26 Mayıs 2025 Pazartesi
Basından Seçmeler
TÜRKÇE'NİN HAL Ü PÜR MELÂLİ
Bekar veya Evli Kadın Olmak ve Kariyer
Seyfettin Selim’in yaptırdığı kreşte mezuniyet coşkusu
EDİRNE’DE TÜRK MUTFAĞI HAFTASI:SARAYDAN SOFRAYA LEZZET MİRASI
Sanat yapıtında Özne Sorunu 4
Jose Mourinho’nun Eyüpspor maçının ardından yaptığı açıklamalar, Türkiye futbol kamuoyunda kısa süreli bir şaşkınlık yarattı ama ne yazık ki gereken tepkiyi doğurmadı. Ünlü teknik adam, “Benim sayemde Türk ligi dünyada tanındı” gibi son derece hadsiz ve mesnetsiz bir cümle kurarak yalnızca kendi egosunu beslemekle kalmadı, Türk futbolunun geçmişine ve emeğine gölge düşürmeye kalkıştı.
Oysa Türk futbolu, tarihine altın harflerle yazılmış başarıları, Avrupa’daki şaşırtıcı performansları ve tutkuyla dolu taraftar kültürüyle çoktan uluslararası saygınlığını kazanmıştı. Bu mektup, Mourinho’nun açıklamalarına bir yanıt niteliğinde kaleme alındı. Ama mesele yalnızca Mourinho değil: Bu çıkış karşısında suskun kalan spor camiası, medya mensupları ve meslektaşlarımız da aynı oranda eleştiriyi hak ediyor.
Eyüpspor maçından sonra yaptığınız açıklama, sadece kibirli değil, aynı zamanda hadsiz ve gerçeklerden tamamen kopuktu. “Benim sayemde Türk ligi dünyada tanındı” gibi bir cümleyi sarf etmek, en hafif tabirle saçmalıktır. Siz bir teknik direktörsünüz, bir sihirbaz ya da futbol peygamberi değil. Türk futbolunun siz gelmeden önce dünya tarafından tanınmadığını iddia etmek, ya büyük bir cehaletin ya da narsisizmin ürünüdür.
– Türk futbolu, siz daha Bobby Robson’un çantasını taşırken UEFA Kupası’nı kazanmış bir ülkedir.
– Galatasaray 2000’de Avrupa’yı dize getirdi.
– Fenerbahçe 2008’de Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline adını yazdırdı.
– Beşiktaş, Avrupa’da Liverpool’dan Ajax’a kadar nice devleri yenerek Türk futbolunun saygınlığını artırdı.
Yani bu lig, sizin Instagram etkileşimlerinize veya YouTube’daki basın toplantılarınıza muhtaç değil.
Sizin geçmişiniz mi?
Evet, şampiyonluklarınız var, kimse inkâr etmiyor. Ancak arkanızda bıraktığınız enkazlar da az değil:
– Real Madrid’de takım içi kavgalardan dolayı soyunma odasını zehirlediniz.
– Chelsea’de ikinci gelişinizde ligin dibine demir attınız.
– Tottenham’da tek bir kupa kazanamadan gönderildiniz.
– Roma’da finalde kaybettiğinizde, başarısızlığın faturasını hakeme kesip, kulübü utanç verici bir pozisyona düşürdünüz.
– Bugün hâlâ UEFA’dan aldığınız ceza yüzünden Fenerbahçe’nin başında Avrupa maçına çıkamıyorsunuz. Bu nasıl bir “başarı mirası”?
Ve şimdi gelip, onmilyonlarca taraftarı olan, onlarca yıl Avrupa’da başarılar elde etmiş, köklü bir futbol ülkesine kendi gölgenizi pazarlıyorsunuz. Kusura bakmayın ama burası sizin reklam kampanyanızın sahnesi değil.
Burada emek var, tarih var, mücadele var. Ve en önemlisi, sizin magazin şovlarınıza pabuç bırakmayacak bir futbol aklı var.
Mourinho Efendi, bu lig sizinle tanınmadı. Bu lig, sizin üzerinizden utanacak bir geçmişe de
sahip değil. Siz gidince bu lig çökmeyecek, ama siz Türk futboluna saygı göstermediğiniz sürece, biz sizi ciddiye almayacağız.
Dünya sizi izliyor olabilir, ama burada milyonlarca insan her hafta tribünleri dolduruyor.
3’üncü Lig’deki bir Anadolu maçına 5 bin kişinin gittiği ülkemizdeki futbol tutkusu, sizin PR cümlelerinize bağlı değildir. Kendi gölgenizi büyütmek uğruna, buradaki emeği küçümsemeniz; sadece sizi küçük düşürür.
