22 Eylül 2025 Pazartesi
AYDINLAR MİLLİ OLMALIDIR
HUDUTLARIN KANUNU – SINIRIN, TOPRAĞIN VE VİCDANIN HİKÂYESİ
TÜRKÇE'NİN HAL Ü PÜR MELÂLİ
Kişisel Gelişimde Zaman Yönetiminin Rolü
Polis memurundan duyarlı davranış
EDİRNESPOR: KENT KİMLİĞİNİN KAYBOLAN RENKLERİ
Tam 45 yıl önce, Hollanda’da göçmenlerin hayatına damga vuran bir girişim gerçekleşti. Beverwijk’te “Zwarte Markt” (Kara Pazar) adıyla kurulan bu devasa pazar, kısa sürede sadece bir alışveriş yeri değil, göçmenler için bir yaşam alanı, Hollandalılar içinse farklı kültürleri tanıma fırsatı oldu. İşte bu büyük eserin ardındaki isim, Hollanda’nın sıra dışı girişimcisi Bart van Kampen, 11 Eylül 2025’te Bergen’de 81 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Bart van Kampen, gençlik yıllarında başladığı mücadeleyi sürdürdü ve amacına ulaştıktan sonra hayata gözlerini yumdu.
Van Kampen’in vefatı, Hollanda medyasında geniş yer buldu. Bizim içinse kaybı, yalnızca bir girişimcinin ölümü değil; aynı zamanda Hollanda’daki Türk varlığının en önemli dönüm noktalarından birini başlatan bir öncünün vedasıdır.
Yıl 1982. Hürriyet’in Benelux Bürosu’nu Utrecht’ten Amsterdam’a taşımıştım. O yıllarda Türklerin uğrak yeri olan Zaandam’daki pazar yeri kapanmış, yüzlerce esnaf mağdur olmuştu. İşte tam o günlerde Bart van Kampen kapımı çaldı. Beverwijk’te “Zwarte Markt” adını verdiği dev bir kapalı pazar kurmuştu. Türk esnaf için ayrı bir bölüm açabileceğini söyledi.
Onunla birlikte boş bir hangarı gezdim. Tezgâhların çoğu Hollandalılara aitti, ama Van Kampen’in vizyonu Türkler için yepyeni bir alan açmaktı. Bu fikre yürekten inandım. O günden sonra tanıtım çalışmalarını üstlendim.
Özellikle Hürriyet’te ve diğer Türk gazetelerinde yayımlanan ilanlar, Hollanda’nın dört bir yanına astığımız afişler, tren istasyonlarındaki panolar derken, Zwarte Markt Türkler arasında duyulmaya başladı. Ama daha fazlasına ihtiyaç vardı: Kalabalıkların akın etmesini sağlayacak bir etkinlik.
O sıralarda düzenlediğim Şükran Ay konserlerinden birini Zwarte Markt’a aldık. Giriş ücretsizdi. O gün 10 bine yakın Türk pazarı doldurdu. İnsanlar sadece konsere değil, Van Kampen’in pazarına da hayran kaldı. İşte bu konser, Zwarte Markt’ın Türkler için dönüm noktası oldu.
Polis baskınlarının yıldıramadığı Bart van Kampen ve kiracı binlerce Türk’ün çalıştığı Pazar yerini de onbinlerce kişi ziyaret ediyordu.
Ancak büyük bir engel vardı: Hollanda yasalarına göre pazar günleri hiçbir işyeri açık olamazdı. Van Kampen’in pazarına ise her pazar günü polis baskını yapılıyor, cezalar yağdırılıyordu. Van Kampen yılmadı. Esnafa “Hiç korkmayın, bütün cezaları ben ödeyeceğim” diyordu.
Bu çıkmazı aşmak için bir heyet kurduk ve dönemin İçişleri Bakanı’yla görüştük. Bakan başta ikna olmadı. Sonunda ona şu soruyu sordum:
“Scheveningen, Noordwijk ve Zandvoort gibi sahil kentlerinde dükkanlar neden pazar günü açık?”
Bakan uzun uzun düşündü, sonra masaya yumruğunu vurdu:
“Pazar’ın sadece Türk kesimine izin veriyorum. Fazlasını istemeyin.”
Her şey güllük gülistanlık değildi. Van Kampen, kiraları artırmak isteyince Türk esnaf ayaklandı. Girişler bloke edildi, boykot başladı. Bir gece yarısı Van Kampen beni yatağımdan kaldırdı. Saat 02.00’de pazara vardım. Hem Türkleri hem de Van Kampen’i dinledim. Sabah 04.00’te iki tarafı uzlaştırmayı başardım. Ertesi gün sekreteri bana teşekkür için para göndermek istedi ama kabul etmedim. Çünkü o gece yaptığım şey, sadece Türkler için değil, Zwarte Markt’ın geleceği içindi.
