaması olarak ifade ve yorum. Sanatsal obje – sanat nesnesi olarak adlandırdığımız resim yüzeyine taşınan varlıkların imgesidir. Betimlemenin boyutu figüratif resimden soyutlama ve soyuta kadar giden yelpazenin tümünde ifade ve yorum vardır. Sanatçının kaygısı imgeyi resimlemektir. Hatta bunun için sanatçı en iyi Metafor ustasıdır tanımını hep kullanıyoruz. Bunun içinde güzel bir örneğimiz olacak. Prof. Dr. Caner KARAVİT. Edirne doğumlu sanatçımız, halen MSGSÜ, Temel Sanat Eğitimi Bölümünde görevine devam etmektedir.
Resimde gördüğünüz doğadan esinlenerek yola çıkılmış, ancak ifade amaçlı hem teknik hem de Üslup özelliğine ulaşmış yorumlar görüyoruz. Soyutlama boyutuna kayan figüratif unsurların ele alınış biçimi resminin karakteristik yanını oluşturuyor. Garipsenebilecek biçimler. Dış dünyaya yapmış olduğu göndermelerin çağrışımlarını bize taşıyabiliyor. Bizim genelde dış gerçekliği tasvir olarak nitelendirdiğimiz yansıtma, aktarma, benzetme şekliyle ortaya koymamıza natüralist denilen doğacı Doğaya özgü Ağaç ve bitki imgelerinin yorumsal yansımalarını alabiliyoruz. Bu çalışma için soyut diyemeyiz. Yazı konumuzun anlamını bu örneklerle daha çok kavrayabildiğimizi sanıyorum. Süje olgusu sanatçının düşünsel boyutunda ki tezahürleridir.
Yüksek Ressam Mehmet Enis ŞENSEVER. İDGSA. MSÜ Resim Bölümü mezunu. Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Emekli Öğretim Elemanı.
Akademi girişli olan sanatçı 5 yıllık eğitim süreci içinde okulunun adı değişerek Mimar Sinan Üniversitesi olmuştur. Temel Sanat Eğitiminden sonra Prof. Neşet GÜNAL hocanın Atölyesinde, hocasının emekliliğinin ardından Prof. Dr. Neş’e ERDOK hocanın Atölyesinde yeterli çalışmalarını tamamlayıp Yüksek Lisans ile mezun olmuştur. Akademik öğreti kökenli olup Figüratif ağırlıklı, Canlı modelden desen ve pentür sorunsalını çözümleyerek sanatsal ifade boyutunda çok daha sağlam basarak denemeleri giderek şekillenmiştir. Sağlam bir figüratif alt yapı olmadan üst aşamada yorum ve kurgulamalara gidilemeyeceğini 42 yıllık sanatçı ve sanat eğitimcisi olarak bizzat deneyimleri ona yol göstermiştir. Tuval üzerine yağlıboya çalışmasında Soyuta çok yakın ifade boyutunda ki uygulamasını görüyorsunuz. Resmin adı ÇIĞLIK. ( Resim
Resmin sağ tarafında geriye doğru yaslanmış bir insan figürü görülüyor. Uzaklara doğrun haykıran bir insan imgesi. Resmin içinde Sesi duyamayacağınıza göre sesi niteleyen ses dalgalarını çağrıştıran görsel plastik organik formlar yer alıyor. Bu kompozisyon kurgusu resmin konusu ile örtüşen bütünlük içinde. Resmin içsel serüveni bizi karabasanlarla çevrili bir melankoliye de götürebiliyor. Renk her zaman Psişik bir olgudur. O nedenle renk seçimi ilintili ve tamamlayan bir öğedir. Sarı ve Lacivert tercihi konu ile tam oturmuş olabilir mi. Onu da sanat tüketicisi izleyicinin alımlamasına bırakalım. Sergilerimizde çokça yaşadığımız bir faktördür. Resimlerimize izleyicilerden farklı farklı yorumlar alabiliyoruz. Tamda konu başlığımıza uyan bir neden. Süje – özne olarak izleyeninde bir bakışının olduğu gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzdur. Sanat kültürünün gelişmesi bireylerin nedensiz amasız sanat galerilerine müzelere bolca gitmeleri ile olur. Önce görsel hafızalarını geliştirmeleri gerekiyor. Tabi bu yetmez. Okumalar ve sorular sorarak edindikleri görsel hafıza ve bilgilerinin pekişmesi ile olacaktır. Hevesle severek her kes kendine göre denemeler yapabilir. Unutmayın her kes bir özne süjedir.
11 Eylül 2024
Süje – Özne ne demektir. ( Fra. Sujet, İng. Subject ) Bizim burada üzerinde duracağımız asıl konu sanatsal anlamda bireyin kendisidir. Düşünebilen yargılayan yorumlayan ve sanatsal yaratı boyutunda üretebilen anlamındadır. Özne olarak hem sanatçıyı hem de sanat alıcısını alımlayanı tanımlayan bir terimden bahsediyoruz. Bir sanat eserini üretebilen özne ya da değerlendirebilen yargılayabilen özne. Şunu demek istiyoruz, tekil anlamda bireyden bahsediyoruz. Bu üreten olarak sanatçı tüketen olarak sanat alıcısı. Her ikisi de Süje dir .