Kibirle değil, saygıyla konuşursanız daha çok şey kazanırsınız. Ama siz bu kibirden besleniyorsunuz. Ne yazık ki artık kimse bu oyunu yemiyor. İlhan Karaçay
Ne ilginçtir ki, yukarıdaki mektupta ifade edilen saçmalıklara, spor dünyamızdan tek bir ciddi tepki gelmemesi oldukça düşündürücü. Ne futbol otoriteleri ne de medya mensupları Mourinho’nun bu hadsizliğine karşı bir duruş sergileyebildi. Oysa işin içinde sadece bir teknik direktörün kibri değil, tüm bir futbol tarihimize yönelik bir küçümseme vardı.
Bu durum, biz gazeteciler için de bir ayna niteliğinde.
6 Dünya Kupası, 6 Avrupa Şampiyonası ve sayısız Dünya ve Avrupa finalini izlemiş bir gazeteci olarak, mesleğimizin içine düştüğü bu sessizlik hali beni derinden yaralıyor. Haber peşinde koşması gereken, gerçeğin yanında durması gereken meslektaşlarımız, ya ilgisiz kaldı ya da tepki vermekten çekindi. Bu, gazeteciliğin en temel görevini inkâr etmek demektir.
Daha da vahimi, Mourinho ile röportaj yapan muhabirin, bu çarpık açıklamalara tek bir sorgulayıcı soru bile yöneltmemesi.
Peki neden?
Belki de onun da korktuğu patronları vardı. Belki de “büyük hoca”nın gölgesinde ezilmek istemedi. Ama unutmamalıyız ki, gazetecilik; cesur sorularla, doğru yerde durmakla ve gerektiğinde en güçlü isimlere karşı bile gerçeği savunmakla anlam kazanır.
Bugün sessiz kalan herkes, yarın bu tür hadsiz çıkışların zeminini hazırlamış olur. Ve biz susarsak, bu oyunu gerçekten seven milyonlara ihanet etmiş oluruz. Çünkü futbol, sadece sahada değil; mikrofon başında da onurla savunulması gereken bir emektir.
Konsolosluk bünyesinde kurulan, ‘Kadınların Güçlenmesi ve Entegrasyonu Birimi’, Türk Sivil Toplum Kuruluşları ile rekabet izlenimi yaratıyor.
Türkiye 1992 Güzeli Özlem Kaymaz’ı, konsolosluk ekibine katan ve Kadın Hakları birimi oluşturan Fahri Konsolos Titus Kramer, Hollanda’daki ‘Türk Kadın Dernekleri’nin tepkisini çekti.
Fahri Konsolosluk’ta kurduğu kadronun, diplomatik liyakata uygun olmadığını, ‘Pazarlama & PR’ ve ‘Genel Sekreter’ gibi birimlerin diplomasiye yakışmadığını belirttiğim Kramer’in daha ne kadar pot kırması bekleniyor?
Liyakatsız ve diplomasi yoksunu olduğu için eleştirdiğim Genel Sekreter (!) Mehmet Keskin, mahkeme tarafından hüküm giydiği için Fahri Konsolosluk kadrosundan çıkarıldı.
Hollanda’da Türkiye’nin Fahri Başkonsolosu olarak görev yapan Titus Kramer hakkında daha önce hem eleştirel hem de takdir dolu yazılar kaleme almıştım. Kramer, Hollanda iş dünyasında kayda değer başarılara imza atsa da, diplomatik alandaki yetersizlikleri ve tartışmalı tercihleri, yeni bir eleştiriyi daha gerekli kıldı.
Bu kez kaleme aldığım eleştirinin temelinde, geçmişte hayat hikâyesini yazdığım ancak bazı nedenlerle yayımlamadığım, son derece başarılı ve değerli bir hanımefendi yer alıyor. Söz konusu kişi, 1992 Türkiye Güzeli Özlem Kaymaz’dır. Röportajımız sırasında, Kaymaz’ın kadın hakları konusundaki duyarlılığına ve toplumsal meselelerdeki hassasiyetine tanık olmuştum. Bu yönleriyle kendisini her zaman takdir etmişimdir. Şimdi ise yıllar sonra, Kaymaz’ı Titus Kramer’in konsolosluk bünyesine kattığı bir isim olarak görüyorum. Kadın hakları konusundaki bilgi ve deneyimine hiçbir itirazım yok. Aksine, bu alanda başarılı olacağına inancım tam.