TITUS KRAMER’İN KALEMİNDEN BART VAN KAMPEN
(Özet)Van Kampen’in hayatını en yakından bilenlerden biri de onun eski damadı, şimdiki Amersfoort Fahri Konsolosumuz Titus Kramer‘in ifadeleriyle:
Van Kampen 1944’te 13 çocuklu bir çiftçi ailesinde doğdu. Genç yaşta geçirdiği ağır bir kaza, hayatına cesaret kattı.
Emlakçılığa atıldığında mizahi ve kışkırtıcı ilanlarla dikkat çekti. “Güzel değil ama ucuz, sonuçta bir yerde uyumanız lazım” gibi başlıklar gazetelerin manşetlerine taşındı.
Amerika’da gördüğü dev bitpazarları ona ilham verdi. Colorado Springs’te göçmenlerin anlattığı hikâyeler, “Bu sadece pazar değil, tiyatro” dedirtti.
1980’de Beverwijk’te açtığı Zwarte Markt’ın ilk gününde 14 bin kişi akın etti. Belediye karşı çıktı, kiliseler tepki gösterdi, ama halk sevdi.
Mizahıyla ve inadıyla bütün hukuk savaşlarını göğüsledi. “Avukattan çok mahkemeye gittim, tek fark cübbe giymememdi” diye espri yapardı.
Göçmenler için Zwarte Markt sadece alışveriş değil, bir buluşma noktası oldu. Türk tatlısı, Surinam mutfağı, Fas baharatları, Çin ürünleriyle adeta bir kültür mozaiği oluştu.
Yıllar içinde “Beverwijk Bazaar” adıyla Avrupa’nın en büyük kapalı pazarı haline geldi, milyonlarca ziyaretçiyi ağırladı.
Ailesi onu şu sözlerle andı:
“Bart, ayağı çamura basan bir hayalcinin ta kendisiydi. Bize bir pazarın eşyalardan ibaret olmadığını öğretti – bir pazar insanları yakınlaştırır. Ve bugün buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.”
Bart van Kampen yalnızca bir işadamı değil, göçmenlerin kaderini değiştiren, Hollanda’daki Türk toplumuna iş ve ekmek kapısı açan bir vizyonerdi. Zwarte Markt bugün hâlâ yaşıyorsa, bunun temelinde onun hayalleri, cesareti ve biraz da inadı vardır.
O artık aramızda değil, ama yarattığı pazar, her hafta on binlerce insanın bir araya geldiği, farklı kültürlerin buluştuğu, Hollanda tarihine kazınmış bir miras olarak yaşamaya devam ediyor.
Taziye töreni, 16 Eylül Salı günü saat 19.00 ile 20.30 arasında Beverwijk’teki De Bazaar’ın 26 numaralı salonunda (Montageweg 35) yapılacaktır.
Araçlar, pazar ofisinin karşısına veya yanına park edilebilir.
Aradan geçen 400 yıldan sonra bu kandilin izine rastlanmadı. Hangi camiye konuldu? Gerçekten İstanbul’a ulaştı mı? Bugün bir müzede mi duruyor, yoksa tamamen yok mu oldu?
Araştırmacı ve tarihçi Mehmet Tütüncü, ilgili tüm kurumlara çağrı yapıyor: “Bu kayıp eserin izini birlikte sürelim. Çünkü bu kandil sadece bir lamba değil, 400 yıllık dostluğun simgesidir.”
Osmanlı-Hollanda ilişkilerinin diplomatik temellerinin atıldığı 1612 yılı, iki ülke tarihine altın harflerle kazındı. İstanbul’a gönderilen ilk Hollanda Büyükelçisi Cornelis Haga, yalnızca siyasi bir temsilci değil, aynı zamanda kültürel bir elçi olarak da tarihe geçti.
Haga’nın gelişiyle birlikte Osmanlı Padişahı I. Ahmed, Hollandalılara bir Ahitname (kapitülasyon belgesi) verdi. Böylece Hollanda gemilerine Osmanlı sularında güvenlik garantisi tanınmış, gümrük muafiyetleri sağlanmış ve Levant ticaretinde yasal statü kazandırılmıştı.
Bu, Hollanda için yalnızca bir diplomatik başarı değil, Doğu ticaretinde “altın bir kapının” açılması anlamına geliyordu.