Her ikisi de kendi fevkinde ve boyutunda özgün bireylerdir. Yani özgün birer kişiliktirler. Toplumun bütün bireyleri birer öznedir. Her bir kişilik olarak birer öznedirler. Ben bir özneyim sende benim karşımda bana karşı bir öznesin. Özne konumunda olan birey için merkez kendisidir. Özne ve onu çevreleyen bir evren dünya söz konusudur. Önce bunu belirtelim. TDK ya göre Süjen nin Türkçe karşılığı Öznedir.
Felsefenin temel kavramlarından biri olan Süje, dilimize Latince den geçmiştir. İlk kez Platon (Eflatun), Aristotales ve Herakleitos gibi Antik Yunan filozoflarının eserlerinde kullanıldığı bilinmektedir. Tabi burada Estetik süje, estetik obje-nesne gibi kavramlar da devreye girer. Estetik alımlama ile ilgili olarak görebilen Estetik Özne. Yani sanatçı tarafından görsel olarak algılayıp yaratıcı boyutta estetik objeyi, sanat nesnesini estetik form dili ile plastik kaygılar ile üslupsal olarak ortaya koyabilen, betimsel anlamda kurgulayabilendir. Sanatsal ürünü okuyabilen, dinleyen, yorumlayabilen, yeniden üretilmiş sanat nesnesi ile ilişkiye girebilen, onunla bir bağ kurabilen sanat tüketicisi, yani alımlayan izleyici ve satın alan olarak öznelerden bahsediyoruz. Berna MORAN ‘’Edebiyat kuramları ve eleştirisi’’ adlı kitabında şu tabloyu çizmiştir. ‘’ Sanatçı, sanat ürünü, sanat tüketicisi ve hepsini içine alan çevreleyen fiziksel ve toplumsal çevre. Dışımızda ki dünya’’. Sanat nesnesi – objesine bir örnek verecek olursak (Dışımızda ki her varlık görsel ve plastik olarak ele alınıp değerlendirilirse sanat nesnesine dönüşür.) bir iskemle iskemle olarak bir zanaat ürünüyken artık sıradan bir iskemle olmaktan çıkar estetik obje, sanat nesnesi olarak nitelendirilmeye başlar.
Özne, yazın sanatlarında dil bilgisi kapsamında ise, bir cümlede -tümcede bildirilen işi yapan veya yüklemin ( tümcede iş, oluş, yargı, hareket bildiren sözcük ya da sözcük topluluğu. Örneğin ‘’ dün gördüğümüz arkadaş çok girişkendir’’ tümcesinde ‘’ girişkendir’’ sözcüğü yüklemdir) bildirdiği durumu üzerine alan kimse ya da şey demek. ‘’Ali geliyor ‘’ cümlesinde
‘’ Ali’’ öznedir. ‘’ Çocuk henüz uyudu ‘’cümlesinde ki ‘’ çocuk’ ’öznedir. Yinelersek bunlar dil bilgisi kurallarıdır. Sanatsal anlamda ve yaşamda özne bireyin kendisidir. Sanatsal yaratım sürecinde felsefi olarak, bilinci, sezgisi, düş gücü olan, dış dünya karşısında ona karşıt olan. Bu karşıt olma hali. Onu çevreleyen her şey özne için algılanılabilecek varlıklar demektir. Bakan bir çift göz, ben demektir ve öznenin kendisidir. Söz konusu Özne ise bu ben demektir. Şu an bu yazıyı yazan yorumlayan olarak özne benim. Beş duyu organıyla algılaya bilen, etkiye karşı tepki verebilen, Yukarda değindiğimiz gibi, fiziki ortam ve tüm çevresel faktörlere benim
( öznenin ) vereceğim tepkiler önemlidir. Süje konusuna biz, bu Felsefi ve sanatsal boyutlardan bakacağız. Sanatsal yaratım süreçlerinde ölçüt Süje nin yani öznenin bilgi deneyim ve yaratıcı gücüdür.
Nuri TEMİZSOYLU nun,’’ Renk ve resimde kullanımı’’ adlı kitabında rengin tanımı için gözün görme edimini açıklamış. Görmenin gerçekleşmesi için, Fiziksel sistemde renk, fizyolojik sistemde renk, psikolojik sistemde renk şeklinde sıralamış. Işığın ölçüler ve rakamlarla incelendiğinde dışımızda gelişen fiziki olaylar. Işığın göz retinası üzerinde ve sinirlerde meydana getirdiği değişim. Fizyolojik olarak görüntülerin sinapslarla ( Nöronlara, sinir hücrelerine taşınması hadisesi) beyne taşınması. Dikkat edilmesi gereken şey, buna rağmen görüntünün görselleşmesi için rengin tanımı gereği çeşitli ışık etkilerinin beyinde uyandırdığı etkiler şeklinde izah eder. Yani görüntünün fiziksel olarak beyne nöronlara taşınması yetmiyor. Beyinde uyandırdığı etkiden bahsediyor. Bu şu demektir. 3. Aşama olan Psikolojik algı boyutudur. Bizi biz yapan değerler, kültürümüz, eğitim düzeyimiz, dünyaya bakış açımız, yönelimlerimiz ile bu beyne gelen görüntülerle işin algılama boyutu devreye girer. Biz bununla birlikte görme edimini gerçekleştirmiş oluruz. Dolayısıyla görme Psikolojik bir sürece tekabül eder. Bu görme edimi ve algılama boyutu, kişiliğimiz ve kimliğimizle, tercihlerimizle ben ( egomuzu ) yani öznemizi oluşturur. Özne nin bakışı son derece özgül ve özgün ( spesifik ) bir yapıdır. İşte şimdi bir kez daha felsefi ve sanatsal boyutların ne olduğunu gelmiş oluyoruz. Aslında biraz karmaşık gibi gözüken aslında çok rahat kavranılabilen bir olgunun çözümlemesi yapılmış oluyor.