STK’LARLA GEREKSİZ REKABET: KONSOLOSLUĞUN YANLIŞ YÖNELİMİ
Ne var ki, Kramer’in Özlem Kaymaz’ı “Türk Kadınlarının Haklarını Koruma” amacıyla görevlendirmesi, hatta himayesine alması, çeşitli soru işaretlerini de beraberinde getirmektedir. Konsoloslukların temel görevi, sivil toplum kuruluşlarının yerine geçmek değil, bu kuruluşlara destek vermek ve onların çalışmalarını kolaylaştırmaktır. Hollanda’da uzun yıllardır aktif olarak faaliyet gösteren Türk sivil toplum kuruluşlarının alanına müdahale edilmesi, hem yanlış bir adım hem de toplumsal uyumu tehdit eden bir yaklaşım olabilir. Konsolosluğun böylesi bir misyon üstlenmesi, mevcut yapılarla gereksiz bir rekabet ortamı yaratmakta ve diplomatik hassasiyetleri zedelemektedir.
Hollanda’da faaliyet gösteren Hollanda Türk Kadınları Derneği’nin Başkanı Sibel Saki ve Denetleme Kurulu Başkanı Birgül Gültekin Özşahin, Fahri Konsolosluk bünyesinde kurulan “Kadınların Güçlenmesi ve Entegrasyonu Birimi” konusunda ayrı ayrı açıklama yaptılar.
Hollanda Türk Kadınları Derneği olarak, yıllardır Türk kadınlarının güçlenmesi, haklarının korunması ve topluma entegrasyonu konusunda aktif çalışmalar gerçekleştiriyoruz. Bu anlamda, her türlü olumlu girişimi desteklemeyi sorumluluk kabul ediyoruz. Ancak, bu amaca hizmet eden çalışmalarda sivil toplum kuruluşlarının deneyimlerinden ve mevcut yapılarından faydalanmanın daha etkili sonuçlar doğuracağına inanıyoruz.
Son dönemde, Hollanda’daki Fahri Konsolosluk bünyesinde kurulan “Kadınların Güçlenmesi ve Entegrasyonu Birimi” çalışmalarını dikkatle takip ediyoruz. Kadın hakları konusundaki her katkıyı önemsemekle birlikte, bu tür girişimlerin mevcut sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği içinde gerçekleştirilmesinin daha yapıcı ve etkin olacağını düşünüyoruz. Sivil toplum kuruluşları yıllardır bu alanda derin tecrübelere sahip olup, toplumsal ihtiyaçları daha yakından tanımakta ve sahaya dair daha çözüm odaklı yaklaşımlar sunmaktadır.
Fahri Konsoloslukların, sivil toplum kuruluşlarıyla rekabet etmek yerine, bu kuruluşların çalışmalarını destekleyici ve kolaylaştırıcı bir rol üstlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu, hem toplumun dinamiklerine duyarlı bir yaklaşım olacak hem de toplumsal uyumu daha sağlıklı kılacak bir adım olacaktır. Konsoloslukların destekleyici bir pozisyonda bulunması, sivil toplumun çalışmalarına katkı sağlayarak daha güçlü bir toplumsal dayanışmanın oluşmasına aracılık edecektir.
Özellikle uzun yıllardır süreklilik arz eden çalışmalarımızın, son gelişmelere paralel olarak göz ardı edilmesi veya ikinci planda bırakılması endişelerimizi artırmaktadır. Bu nedenle, söz konusu birimin mevcut sivil toplum kuruluşları ile daha yoğun bir iş birliği ve istişare içinde çalışmasını temenni ediyoruz.
Sonuç olarak, Türk kadınlarının haklarının korunması ve topluma entegrasyonunun güçlendirilmesi konusunda tüm tarafları, dayanışma ve ortak hareket etmeye davet ediyoruz.
Hollanda Türk Kadınları Derneği olarak, basın aracılığıyla Fahri Konsolosluğun Türk kadınlarına yönelik bir birim oluşturduğunu öğrendik. Kadınların güçlenmesi ve topluma entegrasyonunun desteklenmesi amacıyla atılan her adımı önemli ve değerli buluyoruz. Ancak, böylesi anlamlı bir girişimin, Hollanda’da uzun yıllardır aktif çalışan Kadınlar Dernekleri ile istişare edilerek ve iş birliği içinde planlanmasının daha sağlıklı ve etkili olacağını düşünüyoruz.
Toplumun değişen ihtiyaçlarını daha yakından takip eden sivil toplum kuruluşları olarak, kadın hakları ve entegrasyon konusunda tecrübe ve birikimlerimizi paylaşmaya her zaman açığız. Bu noktada, amacımız topluma en fazla katkıyı sağlamak ve ortak hedefler doğrultusunda birlikte yürümektir. Karşılıklı diyaloğun gelişimine açık olduğumuzu ve toplumsal fayda adına görüşme yapmaya hazır olduğumuzu belirtmek isteriz.