SANAT VE MÜHENDİSLİK HARİKASI: KANDİL
Arşiv betimlemeleri, bu kandilin yalnızca bir hediye değil, aynı zamanda 17. yüzyılın sanat ve mühendislik şaheseri olduğunu ortaya koyuyor:
Tasarımcı: Hendrick de Keyser
Maliyet: Yalnızca işçilik 500 gulden, o dönem için dudak uçuklatan bir meblağ
Boyut: Neredeyse bir insanın sığabileceği büyüklükte
Biçim: Üst ve alt kısmı meşe palamudu formunda, antik üslupta
Malzeme: Oyma ahşap gövde, altın yaldız
Camlar: Lüks “Moskova camı” (mica) ile kaplı
Aydınlatma: 20 lambalı bakır avize (bazı kaynaklara göre 20–60 arası cam lamba)
Teknik Özellik: Duman çıkabilir ama is yapmaz – gelişmiş havalandırma sistemi
Süsleme: Hilal motifleri, ince ahşap oymalar
YOLCULUK VE SUNUM
Hediyeler, Amsterdam’da özenle sandıklara yerleştirildi. Taşıma için “De Zwarte Beer” (Kara Ayı) adlı sağlam bir kargo gemisi seçildi.
17. yüzyılda deniz yolculuğu, Kuzey Denizi’nden İngiliz Kanalı’na, Biskay Körfezi’nden Cebelitarık’a, oradan Akdeniz’e uzanan uzun ve tehlikeli bir rotayı izliyordu. Osmanlı sularına girildiğinde ise gemi, Osmanlı donanmasının korumasına alınıyordu. Gemide yükün yanı sıra özel koruma timi, diplomatik heyet üyeleri ve bir tercüman da bulunuyordu.
İstanbul’a ulaşıldığında hediyeler, Osmanlı saray protokolüne uygun biçimde önce görevlilere, ardından Arz Odası’nda Padişah I. Ahmed’e takdim edildi.
Kandilin ardından Topkapı Sarayı’nda mı kaldığı, yoksa Sultanahmet Camii’ne mi yerleştirildiği kesin olarak bilinmiyor.
Aradan geçen 400 yıldan sonra bu kandilin izine rastlanmadı.
Hangi camiye konuldu?
Gerçekten İstanbul’a ulaştı mı?
Bugün bir müzede mi duruyor, yoksa tamamen mi yok oldu?
*Sultanahmet Camii’ne yerleştirildi, sonraki tamiratlarda kayboldu.
*Topkapı Sarayı’nda depolandı, ahşap yapısı çürüdü.
*1660 İstanbul yanıgınında yok oldu
*19’uncu yüzyılda yurtdışına çıkarıldı vey satıldı
KÜLTÜREL DEĞER VE ARAŞTIRMA ÇAĞRISI
Bu kandil, iki ülke arasında kurulmuş tarihi bir köprünün sembolüydü. Kaybolması, ortak hafızadan silinmiş bir sayfa demekti.
Bu nedenle, araştırmacı Mehmet Tütüncü ( Bir süre önce beyin spazmı, geçen hafta da kalp spazmı geçirdi, Şimdi iyi); Topkapı Sarayı Müzesi, Süleymaniye ve Sultanahmet Camii arşivleri, Türk ve İslam Eserleri Müzesi ve Hollanda’daki Rijksmuseum başta olmak üzere tüm kurumlara çağrı yapıyor:
“Bu kayıp eserin izini birlikte sürelim. Çünkü bu kandil sadece bir lamba değil, 400 yıllık dostluğun simgesidir.”
Belki bir gün, bir müze deposunda ya da unutulmuş bir cami köşesinde bu eşsiz eser yeniden ortaya çıkar ve hem tarih hem dostluk yeniden aydınlanır.
Değerli Okurlarım,
Yukarıda belirtilen konudan sonra, Hollanda ile Türkiye arasındaki ilişkilerden de kısaca söz etmek gerektiğina inanıyorum. Daha önce yayınlamış olduğum ilişkilerden bazı pasajlar sunuyorum.
Hollanda’nın İspanya ile Seksen Yıl süren savaşında Osmanlı’nın rolü.
Seksen Yıl Savaşı (1568–1648), Hollanda’nın İspanyol Habsburg yönetimine karşı verdiği uzun soluklu bağımsızlık mücadelesiydi. Bu savaş sırasında Osmanlı İmparatorluğu ile Hollanda Cumhuriyeti arasında resmî bir ittifak kurulmadı. Ancak dönemin jeopolitik şartları ve Osmanlı’nın Avrupa siyasetindeki konumu, iki taraf arasında dolaylı bir yakınlaşma yarattı.
16’ncı yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı ile Habsburg İspanyası, Akdeniz’in hâkimiyeti için amansız bir mücadeleye girmişti. 1571’deki İnebahtı Deniz Muharebesi, bu rekabetin en bilinen örneklerinden biriydi.