Sanatın öznelliği, özne olarak ( Süje) sanatçı, sanatçının dünyası, düşüncesinde var olan kavranılan bir dünya. Sanatın da öznesini oluşturmaktadır. Bunun görselleştirilmesi, sanatın nesnesidir. Sanat denilen kavramın öznesi olan sanatçı, mucize bir dünya yarattı. Görünür olanın da ötesinde bir dünyanın da yaratıcısı idi. Dış dünyanın bir yansıması değil. Sanatçı tarafından taklidin de ötesinde dönüştüren ve bu mucize dünyanın içinde kuran ve kurgulayanı da oldu. İçeriği olmayan hiçbir biçim yoktur. Bu konusuz resim yoktur demek anlamına gelir. Konusuz resim demek de bir konunun metaforik tanımı gibidir. Süje- özne objelere (nesnelere) yönelir. Bazen de Süje, süjelere yönelir ve nesneleştirir. Bir başka insan, model olarak sanatçının konu alanına girdiği zaman sanatçının süjesi karşısında o kişinin öznesi yoktur.
Sanatçının çalışması için gerekli gördüğü ve yöneldiği malzemelerin oluşturduğu seçilmiş nesneler, sanat nesnesine dönüşür. Süje nin yönelimi sonucu ortaya çıkar. Burada anlatım -ifade ile ilgili olarak sanatçı belli konulara yönelir. Konu ancak sanatçının ona verdiği anlamla bir değer kazanabilir. İçerik- öz dediğimiz şeyin esası da budur. ( Öz ve biçim sorunu ) Toplumsal yaşamın her aşamasında sanatçı tarafından ele alınan konular tinselliğiyle, içeriği yansıtan tematik ögesidir. Konu, temanın somutlaşmış halidir. ( Prof. Ayla ERSOY ). Konu, sanatçının herhangi bir neden den dolayı, özellikle söz etmek istediği, anlatım olarak yer verdiği seçtiği şeylerdir. Sanatçının bir şeyden söz etmek istemesinin, yani konu olarak seçmesinin özel anlamı da olabilir, ya da bunun nedeni salt görsel kaygılarda olabilir. Sanatçının seçtiği konu soyut yada somut da olabilir.
Tema – ( Fr. Thema ) tematik kelimesi gibi Fransızca kökenlidir. Örneğin ‘’ Belli bir tema etrafında oluşan ve gelişen’’ şeklinde ifade ettiğimiz gibi yine biz yazı ve konuşma dilimizde bu konuda deriz ama bu temada gibi bir ifade kullanmayız. 1. Bir hikayede öğretici veya edebi bir eserde işlenen düşünce, görüş. 2. Herhangi bir sanat eserinde işlenen konu. Tablonun teması nedir veya Anıtın teması kurtuluş savaşıdır gibi. 3. Müzik de de bir besteyi oluşturan temel motif, müzik eserinin temasına dair. Ayla ERSOY hocamızın anlatımıyla birlikte temanın tanımına karşın biler genellikle konu tabirini daha çok kullanıyoruz. Süje nin yöneldiği konu öznenin kendini ifade edebildiği seçilmiş anlatımlardır. Buna çok anlamlı bir örnek verelim. İtalyan ressam ve Baskı resim sanatçısı Giorgio MORANDİ .
Yaşamının çoğunda durağan ve sessiz, soğuk ve ıssızlığı çağrıştıran şişeler ve keramik kaplarla kompozisyonlar oluşturmuştur. Genelinde arka plan – fon olarak bir duvar ve düşey bir düzlem. Denge amaçlı ve kısmen hareketi yansıtan kısa ya da uzun formlardaki objeler. Sıkılmadan üşenmeden belki de kendini tekrar eden biçimler. Görme ediminin asıl gerçekleştiği algının psikolojik aşaması. MORANDİ nin özellikle seçilmiş sanat nesneleri. Süje nin içsel dünyasının açık tezahürüne somut bir örnek olarak karşımızda gördüğümüz natürmort çalışmasıdır. ( Sitill Life) Resimlerinde Sürrealist- gerçeküstü bir anlayışın olabileceğini belki söyleyemeyiz ancak objelere yönelik fantezisi açısından Metafizik bir yaklaşımdan bahsede biliriz.
Vaziyet son derece ciddidir. Ama henüz iş işten geçmiş değil. Avrupa bu eşsiz ibadet abidelerini merhametsiz barbarlara terk etmemeli, bu insanları ölüme mahkum etmemelidir.
Türk Camileri Peri Masallarındaki Saraylara Benzer.