Sivil toplumun dayanışma ve iş birliği ruhuyla yükseleceğine inanıyor, her türlü ortak çalışmaya destek vermekten memnuniyet duyacağımızı ifade etmek istiyoruz.
Özlem Kaymaz ve Kadın Hakları konusuna az sonra yeniden gireceğim. Ama şimdi diğer konular:
Kramer’in diplomatik konularda kifayetsiz kadro seçimleri, görev anlayışının sorgulanmasına neden olmaktadır. Özellikle Mehmet Keskin gibi diplomatik yeterliliği tartışmalı kişilerle çalışması, kendisinin diplomasiye olan yaklaşımındaki eksiklikleri ortaya koymuştur. Nitekim Keskin’in bir davada mahkeme tarafından suçlu bulunması ve Kramer ile ilişkilerinin kesilmesi, eleştirilerimin haklılığını gözler önüne sermiştir. (Mehmet Keskin, yapmakta olduğu hastalık sigortacılığında, rakip bir firmaya ait müşteri portföyünü haksız yere devralması suçundan yargılanmış, suçlu bulunmuş ve para cezasına çarptırılmıştı. Fahri Konsolosluk, Bu karardan sonra, Fahri Konsolosluğun web sayfasındaki Mehmet Keskin’e ait tüm isim ve fotoğraflar kaldırıldı)
Kramer’in “Pazarlama & PR” ünvanıyla bir çalışanı görevlendirmesi de tartışmalıdır. Zira diplomatik misyonlarda bu tür ticari unvanlara yer verilmez. Konsoloslukların asli görevi, vatandaşların haklarını korumak ve resmi diplomatik ilişkileri yürütmektir. Bu tür unvanlar, konsolosluğun görev tanımını aşmakta ve kurumsal ciddiyeti zedelemektedir.
DİPLOMASİDE TİCARİ ÇIKARLARIN GÖLGESİ VE KRAMER’İN SINIRI AŞAN HAMLELERİ
Konsolosluk görevinin dışına çıkılarak, şahsi ticari faaliyetlerini ön plana alma görünümü kabul edilemez. Hollanda’da faaliyet gösteren çok sayıda Türk iş insanları varken ve bu insanlar dernekleşmişken, Kramer’in kendi ticari çıkarlarını öne çıkardığı izlenimi veren girişimlerde bulunması, hem toplumsal hem de etik açıdan sorunludur.
Titus Kramer, diplomatik görev tanımını aşan uygulamaları, kadro tercihleri ve STK’larla olan ilişkileri yeniden değerlendirilmelidir. Fahri başkonsolosluk görevi, kişisel çıkarların ön planda olduğu bir makam değil, topluma hizmet amacı taşıyan, objektif ve tarafsız bir sorumluluktur.
Türkiye Merkez Bankası kurulurken, Atatürk’ün davet ettiği , Hollandalı Gerard Vissering’in kitabını yazan Mehmet Tütüncü, kitabın ilk sayısını şimdiki Genel Müdür Klaas Knot’a verdi.Hollanda’nın en büyük gazetesi De Telegraaf, yayınladığı haberde, iki ülke arasındaki Merkez Bankası ilişkilerini ele aldı.
Hollanda’da 14 yıldır Merkez Bankası Genel Müdürlüğü’nü yürüten Klaas Knot’un yerini belki de bir Türk alacak.
Hollanda’da Merkez Bankası Genel Müdürleri, 7 yıllık süreler ile atanıyor. Merkez Bankası Genel Müdürlüğünü, ilk kez iki dönem yapan (14 yıl) ve Başbakanlardan sonra en ünlü ve yetkili olan Klaas Knot’un bu görevden ayrılacak olması, Hollanda gündeminde sık sık yer alıyor.Knot’un yerine kimin atanacağı konusu da ülkede en çok konuşulan konulardan birisi.
Adaylar arasında dört isim dolaşıyor. Bu isimler, Barbara Baarsma, Sandra Philippen, Marieke Blom ve Pınar Abay.
Türkiye’de ING Bank’ın Genel Müdürlüğünü yaptıktan sonra, Hollanda’daki ING Bank’a atanan ve şimdi de Belçika ING Bank’ta Genel Müdürlük yapan Pınar Abay’ın, Klaas Knot’un yerini alacak adaylar arasındaki atanma şansının, Marieke Blom’dan sonra geldiği konuşuluyor.
MEHMET TÜTÜNCÜ
Hollanda’daki araştırmacı Mehmet Tütüncü, Gerard Vissering’i konu alan, ‘Atatürk’ün Türkiyesi’ne Yolculuk’ kitabını, Merkez Bankası Klaas Knot’a hediye etti.