İspanya için Osmanlı, Akdeniz’deki en büyük askerî tehdit; Hollanda içinse siyasi ve dini baskının arkasındaki güçtü. Bu nedenle iki tarafın çıkarları, “ortak düşmanı zayıflatmak” noktasında kesişti.
1566’daki Beeldenstorm (tarih kitaplarında “heykel kırma” olarak geçen, Protestanların Katolik kiliselerindeki aziz heykelleri ve dini resimleri parçaladığı büyük isyan) sırasında, Protestanlar arasında “Papaz olmaktansa Türk olmayı tercih ederim” anlamına gelen bu slogan duyuldu.Bu ifade, Osmanlı’ya duyulan gerçek bir bağlılıktan çok, Katolik İspanya’ya karşı öfkenin sembolik bir ifadesiydi.
Tarihî belgeler, Osmanlı’nın o dönemde Hollanda’ya doğrudan askerî yardım gönderdiğini doğrulamıyor. Ancak Osmanlı’nın İspanya’yı başka cephelerde meşgul etmesi, özellikle Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’da, Hollandalı isyancıların dolaylı olarak nefes almasını sağladı.
Osmanlı donanması, 1570’ler ve 1580’lerde Akdeniz’de İspanyol kuvvetlerine karşı sürekli operasyonlar düzenledi. Bu, İspanya’nın askerî kaynaklarını bölmeye zorladı.
Ayrıca Osmanlı himayesindeki Kuzey Afrika korsanları (Barbaros’un mirasçıları), Akdeniz’de İspanyol ticaret yollarına saldırarak, İspanya’nın Atlantik’te Hollanda’ya karşı kurduğu baskıyı hafifletti.
1580’lerin sonlarından itibaren Hollandalı tüccarlar, Osmanlı limanlarında görülmeye başladı. Ancak resmî tanışma ve diplomatik ilişki, Hollanda’nın bağımsızlığının uluslararası alanda tanınmasından önce gerçekleşmedi.
Bu temaslar, 1612’de Cornelis Haga’nın İstanbul’a büyükelçi olarak atanmasıyla resmiyet kazandı. Yani Seksen Yıl Savaşı’nın büyük bölümünde ilişkiler gayriresmî ve dolaylı düzeyde kaldı.
Osmanlı yönetimi, Katolik Habsburg ittifakını (İspanya-Avusturya) zayıflatmayı Avrupa politikasının temel hedeflerinden biri olarak görüyordu. Bu nedenle Protestan güçlerle —İngiltere, Fransa’daki Huguenotlar ve Hollanda doğrudan ittifak kurmasa da çıkar paralelliğini gözetti.
16. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı, İngiltere ile sıcak ilişkiler geliştirmişti. İngiliz-Hollanda deniz işbirliği de Osmanlı için dolaylı bir stratejik avantaj sağlıyordu.
*1612’de verilen ahitname ile bu dolaylı temaslar, resmî diplomatik ilişkiye dönüşmüştür.
*Dolayısıyla Osmanlı’nın Seksen Yıl Savaşı’ndaki rolü, destekçi ama sahada olmayan bir müttefik şeklinde tanımlanabilir.
Rotterdam’ın Katendrecht liman bölgesinde yükselen FENIX Museum of Migration, yalnızca bir müze değil, milyonlarca insanın yolculuklarını, umutlarını ve hatıralarını içinde barındıran dev bir bellek mekânıdır. Açılış tarihi de tesadüf değildir: 19 Ağustos günü, Hollanda’ya Türkiye’den göçün 61’inci yılı burada kutlanmış ve bu anlamlı etkinliğe ev sahipliği yapılmıştır.
Böylesine özel bir tarihte kapılarını açan FENIX, göçün hüzünlü ve umutlu öykülerini ziyaretçilerin gözleri önüne sererken, benim de hayatımdan ve arşivimden izler taşıyor.
FENIX’in bulunduğu Katendrecht bölgesi, bir zamanlar Amerika’ya göç eden milyonlarca Avrupalının uğurlandığı limandı. Buradan ayrılan gemiler, daha iyi bir yaşam umuduyla yeni kıtalara yol alan aileleri taşıyordu. İşte bu tarihî bağlam, göç temasını bu müzeye adeta kader gibi işlemiştir.
Bina, Çinli mimar Ma Yansong’un yönettiği MAD Architects tarafından yeniden tasarlandı. En dikkat çekici öğelerden biri, 30 metreyi bulan ve “Tornado” adı verilen çift sarmal merdiven. Bu mimari eser, göçün karmaşıklığını, döngüsünü ve yükselişini simgeliyor.