Edirne de kaldığım sırada ilk yaptığım işlerden biri Selimiye Camii ni gezmek oldu. Çok kalabalıktı. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Civar köy ve kasabalardan kaçmış şehit hanımları buraya, Allah ın evine sığınmışlardı. Yanlarında bir sürü de çocuk vardı. Ama ne bir oyun görebilirdiniz, ne de gülüşme. Bunlar son günlerin, yeni savaşların öksüzleriydi. Artık ağlamıyorlardı da. Dört yaşında bir küçük gösterdiler. Hayatta hiç kimsesi kalmamış ve kendiliğinden bu güzel camie gelip sığınmıştı. Güvercinlerin, kırlangıçların da geldiği gibi…Mevsim nispeten müsait olduğundan camie sığınanlar revak altlarında yatabilyorlardı.
Camiinin içine girince, Edirne nin başında bir taç gibi duran bu şaheserin ihtişamını bir defa daha anladım. Şimdiye kadar bu camii hep geceleri, namaz vaktinde görmüştüm. Binlerce Müslümanın hep birlikte secde edip Allah ın adını anmaları muhteşem kubbede bir fırtına uğultusu yaratırdı. Şimdi burası bomboştu. Sadece birkaç ihtiyar sütun diplerine oturmuş, Kur an okuyor, uçuşan kuşların kanat sesi duyuluyordu.
Ayak seslerini boğan halılarda yürürken camiinin taklidi imkansız camlarının mavi ve kırmızı rengini seyrediyorum. Ne çiçekler yapılmıştı onlarla. Bizim kiliselerimizdeki hiçbir heykelin, insanlarda bu camii işleri kadar beşeriyet duygusu uyandırmasına imkan yoktu.
Birden camiinin ağır meşin örtüsü aralandı… İçeriye bir gurup çocuk ve aralıktan güneş ışığı doldu. İçeri girenler sevinçle gülüşerek oynuyorlardı. Bunlar matemli değildi besbelli. Oğlanlar fes giymişti, kızların başında zarif birer örtü vardı. Önce fazla gürültü etmeden saklambaç oynadılar. Sütunların arkasına saklanıyor, koşuşuyorladı. Sonra hep beraber şahane kubbenin altındaki kutsal çeşmenin başında toplandılar.
Artık namaz vakti geldi. Dışarıda Müslümanlar ibadet için toplanıyor …Türkiye camileri peri masallarındaki saraylara benziyor.
Kapıları günün hiçbir saatinde kapanmayan, sık sık kuşların ve küçük çocukların gelip gittiği peri saraylarına…
16 Ağustos 2024
Resim alt yazıları.
Bulgarların Meriç e attıkları rehinelerin cesetler çıkarıldıktan sonra .
Bulgarların kaçarken kuyuya attıkları Türk harp esirlerinin çıkarılışı. Fotoğrafın altında
P. LOTİ nin el yazısı
Edirne nin kurtuluşu sıralarına denk gelen Ramazan Bayramı. Selimiye Camii ve salıncakta sallanan çocuklar
Türk kumandanlarının Kurtulan Edirne ye girişi. Ortada şişman olan İzzet Paşa. Yanında ise Hurşit Paşa ve Enver Paşa
Nihayet suya itilme sırası bizim gruba geldi. Ben dörtlü grubumuzun kenarındaydım. Tam suya düşerken bağımı koparmaya muvaffak oldum ve karşı sahile doğru yüzmeye başladım. Bulgarlar ay ışığında beni görmüştü. Arkamdan ateş etmeye başladılar. Ancak arada bir soluk almak için başımı çıkarıyor, sonra gene dalıyordum. Ancak kendimi kaybetmek üzereyken ayağım karaya değdi, karşıya geçmiştim. Sabaha kadar olduğum yerde kıpırdamadan bekledim. Gün ışırken sürüne sürüne o civarda ki bir Rum arkadaşımın evine gittim. Fakat o da Bulgarların korkusundan beni içeri almadı. Bütün gün çalılıkların arasında gizlendim. Akşama doğru kulaklarıma birtakım sesler çalındı. Dikkat ettim, bunlar sevinç haykırışlarıydı, dinledim; ahali çılgın bir sevinç içinde. ‘’Türkler …. Türkler geliyor’’ diye bağırışıyordu.
Artık kurtulmuştuk. Halbuki Türkler bir gün daha sonra bekleniyordu. Bulgarların bu haykırışları duyunca nasıl kaçıştıklarını bir görmeliydiniz. Ben doğru eve döndüm. Allah tan çoluk çocuğumuzu öldürmemişlerdi. Beraber ölüme mahkum edildiğimiz 45 komşunun dul karıları beni görünce etrafımı çevirip kocalarından haber sordular. Ne diyeceğimi ne edeceğimi şaşırmıştım. ‘’Sorguya çekiyorlar’’ diye kekelediğimi hatırlıyorum. Biliyorsunuz, birkaç gün sonra hepsinin cesedi nehirden çıkarıldı.
Duyduklarım saymakla bitmez. Bulgarların Türk harp esirlerine ne korkunç işkenceler yaptığını bana Fransızlar anlattı. Aç susuz bırakılan Türk esirleri dipçik darbeleri altında meçhul istikametlere götürülüyor, aralarında yere düşen olursa o anda süngülenip öldürülüyordu.