Beraberinde Amsterdam Konsolosumuz Aslı Koç Kaya ve eşi Kâmile olduğu halde kitabını sunan Tütüncü, Hollanda’nın en büyük gazetesi De Telegraaf’a da konu oldu.
De Telegraaf gazetesi, ‘Knot’un selefi Türkiye Merkez Bankası’na yardım etmişti’ başlığı ile verdiği haberinde şunları yazmış:
Hollanda Merkez Bankası (DNB) Başkanı Gerard Vissering (1865-1937), yaklaşık yüz yıl önce Türkiye’ye seyahat etti. Mustafa Kemal Atatürk tarafından genç cumhuriyetin Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından çıkarak kurduğu merkez bankası konusunda danışmanlık yapması için davet edildi.
Vissering, döneminin en önde gelen bankacı ve ekonomistlerinden biriydi. “Hollanda Merkez Bankası Başkanı olarak 1921’den 1931’e kadar, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında gelen ekonomik krizler sırasında ülke ekonomisinin istikrar kazanmasında kilit bir rol oynadı.” diyen Mehmet Tütüncü, bu konuda bir kitap hazırladı.
Bu kitap “Atatürk’ün Türkiye’sine Yolculuk” adını taşıyor. Kitap, uzun süre gizli kalmış olan Vissering’in günlüğüne dayanıyor. Eserin bir kopyası, mevcut Merkez Bankası Genel Müdürü Klaas Knot’a Amsterdam’da takdim edildi. Knot’un selefi olan Vissering, yalnızca bir finans adamı değil, aynı zamanda uluslararası ilişkilerle de ilgilenen bir vizyonerdi.
Vissering’in Türkiye ile olan ilişkisi Atatürk’ün yeni devleti inşa etme çabalarıyla da yakından bağlantılıydı. Knot, geçen yıl Türkiye Merkez Bankası’nın yeni genel merkezinin açılışına katıldığında, Vissering’in 100 yıl önce verdiği tavsiyelerin bugün hâlâ geçerli olduğunu belirtti. “Onun tavsiyesi, merkez bankasının bağımsız ve güçlü olması gerektiğiydi.” dedi. “Bu, ekonomik istikrarın temel taşlarından biridir.”
Zirve yıllarının Genel Yayın Yönetmeni Ertuğ Karakullukçu ve Avrupa Genel Müdürü Garbis Keşişoğlu çöküşün nedenlerini anlattılar.
Çöküşün ana nedeninin, Almanya hükümetinin gazete yöneticilerine yaptığı baskılardan baskılardan sonra gelen istifalar olduğunsa bağlanıyor.
1 hafta önce yayınladığım, “Şok, Şok, Şok: Hürriyet Almanya 1 Şubatta yayınlarını durduracak” başlıklı haber-yorumumdan sonra, haberimi yayınlayan 100’e yakın haber portallarına ve şahsıma reaksiyonlar yağdı.
Bizim, Hürriyet’in zirveden aşağılara yuvarlanışını anlatan beyanlarımızı iyi kavrayamayan bazı okurlar, ‘Oh ne güzel oldu, kurtulduk bu soytarılıktan, neden üzülüyorsunuz” tepkisinde bulundular.
Bu okurlara şunları söyleyebiliriz:
Hürriyet‘in kapanış süreciyle ilgili yaptığımız değerlendirmede, gazetecilik ve yönetimle ilgili ciddi eksikliklere dikkat çektik. Amacımız, bu gazetenin kapanmasının ardındaki sebepleri anlamak ve tartışmaktı. Fakat, bazı okurlarımızın bu durumu sadece siyasete bağlamış olmaları bizi şaşırttı. Bizim yaklaşımımız, herhangi bir siyasi duruşu ele almak değil, gazeteciliğin doğru bir şekilde yapılmadığı bir sürecin sonucunu anlamaktır.
Gazetecilik, doğru, tarafsız ve ilkeli olmayı gerektirir. Bu anlamda, Hürriyet’in kapanışındaki sorunlar, sadece bir siyasi perspektiften bakıldığında değil, aynı zamanda gazeteciliğin temel ilkelerinin zedelenmesiyle ilgilidir. Bizim asıl kaygımız, bu gibi durumların medya dünyasında daha fazla yaşanmaması ve gelecekte gazeteciliğin güçlenmesidir.
Haberimin yayınlanmasından sonra, ana akım gazetelerden bazı meslektaşlarımız da, haberimden pasajlar kullanarak kendilerine göre haberi yorumladılar ama, gazetenin asıl çöküş nedenlerini bilemedikleri için eksik bilgi vermiş oldular.