Benim için fotoğraf, sadece bir görüntüyü sabitlemek değil; bir dönemin ruhunu, bir topluluğun heyecanını, bir yüzün umudunu, bir bakışın hüznünü ebedileştirmekti.
Geçmişte Hollanda’daki Türk toplumunun sosyal, kültürel, sportif ve dini faaliyetlerini fotoğraflarken, adeta onların hayatlarına eşlik ediyordum. Bir düğünde gençlerin coşkusunu, bir Ramazan akşamında iftar sofralarının paylaşımını, bir futbol sahasında ter döken çocukların enerjisini, bir kültür şenliğinde sahneye çıkan sanatçıların heyecanını objektifime yansıtırken; aslında kendi kalbime de kazıyordum.
Her kare, bir hatıranın geleceğe emanet edilmesi demekti. O günlerde içimde hep şu his vardı: “Bugün çektiklerim, yarının hafızasında bir belge olacak.”
Aradan yıllar geçti. Elimde biriken 15 bin fotoğraf, artık sadece benim değil, toplumun ortak hafızasına aitti. İşte bu fotoğraflardan bazıları önce Atlas Cultural Center’ın Türkiye ve Hollanda’daki sergilerinde görücüye çıktı. İnsanların kendi geçmişlerinden kareleri görünce yaşadığı duygusal anlara tanık olmak, bana tarifsiz bir sevinç verdi.
Ve şimdi, bu fotoğraflardan bazıları FENIX Museum of Migration’da sergileniyor. O dev müzenin salonlarında, dünya göç tarihinin görsel anlatımı içinde benim karelerimin de yer alması, hayatımda yaşadığım en büyük gururlardan biridir.
Benim için bu kareler; sadece bir gazetecinin ve fotoğrafçının emeği değil, aynı zamanda göçün içinden geçmiş bir toplumun aynasıdır. İnsanların yüzlerindeki gururu, özlemi, sevinci ve hüznü objektifimden geçerek artık evrensel bir belleğe dönüşüyor. Ve bu belleğin bir parçası olmak, hayatımın en anlamlı ödülü oldu.
FENIX sadece bir sergi mekânı değil. Giriş katında yer alan “Plein” adlı dev alan, halka açık ve ücretsiz bir buluşma noktası olarak tasarlandı. Burada dil kursları, dans gösterileri, yemek etkinlikleri ve pazarlar düzenleniyor.
Ayrıca, Türk mutfağından esinlenen “Anatolian Café & Bakery” ve İtalyan dondurmacılığını yaşatan Granucci Gelato da ziyaretçileri ağırlıyor. Yani burası, yalnızca göçü anlatan bir müze değil, göçmenlerin kültürünü yaşatan bir yaşam alanı.
FENIX’in içindeki Anatolian Café & Bakery, Anadolu’nun simit, börek, baklava ve ayran gibi tatlarını Rotterdam’a taşıyor.
MÜZENİN KURULUŞU, AMACI VE MALİYETİNİN PERDE ARKASI
Müze, 2016 yılında hayırsever bir kuruluş olan Droom en Daad (Hayal ve Eylem) Vakfı tarafından başlatıldı. Vakfın başında, Amsterdam Rijksmuseum’un eski direktörü Wim Pijbes bulunuyor.
Finansman ise Hollanda merkezli Van der Vorm ailesi tarafından sağlandı. Aile, Holland–America Line gemicilik şirketiyle ilişkili olup, bu şirket göçmenlerin Avrupa’dan Amerika’ya taşınmasında önemli bir rol oynamıştır.
Yani girişimin tamamen kâr amacı gütmeyen, kültürel ve toplumsal bir misyona sahip olduğu ve hayırsever destekle finanse edildiği açıkça görülüyor.
Müzenin yeri, Katendrecht yarımadasındaki eski Fenix depolarıdır. Bu yapı, 1923 yılında inşa edilmiş ve Holland–America Line’ın San Francisco depoları olarak hizmet vermiştir. Milyonlarca Avrupalı göçmen buradan gemilere binerek Amerika’ya yola çıkmıştır.
Fenix II deposu, 2018’de Droom en Daad Vakfı tarafından satın alındı. Ardından 2020’de yenileme çalışmaları başladı ve yerel Bureau Polderman ekibiyle yürütüldü.
Restorasyon sırasında: Eski beton iç yapı büyük ölçüde korunarak yeniden kullanıldı; cephe ve tavanlar camla değiştirildi. Böylece mekân hem ışık alan hem de modern bir görünüme kavuştu.
Bu girişim, açıkça kâr amacı gütmeyen kültürel bir projedir.