Doktorlar, göğüsleri süngüyle parçalanmış Rum kızları gördüklerini, Bulgarların sürüler halinde 8-10 yaşındaki küçüklerin ırzına geçtikten sonra öldürüp bıraktıklarını anlattılar. Romanya da tanınmış bir hanımdan bir mektup aldım. Bükreş e getirilen Bulgar esirlerin ceplerinden kesik kulaklar, küçük çocuk elleri çıkmış. Bunların mahiyeti sorulunca kendilerini haklı çıkarmak ister gibi, ‘’ Biliyorsunuz bu uğurdur, uğur olsun diye taşıyoruz ‘’ demişler.
Nihayet bana şehit bir Türk askerinin fotoğrafını gösterdiler. Bulgarlar eğlence olsun diye diri diri kafasını delmiş, başının derisini yüzmüşlerdi. Yüzünde sadece burnu ve bir gözü kalmıştı.
Bulgar Sefaretinin Tekzibine cevap.
Pierre LOTİ bu makalesi Fransız ve İngiliz basınında çıktığı zaman geniş tepkiler yaratmış, Avusturya ve Fransa da ki Bulgar sefaretleri tarafından tekzip edilmişti. Büyük Türk dostu yazar bunlardan birincisine şu cevabı vermişti.
Viyana da ki Bulgar sefiri Neu Freie Presse de yayınladığı tekziple bana cevap vermek lütfunda bulundu. Yazıda benim aldandığımı, yol boyunca gördüğüm harabelerin Türk köylerine değil, aksine Türkler tarafından yakılıp yıkılan Bulgar köylerine ait olduğunu söylüyorlar.
Demek ki camilerini harap eden, kubbelerin üstüne büyük abdestini yapan da Türkler öylemi ? Bu tekzip için yanız çocukça demek kafi değil. Yazı aynı zamanda hayasızca kötü niyet taşıyor. Gerçeklere böylesine zıt bir iddiayı çürütmek de sayın sefirin tahmin edemeyeceği kadar kolaydır. Bir defa Bulgarlara ait evler bütün Trakya da çok seyrek olarak dağılmıştır. Tamamen Müslümanların arasında bulunan bu evlerin hepsi ayaktadır. İşgal kuvvetleri onlara ellerini bile sürmemişler ( kurtlar birbirini yemez)Türkler ki, misilleme yapıp Bulgar evlerini tahrip etseler asla suç sayılmazdı, onlar büyük bir alicenaplıkla bu evlerin hiçbirine doukunmamışlardır. Herkes gidip görebilir.
Paris teki Bulgar siyasi ataşesinin yayınladığı tekzip büsbütün şaşılacak bir ifade taşıyordu. Tekzip de P. LOTİ nin bir romancı muhayyilesine sahip olduğu, bütün esirlerin çok iyi durumda olduğu ve bütün Türklere çok iyi muamele edildiği yazılıydı. P. LOTİ cevap olarak şu satırları yazdı.
Bu defa ki tekzip, Avusturya da yayınlanan tekzipteki kadar olsun mantıktan ve iyi niyetten mahrum. O halde bizzat temin edip gönderdiğim fotoğraflar da hileli! Burunsuz ve dudaksız esirler, kendi kendilerinin burunlarını, dudaklarını kestiler. Boğazlanmış olanlarda, sırf poz vermek için boğazını kestirmiş. Boğulan kocalarının cesetleri başında ki Rum kadınları rol yapıyorlar. Akıl almıyor bunu!…Gönül ister ki Bulgarlar bu akla , hayale gelmez işkencelerden sonra hiç olmazsa başlarını önüne eğip de sussunlar.
Aslında ben bizim memleketimizde çıkan mecmua ve gazetelerin de Türklere karşı neden böylesine kin dolu olduklarını anlamıyorum. Bizden Türkiye ye kim gittiyse daima iyi muamele görmüştür. Orada yaşayanlarımız en büyük hürmeti görüyor. Orada ki din adamlarımız yüzyıllardan beri en büyük bir hürriyet içinde çalışıyorlar. Türklere iftira atmadan önce hiç olmazsa bu din adamlarına sorsak olmazmı? Ben onlardan çoğu ile tanıştım, bir sual karşısında verecekleri cevabı da biliyorum.
Bulgarlar, Balkan savaşından sonra kapıldıkları hayallere veda etmek zorunda kalınca, Yunanistan da olsun, Türkiye de olsun, hem savaş esirlerine hem sivil halka akla hayale gelmez işkenceler yapmışlardı. Edirne yi işgal ettikleri zaman burada ele geçirdikleri esirleri Meriç teki bir adaya sürdüler. Esirler kızgın güneşin altında, açlıktan ölüme mahkum edildi. Korkunç açlık ıstırabını dindirebilmek için bu esirler ağaç kabuklarını yediler. Açlıktan daha büyük acılar içinde kıvranarak öldüler. Bu adadaki esirlerimizin hali fotoğrafla tespit edilmişti. Aynı vahşet, Kavala, Serez, Doksat, Demirhisar gibi şehirlerde ki Türk ve Rumlara karşı da tatbik edildi. Nihayet Türkler Edirne yi olsun Bulgar vahşetinden kurtardılar.
Bu kurtuluşu gene Pierre LOTİ nin kaleminden okuyor, aynı zamanda büyük edibin intibalarını öğreniyoruz.
Kurtuluştan Sonra .