İşte, bu konuyu daha çok aydınlatabilmek için, zirve döneminin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğ Karakullukçu’dan uzunca bir açıklama aldım.
Şu anda Miami’de yaşayan Genel Müdür Garbis Keşişoğlu da duygularını anlattı.
İLK BASILAN UMUT VEREN, SON BASILAN HÜZÜNLENDİREN GAZETELER
Soldaki ilk gazete, bir hayalin, bir başlangıcın simgesi. Tıpkı yıllar önce, uzak diyarlarda bir ses olmak için yola çıkan bir mektup gibi, umutla basılmış ve dünya çapında bir iz bırakmıştı. Bu sayfa, sadece bir gazete değil, bir dönemin nişanesi, bir arayışın ve bir tutkunun ifadesiydi. Sağdaki ise, bir dönemin sona erdiğinin acı bir hatırlatıcısı. O ilk gazetenin hemen yanında, yıllar süren mücadelenin, bilgiye ve özgürlüğe duyulan aşkın son bir yankısı gibi. Aradaki fark yalnızca yıllar değil, içinde taşıdığı anılar ve yaşanmışlıklarla dolu bir zaman dilimi. Her iki gazete de birer anı, her biri birer hikâye… İlkini okurken geleceğe umut bırakmaya çalışan bir gazete vardı, sonuncusunu okurken, o umudun bir şekilde bitişiyle karşılaşıyoruz. Biri bir başlangıç, diğeri bir son. Ama her ikisi de, tarihimize ve hafızamıza kazınmış birer simge olarak kalacak.
Her bir satırı ve manşetiyle dünyaya ulaşan bu gazetenin, 1 Şubat 2025 (bugün) itibariyle, yolculuğu sona erdi.
Hürriyet Gazetesi’nin Avrupa baskılarının sona ermesi, yalnızca gazetenin tarihini değil, Türk basın dünyasının geçmişini ve çok önemli bir dönüm noktasını simgeliyor.
Özellikle Avrupa’daki Türk toplumu için Hürriyet, sadece bir haber kaynağı olmanın ötesinde, bir bağ ve kimlik meselesi haline gelmişti. Avrupa’daki Türkler, Hürriyet’le sadece günlük haberleri değil, aynı zamanda kültürel bağlarını, aidiyet duygularını ve toplumsal meselelerini de gündeme getirebiliyordu. Bu, gazetenin bir “amiral gemisi” gibi hizmet vermesini sağladı; çok sayıda Türk, gazetenin haberciliği sayesinde hem kendi toplumsal sorunlarını çözmek hem de Türkiye ile bağlarını güçlendirmek adına önemli bir platform buluyordu.
GARBİS KEŞİŞOĞLU NE DEDİ?
“Uluslarası yayın yapan ve o günlerde örnek gösterilen Hürriyet’in, Avrupa’daki yayınlarını durdurması, Türk basını için “acı” bir durumdur…
Rahmetli duayen gazeteci Nezih Demirkent’in, Hürriyet’in başından alınması için, o günlerin patronu rahmetli Erol Simavi’yi dolduruşa getirenlerin bir kısmı, bugün çok rahatlar.
O günkü ekibin şefi Demirkent ebediyete göçtü. Fakat bazıları, Avrupa baskısının satışından elde ettikleri yüzbinleri yemekle meşguller.
Çok kişinin farkında olmadığı bu Avrupa baskıları, bölgesel gazetecilik konusunda, o günlerin önemli uluslararası gazetelere örnek oldu. Liyakatsiz ve gazeteciliğin geleceği ile bir bilgi sahibi olmayan, sözde yöneticilerin elinde, Türkiye için önemli olan bu proje heba edildi. Ne yazık ki gazetenin bir arşivi bile ortada yok…
Ben ve bazı arkadaşlarım, yıllarca izin bile yapmadan, rahmetli Nezih beyle, gazeteyi HEZ uçak şirketi badiresinden kurtararak, (Hürriyet’in başında, bir sıkı yönetim komutanı varken, Hürriyet havacılığa heveslenmişti) Avrupa ve Amerika’da Hürriyet’i tiraj şampiyonu yaptık.
Sevgili İlhan Karaçay’ın sayesinde, Hollanda ve Belçika ilaveleri o güne kadar denenmemişti.
Neticede, bugün Türk basını için “kara” bir gündür.
Bu sonu hazırlayanlar ise ceplerini doldurduktan sonra Türkiye’ye dönüp keyif çatıyorlar.