Amaç, kâr elde etmek değil; göç deneyimlerini sanat ve mimari aracılığıyla görünür kılmak, insanileştirmek, duygusal bir bağ kurmak ve göçün evrensel olduğunu göstermektir.
Müze, göçmenlerin taşıdığı umut, zorunluluk, hasret gibi duyguları anlamak üzerine bir belleğe dönüşüyor. Müdire Anne Kremers’in vurguladığı gibi: “Göç, biyolojik bir ihtiyaçtır; politik değil, insanidir.”
Müzenin kuruluş süreci, Hollanda’daki güçlü hayırseverlik geleneğinin bir ürünü. 2016’da kurulan Droom en Daad Vakfı projeyi üstlendi, finansmanı ise Hollanda’nın köklü iş dünyası ailesi Van der Vormlar sağladı. Vakfın başında Rijksmuseum’un eski direktörü Wim Pijbes bulunuyor.
Müzenin adresi de tesadüf değildir. FENIX, 1923’te inşa edilen eski bir liman deposunda hayat buldu. Bu depo, 20’nci yüzyılın ilk yarısında Avrupa’dan Amerika’ya yola çıkan milyonlarca göçmenin kalkış noktasıydı. İkinci Dünya Savaşı’nda hasar gören ve yıllar içinde harabeye dönen yapı, yeniden dirilişi simgeleyen anlamıyla seçildi. Müzenin adı da buradan geliyor: “Küllerinden doğan Anka kuşu” yani Fenix.
Restorasyon için milyonlarca euro harcandı. 2018’de satın alınan depo, 2020’den itibaren yenileme çalışmalarına alındı.
Tüm bu çalışmalar, kâr amacıyla değil; göçün evrensel hikâyesini görünür kılmak ve insana dair ortak bir deneyimi paylaşmak için gerçekleştirildi. Müzenin yöneticileri, “Göç politik değil, insani bir olgudur” diyerek vizyonlarını ortaya koyuyor.
Rotterdam’ın köklü ailelerinden Van der Vormlar, bugün 9 milyar euroyu aşan servetleriyle Hollanda’nın en zengin ikinci ailesi konumunda. İş dünyası dergisi Quote, ailenin sadece bir yıl içinde 200 milyon euro daha kazandığını yazdı. Peki bu dev servetin ardında nasıl bir hikâye var?
Kendir, kenevir ve keten lifinden ip, halat, kumaş üreten ve ticaretini yapan ‘Vlasçı’ (keten tüccarı) bir ailenin oğlu, Rotterdam’ın liman devi oldu.
Ailenin servetinin temelini atan Willem van der Vorm (1873-1957), aslında mütevazı bir kökene sahipti. Rotterdam yakınlarındaki IJsselmonde’da bir keten çiftçisinin oğlu olarak doğdu. 1890’da şansını denemek için Rotterdam’a taşındı. Önce çıraklık yaptı, sonra muhasebecilik eğitimi aldı ve Scheepvaart & Steenkolen Maatschappij (SSM) adlı kömür ve denizcilik şirketinde çalışmaya başladı.
Kısa sürede yükseldi, 1905’te şirketi devraldı ve kömür ticaretini büyüttü. 1930’larda şirketi gizli bir anlaşmayla satmasına rağmen, dışarıda hâlâ patron olarak görüldü. Satıştan elde ettiği sermayeyle arazi, sanat ve farklı iş alanlarına yatırım yaparak Rotterdam limanının en güçlü isimlerinden biri haline geldi.
1957’de çocuksuz Willem öldüğünde, servet yeğenlerine geçti. Yeğen Willy van der Vorm, 1960’ta HAL’ın başına geçti. Ancak o dönemde okyanus yolcu taşımacılığı, uçakların yükselişiyle cazibesini yitirmişti. Willy, şirketi batmaktan kurtarmak için yeni bir strateji geliştirdi: gemileri cruise turizmine yönlendirdi. Bu hamle, ailenin servetini korumasını sağladı. 1959’da inşa edilen SS Rotterdam gemisi, o dönemin sembolü oldu.
Willy’nin 1963’te ölümünden sonra görevi Nico van der Vorm devraldı. 1970’lerde büyük bir dönüşüm yaptı; yük taşımacılığını sattı, cruise işini büyüttü. Hatta Hollandalı mürettebatı daha ucuz Asyalı işçilerle değiştirdi. Şirketin merkezi de Rotterdam’dan ABD’ye taşındı.
1988’de Nico ve oğlu Martijn, cruise işini Amerikalı bir rakibe sattı. Bu satıştan 1,2 milyar gulden (yaklaşık yarım milyar euro) gelir elde edildi. Ancak aile bu parayı harcamak yerine bir yatırım şirketine, yani HAL Investments’a dönüştürdü.