Hür Edirne ye vardığım zaman vakit gece yarısıydı. İstasyonda asla beklemediğim bir kalabalık bizi karşıladı. Yere adımımı atar atmaz çalınmaya başlayan ‘’ MARSEİLLAİSE’’ (Fransa nın Marşı ) bir yandan, alkış sesleri bir yandan gözlerimi yaşartmıştı. Arabaya halkın arasından geçerken de büyük sevgi tezahüratına şahit oluyordum. Şehre girişimin teferruatını Türklerin kadir bilirliğini, temiz kalpliliklerini ifade ettiği için anlatıyorum. Sık sık duymuşumdur. Bana ‘’ Kara gün dostusun’’ derler. Evet, ben onların kata gün dostuydum ve Türkler böyle şeyleri asla unutmaz!
İstasyondan şehre kadar olan yolu yarım saatte aldık. Gecenin ilerlemiş saatine rağmen halk sokaklardaydı. Binlerce fenerle aydınlatılan caddelerde toplanan Türkler kırmızılı beyazlı Türk bayraklarını sallayarak beni selamlıyor! Türkler, Hıristiyanlar ve Yahudiler ‘’ Yaşasın Fransa ‘’ diye bağırışıyorlardı. Matem içinde bir şehre gelmiştim, ama hem kurtuluşun sevincini, hem de o güne rastlayan Ramazan Bayramı halkı saadete boğmuştu. Dünya da hiçbir milletin Türkiye de gördüğüm hüsnü kabulü bana bir defa bile gösteremeyeceğine emindim.
Ertesi günden itibaren facialara şahit olanları dinlemeye başladım. Bir defa daha belirtmek isterim. Eğer yalnız Türkleri dinlesem birçoklarında onların mübalağalı konuştuğu zehabı uyana bilirdi. Onun için daha çok Rum ve Yahudilerden dinlediğimi nakletmekle yetineceğim. Edirne deki ilk işlerimden biri şehirde ki Rum Metropolitini ziyaret etmek oldu. Bana bir Bulgar generaliyle olan konuşmasını nakletti ve yazmama izin verdi. Bu General, Metropolite — ‘’Türkleri sever misiniz’’ diye sormuş.
– ‘’Evet. Çünkü dört yüz yıldan beri bize aralarında rahat ve mesut yaşama imkanı verdiler’’
– ‘’Demek öyle …O halde seni idam ettireceğim’’
– ‘’ Öldürün beni, ne duruyorsunuz’’
– Şimdi değil. Daha sonra Keyfim ne zaman isterse. Defol karşımdan şimdi’’
Generalin yanından çıktım. Binanın başka odalarına da bütün Rum ileri gelenleri doldurmuştu ve Bulgarlarla aralarında aşağı yukarı aynı mealde konuşmalar geçiyordu. Allahtan Türklerin yıldırım gibi yetişmesi hepimizi kurtardı.
Türkler Geliyor
Gerçekten Bulgarlar, Türklerin geleceğini biliyor ama bu kadar çabuk yetişeceklerini tahmin etmiyorlardı. Sabah şafakla beraber ilk Türk birlikleri şehrin kapılarında görününce ‘’Türkler !Türkler geliyor’’ çığlıkları ağızdan ağıza bir anda bütün şehri kapladı. Halbuki Bulgarlar şehirde hiç olmazsa bir gece daha kalacaklarını ve cinayetlere devam edeceklerini umuyorlardı. Ama Türk kuvvetleri bir mucize yaratmış, 80 kilometrelik yolu 24 saatte alarak imdada yetişmişlerdi. Artık Edirne kurtulmuştu. Rumlar ve Yahudiler sevinç göz yaşları döküyordu. Öte yandan Bulgarlar giderayak birkaç savaş esirini daha kuyuya atmayı ihmal etmediler. Bu arada genç bir Türk subayının, FUAT Bey in oğlu REŞİT Bey in gözlerini oydular. Kollarını kestiler. Ve nihayet bir daha bu şehirde hiçbir cinayet işleyememek üzere kaçtılar.
Beni bir ziyafete çağırdılar. Valinin verdiği ziyafete Türkler bütün başka azınlıklarla yan yana, diz dizeydi. Yüksek rütbeli paşaların, subayların yanında Hahamlar, Hocalar göze çarpıyordu. Rum Metropoliti solunda oturan dervişle şakalaşıyor, herkes tam bir anlaşma içinde kurtuluşu kutluyordu. Ama hepsinin içinde de yarının korkusu var. Avrupa neye karar verecek ? Edirne gene Bulgarlara mı verilecek. En güzel sesli müezzinlerin ezanlar okuduğu Selimiye Camii ne barbarlar mı dolacak gene? Böyle bir şey olursa bu kuduz insanların tekrar gelişlerinde Edirne de taş taş üstünde bırakmayacaklarına muhakkak nazarıyla bakabiliriz.
M.Enis Şensever
Balkan savaşın da akıllara durgunluk veren mezalim, Edirne nin Bulgar işgalinde yaşandı. Fransız yazar Pierre LOTİ, Edirne nin kurtuluşu ile şehre geldiğinde Türk Rum Yahudi ve Hıristiyan teba tarafından coşkuyla karşılanıyor. Üstelik Ramazan Bayramına denk geliyor. 19 Ağustos 1913 , Edirne. Bu makalenin kaleme alındığı tarihtir. Bu makale, İmtiyaz sahibi Şevket RADO nun olduğu Hayat TARİH Mecmuası Sayı -2 Mart 1965 tarihinde yayınlanmıştır. Bu yazının yıl dönümünde, döneminde yaşana acıların unutulmaması ve tarihe düşülen not olarak paylaşımında yarar görüyoruz. Bu günkü Bulgaristan devleti ile bir husumet söz konusu da değildir. Bunu da özellikle belirtelim P. LOTİ ayrımcı bir görüş olmaması için bilhassa gerçeklerin yansıtılması için Rumlar ve Hıristiyan kesim ile yaptığı görüşmeleri kaleme almıştır. Bu yazıya herhangi bir düzeltme ve ekleme yapmadan dergide paylaşıldığı gibi okurlara aktarmış oluyorum. İlgiyle okunması dileğimle.