Birkaç isimden söz etmek istiyorum…
Yurtdışı baskılarının temel direği Ertuğ Karakullukçu, Londra’da rahmetli Nuyan Yiğit, Hollanda’da İlhan Karaçay, Frankfurt’ta Kemal Şener, Nezih Akkutay, New York’da rahmetli Doğan Uluç, Berlin’de rahmetli Kamil Yaman ve daha niceleri Hürriyet’in uluslararası alanda bir numara olması için yıllarını verdiler.
Tabii ki Murat Çulcu’yu da unutmamak lâzım.
Şimdi artık hepsi mazide kaldı.”
ERTUĞ KARAKULLUKÇU’DAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR
Dünyadaki birçok gazetenin örnek aldığı Hürriyet artık yok!
Muhteşem kadrosuyla, ülkesi dışında en çok satılan gazete ünvanına sahip olan Hürriyet’in yokluğunun acısını derinden hissediyorum.
1969 yılından 1985 yılına kadar, büyük bir meslek aşkı ile çalıştığım Hürriyet gazetesinin, 1 Şubat 2025 günü Avrupa yayınlarına son vereceğini öğrendim.
Birlikte çalıştığım, o zamanın Genel Yayın Müdürümüz Ertuğ Karakullukçu, bu acı haberi önceki gece bana bildirdiği zaman şoke olmuştum.
Daha önceleri de, Hürriyet’in bugünkü durumunu eleştirmiştim.
Şimdi de bir şeyler yazmam gerekliydi.
Ama Karakullukçu beni frenledi: “Yarını bekleyelim İlhan. Duyumuma göre, İstanbul’daki yönetim, Almanya’daki dağıtımcı firma Axel Springer’e bu durumu bildirmiş. Axel Springer, yarın matbaaya bildirecek. Her şey kesinleşince yazarsın” diyen Karakullukçu haklıydı.
Bir gün beklemem hem daha sağlıklı olacaktı, hem de Karakullukçu ile, diğer bir emektarımız Garbis Keşişoğlu’nun duygularını da habere ekleyebilecektim.
Bir gün sonra, haberin doğruluğu teyid edildikten sonra, Karakullukçu ve Keşişoğlu’nun duygularını da alarak bu haberi yazdım.
Haberimin sonunda, Hürriyet Avrupa baskılarının nasıl başladığını ve nasıl geliştiğini, nasıl yönetildiğini sizlere sunacağım.
Ama şimdi bugüne dönelim:
Hürriyet Gazetesi’nin Avrupa baskılarının sona erecek olması, yalnızca gazetenin tarihini değil, Türk basın dünyasının geçmişini ve çok önemli bir dönüm noktasını simgeliyor.
Özellikle Avrupa’daki Türk toplumu için Hürriyet, sadece bir haber kaynağı olmanın ötesinde, bir bağ ve kimlik meselesi haline gelmişti. Avrupa’daki Türkler, Hürriyet’le sadece günlük haberleri değil, aynı zamanda kültürel bağlarını, aidiyet duygularını ve toplumsal meselelerini de gündeme getirebiliyordu. Bu, gazetenin bir “amiral gemisi” gibi hizmet vermesini sağladı; çok sayıda Türk, gazetenin haberciliği sayesinde hem kendi toplumsal sorunlarını çözmek hem de Türkiye ile bağlarını güçlendirmek adına önemli bir platform buluyordu.
Rahmetli Nezih Demirkent dönemi, bu başarının en parlak örneklerinden biridir. Hürriyet’in sadece Türkiye’de değil, Avrupa’daki Türk okur kitlesinde de büyük bir yer edinmesi, Demirkent ve ekibinin vizyoner yaklaşımının ürünüdür. O dönemde Hürriyet, Almanya ve Benelüks ülkelerinde basılan en yüksek tirajlı yabancı gazete ünvanını kazanarak, bölge gazeteciliğinde bir çığır açmıştır. Hürriyet‘in uluslararası alanda bu denli güçlü bir konuma gelmesi, sadece doğru gazetecilik pratiğiyle değil, aynı zamanda yerel kültürleri ve toplumsal yapıları doğru okuma becerisiyle de mümkün olmuştur. Demirkent’in Avrupa’daki Türk toplumu ile olan etkileşimi, gazetenin farklı coğrafyalarda bir kültürel köprü işlevi görmesini sağlamıştır.
Ancak, günümüzde gelinen noktada, Hürriyet’in bu yükselişinin gerisinde bırakılan önemli değerlerin ve stratejilerin yokluğu acı bir şekilde hissediliyor. Avrupa baskılarının durdurulması, Hürriyet‘in eskiden sahip olduğu etkiyi büyük ölçüde kaybetmesine neden olmuş gibi görünüyor. Yeni yönetimlerin, özellikle gazetenin iç ve dış stratejilerini belirlemede yetersiz kalması, gazetenin eski gücünden çok uzak bir konumda olmasına yol açtı. Boğaziçi’ndeki o eski “amiral gemisi”nin yerini, bugün Haliç’te bir “sandal” almıştır. Bu da Türk basını için büyük bir kayıptır.