HAL Investments, denizcilik ve enerji şirketlerine yatırım yaptı. Daha sonra Pearle optik mağazaları alındı, bu girişim küresel GrandVision zincirine dönüştürüldü. 2015’te GrandVision borsaya açıldı, aile milyarlar kazandı. Sonraki yıllarda CoolBlue gibi popüler şirketlere ortak oldular, Eneco enerji şirketi için de adı geçen alıcılar arasında yer aldılar.
Hollanda’daki Türk toplumu hakkında kalem oynatan bir gazeteci-yazar olarak, yakın zamandaki en kapsamlı çalışmalarımın başında, “Hollanda’da Ünlü Türk Kadınları” ve “Hollanda’da Başarılı Türk Kadınları” adlı araştırmam geliyor. O araştırmada tam 500 ünlü Türk kadının ve 500 de başarılı Türk kadının hikâyesini yazdım. KADIN Dergisi tarafından yayınlanacak olan bu araştırmayı tamamladıktan sonra, zihnimin bir köşesinde hep şu soru asılı kaldı:
Kadınların başarı öykülerini yazarken hep aklımda şu soru vardı: “Peki ya erkekler?”
Hollanda’da gurur duyduğumuz birçok erkek var. Ama kadınların açtığı yolda tek bir erkeğin hikâyesini seçmem gerekseydi, hiç tereddüt etmeden Özcan Akyol’u yazardım.
Niçin mi? Çünkü Akyol, yalnızca bireysel bir yükselişin değil; sınıfsal, kültürel ve duygusal katmanlarıyla kolektif bir dönüşümün hikâyesidir: Cezaevi koğuşundan kütüphane raflarına; sokak aralarından edebiyatın merkezine; “yaramaz çocuk” etiketinden kanaat önderliğine uzanan bir yolculuk…
GEÇ YAZILAN BİR HABER
Özcan Akyol’u yirmi yılı aşkın bir zamandır tanıyorum; önce Algemeen Dagblad’taki köşe yazılarından, sonra kitaplarından ve televizyon ekranındaki varlığından. Onunla hiç oturup sohbet etmedim, elini sıkmadım, bir kahve içmedim. Bu mesafeyi özellikle vurguluyorum, çünkü şimdi hakkını teslim ederek övgüyle anlatacağım bu adamı, şahsi bir yakınlık ya da dostluk nedeniyle parlatmadığımın kanıtıdır.
O, Hollanda’da Türk kökenli nice yazar, sanatçı ve ekran yüzü arasında belki de en sıra dışı hikâyeye sahip olanıdır. Çünkü onun yolculuğu sıradan bir başarı öyküsü değil, adeta bir yeniden doğuş hikâyesidir: Karanlık sokaklardan, cezaevi koğuşlarından; kitap raflarına, radyonun ve televizyonun merkezine; oradan da ülkenin en yüksek kültürel platformlarına uzanan bir serüven…
Gençliğinde şiddetle, suçla, polisle, hapishane duvarlarıyla tanıştı. Daha on sekiz yaşına varmadan, Scheveningen Cezaevi’nin ağır kapıları ardında demir parmaklıkların soğukluğunu hissetti. Çoğu insan için bu, hayat defterinin kapandığı andır. Ama onun için başlangıç oldu. Bir gardiyanın tavsiyesiyle cezaevi kütüphanesinde eline aldığı ilk kitap, kaderinin yönünü değiştirdi. Sayfalar ilerledikçe, kelimeler çoğaldıkça, içindeki öfke yerini düşünceye, yıkıcılık yerini yaratıcılığa bıraktı.
Ve yıllar sonra aynı adam, artık “suç dosyalarıyla değil, edebiyat dosyalarıyla” anılan biri oldu. O genç mahkûm, bugün Hollanda saraylarının protokol listelerinde onur konuğu olarak yer buluyor. Dün hücrede tek başına yazı karalayan çocuk, bugün milyonlara hitap eden bir televizyon figürü…
Onu ayrıcalıklı kılan bir başka ayrıntı da ismiyle başladı. Hollandalılar “Özcan” ismini telaffuz etmekte zorlanıyordu. Bir gün kısaca “Eus” dediler. O an belki sıradan bir kolaylıktı, ama farkında olmadan Hollanda kültür hayatına yeni bir imza armağan edilmiş oldu. “Eus”, artık bir takma ad değil, bir markaya, bir sembole dönüştü.