Dün akşam Edirne ye gelirken hayatımın en heyecanlı, en güzel anlarını yaşadım. Beni selamlayanlara cevap verirken gözlerim ıslak ıslaktı. Bana uzanan ellerden kaç tanesini sıkabildim hatırlamıyorum. Hatırladığım bir şey varsa, bunların arasında annelerinin kucağında bana doğru uzatılan küçük yavruların ellerinin de oluşuydu. O eller ki, birçok benzerleri sırf eğlence için canavar Bulgarlar tarafından kesilmişti.!..
Büyük bir tesadüf, şehre Ramazan Bayramında girmiştim. Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler gerçek bir bayram sevinci içindeydiler. Hepsinde yaşadıkları en büyük kabusun bitmesiyle kavuşulan huzur vardı. Kolay değildi bu… Aylarca insan kasaplarının tehdidi altında yaşamışlardı.
Hepsine de ayrı ayrı teşekkür ettim. Yaşasın Türk Edirne!…Acaba Avrupa artık yaptığı hatanın büyüklüğünü anlayacak, pişman olacakmı?…Diplomasinin merhameti olmaz ama, şuuru da olmamalı mı?
Pierre LOTİ
Pierre LOTİ bu yazılı beyanı Edirne’ ye varışının ertesi günü vermişti. Daha sonra arka arkaya yazdığı makalelerle gördüklerini ve işittiklerini bütün dünya basınında yayınlandı. Şimdi bu konuda yazdığı makaleyi okuyucularımıza sunuyoruz. Editörün notu.
‘’ Yazıma başlarken hemen söylemek isterim, burada anlatacaklarım, gördüklerim, evet kendi gözlerimle gördüklerimdir. Bulgarların Trakya yı nasıl bir çöle çevirdiklerini anlatmak istiyorum. Doğrusunu isterseniz bu Hıristiyan kurtarıcılar birkaç gün içinde böyle bir tahribat yapabilmek için tüyler ürpertici bir hırsla çalışmışlar. Evet, bir çöl diyordum. Gelip geçtiğim yerler gerçekten bir çölden farksızdı. Ama akıllara durgunluk verecek bir çöl… Çünkü daha birkaç gün önce buraları taze ölülerin cesetleriyle doluydu. Yolda bir tek insan göremedim Arada bir yolumuzun üstüne bir taş yığını, duvar kalıntıları çıkıyor. Köy kalıntıları…Uzaktan uzağa kargalara yem olan hayvan cesetleri görüyoruz.
Yol boyunca bir defa Havza da durduk. Bütün yapılar harabe halindeydi. Birçok evler tamamen yıkılmıştı. Sadece ayakta kalan birkaç duvar göze çarpıyordu. Yıkılmayanlarda harabeye dönmüştü. Kasabanın camiine gittik. Burası ilk bakışta pek harap olmamışa benziyordu. Bulgarlar camii yıkacak vakit bulamamış olmalılardı. Ama kapıdan içeri girer girmez dehşetten tüylerimiz ürperdi. İçerde Türk yaralılar vardı. Caminin mermer mihrabı parçalanmış camları kırılmıştı. Üstelik bu tahribatı doğrudan doğruya yaralılara yaptırmışlardı. Ellerinde süngü, mecalsiz yaralıları dürtükleyerek onları bu feci işe zorlamışlardı. Bulgar vahşetinin ne dereceye varacağını insan asla tasavvur edemiyor. Bende caminin minaresine çıkmadan tasavvur edemezdim. Minare pislik içindeydi. Meğer Bulgarlar burasını tuvalet olarak kullanmışlar. İhtiyacı olanlar minareye çıkmış, oradan kubbenin üstüne büyük abdestlerini yapmışlar!…Kubbe feci haldeydi.
Ölüm Kuyusu.