Hürriyet’in Avrupa’daki etkinliğinin yavaş yavaş erimesi, gazeteciliğin günümüz koşullarındaki dönüşümüne de dikkat çekiyor. Hürriyet gibi köklü bir gazetenin uluslararası alandaki etkisini sürdürebilmesi için, yerel haberlerin ön plana çıkması ve yerel topluluklarla olan bağların daha da güçlendirilmesi gerektiği aşikar. Ne yazık ki, bu stratejinin terk edilmesi, gazetenin özgünlüğünü kaybetmesine yol açtı.
Bunun yanı sıra, Hürriyet’in bugünkü durumu, sadece içerik ve haber anlayışıyla değil, gazeteciliğin genel olarak nasıl bir dönüşüm yaşadığına da işaret ediyor. Hürriyet, geçmişteki başarılı dönemlerinde, gazeteciliği yalnızca bir meslekten çok, bir yaşam biçimi olarak benimsemişti. Bu işin mutfağında olan her bir kişi, sadece haber yapmakla kalmıyor, toplumun bir parçası olmayı da biliyordu. Ancak şimdi, medya dünyasında yaşanan dijitalleşme, hızla değişen okur beklentileri ve ticari baskılar, geleneksel gazeteciliği tehdit ederken, Hürriyet’in de bu değişime ayak uyduramamış olması, eski görkemli günlerinin çok gerisinde kalmasına neden oldu.
Sonuçta, Hürriyet‘in 1 Şubat’ta Avrupa baskılarının sona erecek olması, yalnızca bir gazetenin kapanışı değil, Türk gazeteciliğinin bir dönüm noktasını, basının geçmişteki etkisini kaybetmeye başladığını da simgeliyor.
Geçmişteki gazetecilerin mirası, hâlâ örnek alınması gereken bir düzeyde duruyor. Yine de, ne yazık ki bugünün gazeteciliği, o heyecanı ve yenilikçi ruhu bir türlü bulamıyor. Hürriyet‘in Avrupa’da yayımlandığı dönemde, yalnızca bir gazete değil, Türk toplumunun sesi, yurtdışındaki kimliğinin ve aidiyetinin teminatıydı. Şimdi ise, tarihsel bir kayıp olarak hatırlanacak.
Kimler yoktu ki o zamanki Hürriyet’in yurt dışı kadrosunda. Üstte fotoğrafını göreceğiniz o kadrodaki isimleri hatırlayanlarınız olacaktır:
Ayaktakiler: Yılmaz Övünç, Korkut Pulur, Yalçın Bingöl, İsmail Atlı, Ertuğrul Akçaylı, Nezih Akkutay, Ertuğ Karakullukçu (Yurt dışı Baskılar Müdürü) Şener Apaydın, Mine Çokbilir, Suat Türker (Köln), Çetin Emeç (Genel Yayın Müdürü), Mehmet Demirel (İtalya), Yıldız Kafkas (İsveç), Erdinç Ispartalı (İsviçre), Rodolfo Bella (İtalya), Şerif Sayın (Belçika) Metin Doğanalp (Stuttgart), Sait İşler, İlhan Karaçay (Benelux), Tuğrul Cebeci, Ahmet Külahçı, Orhan İnci.
Oturanlar: Nusret Özgül (Belçika) Kamil Yaman (Avusturya-Berlin-Frankfurt), Ziya Akçapar (Yunanistan), Faruk Zapcı (İngiltere), Tevfik Dalgıç (İrlanda), Serdar Koçak (Münih), Ziya Melikoğlu (Düsseldorf), Ayhan Aydın (Berlin), Adnan Celepoğlu (sonradan Atik soyadını aldı), Abdullah Anapa (Stuttgart)
Özlemlerim ve hatıralarım arasında kaybolduğumda, eski kadromuzu düşündükçe çok hüzünleniyorum. O zamanlar birbirine inanılmaz bağlı, tutkulu bir ekiptik. Her birimiz, gazetenin bir parçası olmanın gururuyla çalışıyorduk. İddia ediyorum, o kadro bugün burada olsaydı, tüm dijital dönüşüm rüzgarlarına rağmen, bu gazetenin tirajını hâlâ yüz binlerde tutardık. Çünkü o kadar güçlüydük, o kadar inançlıydık. Bu işin sadece bir gazete basmak değil, bir toplumu yönlendirmek, insanlara değer katmak olduğu inancıyla her şeyin içindeydik.