Bugün onun Türkiye’nin çeşitli şehirlerini dolaşarak hem ailesiyle hem de Anadolu insanıyla yaptığı röportajlar, geniş kitleler tarafından ilgiyle izleniyor. Hem Hollanda toplumunu kendi kökleriyle tanıştırıyor, hem de Türk toplumunu Hollanda’daki bir başarı öyküsüyle gururlandırıyor.Ve şimdi samimiyetle söylüyorum: Hollanda’da böylesi bir ünlü Türk’ü, bugüne kadar sizlere tanıtmamış olmaktan yalnızca derin bir üzüntü değil, aynı zamanda bir gazeteci olarak utanç duyuyorum. Ama geç de olsa, bu satırlarla görevimi yerine getiriyor olmanın huzuru içindeyim.İşte size, hapisane duvarlarından saraylara uzanan, muhteşem Türk Özcan Akyol’un, nam-ı diğer Eus (Öz)’ün hikâyesi…
DEVENTER’İN ÇOCUĞU: AİLE, MAHALLE, KADER
1984’te Deventer’de, bir Türk işçi ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelir Özcan Akyol. Evde üç şey eksiktir: sevgi, eğitim ve güvenlik. Babası fabrikada çalışan, okuma-yazma bilmeyen; yıllar içinde alkolle boğuşan bir adamdır. Anne ise temizlik işlerinde didinen, fedakâr bir emekçidir.
Aile, diğer birçok göçmen gibi “üç yıl çalışıp memlekete dönmek” niyetiyle gelmiştir. Ama o üç yıl, kalıcı bir hayata dönüşür.
80’ler ve 90’ların Deventer’inde, “zwarte school” (siyah okul) diye anılan dezavantajlı okullarda büyür. Dil bariyerleri, düşük beklentiler, sürekli önyargılar… Küçük Özcan’ın öğretmeni ona, “Senin yerin sarışın çocukların arasında değil” diyerek atheneum (yüksek lise) yolunu kapatır, onu mavo (orta okul hattına iter.
Bu haksızlık, onun içindeki öfkeyi ve meydan okuma duygusunu daha da kabartır.
Bir gardiyanın basit bir tavsiyesi, hayatını değiştiren kıvılcım olur: “Git kütüphaneye, kitaplara bak.”
Başta sadece vakit öldürmek için raflara uzanır. Önüne çıkan ilk kitaplar Baantjer’in polisiye romanlarıdır. Derken başka yazarlar: Maarten ’t Hart, Jan Cremer…
Okudukça kelimeleri çoğalır, kelimeler çoğaldıkça düşünceleri büyür. İşte o günlerde zihnine ilk kez şu cümle düşer: “Benim de anlatacak bir hikâyem var. Hem de kimsenin böyle anlatmadığı bir hikâye…”
Artık kitaplar onun için sadece zaman öldürücü değil, kaderini yeniden yazan birer araçtır.
Sokağın kaba dili yavaş yavaş yerini edebiyatın inceliğine bırakır.
Koğuşta kurduğu cümleler, yıllar sonra ülkenin gündemine damga vuracak bir yazarlığın ilk taslaklarına dönüşür.
Tahliye olduktan sonra yeniden eğitime sarılır. Önce Deventer’de ROC Aventus, ardından Windesheim Gazetecilik ve kısa bir süre de Vrije Universiteit Amsterdam’da Hollanda dili eğitimi…
2011’de, 11 Eylül kuşağını konu alan bir derlemede yayımlanan kısa öyküsü “Zero Impact”, küçük ama önemli bir adımdır. Kendi hikâyesini yazmaya hazırlandığını gösterir.
Yarı otobiyografik nitelikteki bu eser, yalnızca bir hafta içinde on binlerce satılır. Kısa sürede yüz binlere ulaşır, film hakları alınır, Hollanda basını onu konuşmaya başlar.
“Eus”, sıradan bir roman değildir.
Bir göçmen çocuğun hikâyesini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar.
Göçmen gençler için: “İlk kez kendimizi bu kadar gerçek gördük” dedirtir.
Hollandalı okurlar için: Gazete manşetlerinin ötesinde, içerden bir sesle yüzleşme imkânı verir.
FUTBOL, KENT, AİDİYET: GO AHEAD EAGLES
PROF. DR. MACHIEL KIEL: OSMANLI BALKAN MİRASININ BEKÇİSİ
Prof. Dr. Machiel Kiel, Osmanlı Balkanları’nın kaybolan mimari mirasını gün yüzüne çıkararak, tarih ve kültüre dair anlayışı dünyayla paylaşan bir entelektüeldi. Onun çalışmaları, sadece akademi için değil aynı zamanda kültürel diyalog için de eşsiz bir kalıt bırakmıştır.
Machiel Kiel’ın çalışmalarını sürekli takip eden Tarih Araştırmacısı Mehmet Tütüncü, Machiel Kiel ve eşi Hedda ile Bonn’daki evinde.