Caminin etrafında ki mezarlık büsbütün inanılmaz durumdaydı. Bulgarlar mezarlardan çoğunu kazıp ölüleri çıkarmış ve mezarları apteshane olarak kullanmışlar. İşte köyün kuyusu. Dayanılmaz bir koku çıkıyor. Bulgarlar tecavüz ettikleri kadınların ve çocukların cesetlerini kuyuya doldurmuş , suyun dibine batmalarını sağlamak için de üstlerine mezar taşlarını atmışlar. 1000 den fazla nüfusu olan burada şimdi ancak 40 kişi var. Hepsi bitkin halde. Ama gene de yanımıza gelip nezaketle elimizi sıkıyorlar. İçlerinden biri yaşlı gözlerle ; ‘’Neden hala yaşıyorum bilemem’’ diyor. ‘’ Karımı, çocuklarımı öldürdüler. Evimi yaktılar’’ Bir başkası, iki büklüm bir ihtiyar. ‘’ On yaşında bir torunum var. Hayatımın neşesiydi. Ondan başka kimsem yoktu. Bulgarlar evimize geldiler…Irzına geçmek istiyorlardı onun … Korumak istedim. Beni öldüresiye dövdüler… Kendimi kaybetmişim… Gözlerimi açtığım zaman yavrum yanımda yoktu artık. ‘’
Yanında yoktu da ne olmuştu?… Nere, bu on yaşında ki masum çocuk? Tabii kuyuya!…Kırılmış mermerlerin altında çürüsün diye, kuyuya diğer kurbanların yanına atılmıştı. Geçtiğimiz yol boyunca uçsuz bucaksız askeri birliklere rastladık. Türkiye nin her yerinden gelen askerler mecburi yürüyüşle bitkin halde yollarına devam ediyor, Edirne ye gidiyorlar. Bunlar takviye kuvvetlerdir.
Edirne de Bulgar vahşeti.
Edirne de görüp işittiklerimiz her türlü tahminlerin üstündeydi. Türk ordusunun şehre gireceğini kestiren Bulgarlar, birkaç gün içinde akla hayale gelmedik mezalime girişmişlerdi. Biryandan Bulgarlar Müslümanları katlederken kendi silahlandırdıkları Ermeniler de Rumları öldürüyordu.
Türk toplarının gümbürtüleri arasında geçen son gece büsbütün korkunç olmuştu. Bulgarlar o gece öldürdüler, çaldılar, yıktılar. İşte binlerce misalden biri. Şahsen tanıdığım bir evde bir Türk subayının dul karısıyla iki kızı oturuyordu. Bir Bulgar güruhu zorla kapıyı kırıp eve giriyor, komşular sabaha kadar evden canhıraş çığlıklar duyuyorlar. Vahşilerle boğuşan genç kadınların sesleri! Öte yandan bütün işgal kuvvetleri çalıp çırptıkları eşyayı arabalara yükleyerek sabah şafakla beraber yola çıkmaya hazırlanıyorlar.
Edirne deki Bulgar mezalimi hakkında Türklerden dinlediklerimi yazmak istemiyorum. Müslüman oldukları için mübalağalı konuştukları akla gelebilir. Onun için doğrudan doğruya Hıristiyanların ve Yahudilerin anlattıklarını nakletmekle yetineceğim. Bunlardan PANDELLİ adında ki bir RUM un anlattıkları gerçekten insanı insanlığından utandıracak derecedeydi. Pandelli başından geçenleri şöyle anlattı. ‘’ Bir akşam evime döndüğüm zaman içeride Bulgar askerlerini gördüm. Bir onbaşı karıma evde ki her şeyi, bu arada bir köşede ağlayan beş yavrumu kendilerine teslim etmesini söylüyordu. Komşuların evi de aynı şekilde Bulgarlar tarafından işgal edilmişti. Yapacak bir şey yoktu. Evlerde ellerine geçen her şeyi aldıktan sonra bizleri, yalnız erkekleri alarak sorguya çekmek bahanesiyle götürdüler. Bir subayın karşısına çıktık. Sorgu olarak bize ‘’ Demek Rumsun ha, o halde defol ‘’ sözünden başka bir şey söylemediler.
Sorgudan sonra hepimizi i karanlık bir mahzene tıktılar. Sabahın saat birinde içeriye elinde fener tutan biri girdi. Adam feneri bize doğru tutarak ‘’ Epeyce de varmış’’ dedi. Sesini duyar duymaz geleni tanımıştık. Bu hepimizin çok iyi tanıdığı ARAPYEN adında Edirneli bir Ermeni ydi. Adamı Bulgar askeri kılığında görmek bizi bir defa daha şaşırttı. Arapyan bizi süzdükten sonra ‘ Size kötülük yapacak değiliz’’ dedi. ‘’ sadece başka yere nakledeceğiz’’ . Yeniden yola düzüldük. İki sıra Bulgar askeri arasında yürüyorduk. Uzun süren yol boyunca Arapyan sıra ile yanımıza gelerek paralarımızı istedi. ‘’Yanınızda ki paraları bana emanet edin. Bulgarların eline geçmesin, ben yarın size geri veririm’’ diyordu. Herkes yanında ki birkaç lirasını çıkarıp verdi. Ben cebimde sadece üç beş kuruş olduğunu söyledim; ‘’ Olsun ‘’ dedi, ’’ ver bana Bulgarlar ın eline geçmesin’’
İki yanımızda yürüyen Bulgarlar bize olmadık hakaretler yağdırıyor, mütemadiyen dipçikliyorlardı. Yediğimiz dayaktan bitkin haldeydik. Bir yolun dönemecinde karşımıza bir başka Bulgar çıktı, arkadaşlarına ‘’ Nereye götürüyorsunuz bunları? ‘’ diye sordu. Cellatlarımızdan biri kısaca ‘’ Suya ‘’ diye cevap verdi. Nihayet nehrin kıyısına gelmiştik. Orada hepimizi yüzümüz suya dönük olarak sıraladıktan sonra ellerimizden dörder dörder birbirimize bağladılar. Ondan sonra arkamıza geçip suya yuvarlamaya başladılar. ARAPYAN da bizleri suya suya itenlerin arasındaydı.
Devamı yarın…