27 Haziran 2025 Cuma
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff, 61/2)
“Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saff, 61/3)
Surenin ilk ayetinde kâinattaki bütün varlıkların, kendi lisan ve hâlleriyle yüce Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh oluşunun teşbihi ile O’nun mutlak güç, hüküm ve hikmet sahibi olduğu anlatılmaktadır.
Bilindiği üzere insanlar inanç bakımından inanan, inanmayan ve inanmış gibi görünenler olmak üzere üç gruptur. Okuduğumuz ayetlerde ise genelden özele gidilerek şuurlu varlıklar arasında müstesna bir yere sahip olan insanlara yüce Allah,
ا “Ey iman edenler” nidasıyla seslenmektedir. Bu hitapta inananlar arasında kadın erkek cinsiyet ayrımı olmadığı gibi dil, ırk, renk, sınıf, ruhbanlık v.b. faktörler de bulunmamaktadır.
Bu âyet hakkında İslam âlimlerinin yorumlarına baktığımız zaman “Ey iman edenler” cümlesindeki hitabın muhatabının kim olduğuna ilişkin tercihe göre iki gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bunlardan bir gruba göre Kur’an’ın geneli doğrultusunda ayette müminlere hitap edilmiş olmakla beraber söz ve eylemleri arasında uyumsuzluk olan Müslümanlara bu konuda uyarı yapılmakta yahut Müslümanların sözünde ve amelinde tutarlı olması istenilmektedir. Diğer gruba göre ise, “Ey iman etmiş görünenler” tarzında bir anlam taşımakta ve söylediği ile yaptığı bir olmayan ikiyüzlü kimseler kınanmaktadır.
Bu yorumlarda çelişkili söz ve davranışlardan kaçınmanın önemine ilişkin kalıcı bir mesaj verilmesi amaçlanmaktadır (Kur’an Yolu, V/258).
Diğer bir ifadeyle yüce dinimizin evrensel oluşunun bir tezahürü olarak imanımızdan sonra inandığımız gibi yaşamamız bizlere hatırlatılmakta, Allah’ı unuttukları için kötü akıbete düşenlerin durumuna düşmememiz için uyarılmaktayız. Bu uyarıyı hayatımıza yansıtmamız ancak samimiyet ve içtenlikle dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmemizle mümkün olur. Bu nedenle tutum ve davranışlarımızda sadece Allah’ın rızasını gözetmeli, özümüz sözümüze, sözümüz özümüze uygun olmalı, riyakâr ve iki yüzlülükten kaçınmalı, yaptığımız iş ve eylemlerimizde hulûs-i kalple ve iyi niyetle davranmalı, içten pazarlıklı olmamalıyız.
Tüm yaşantımızda yapabileceklerimizi söylemeli, yapamayacağımızı söylememeliyiz. İşte bu bağlamda yüce Allah, Kur’an’da;
“Ey iman edenler niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz.” (Saff, 61/2)
“Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/3) buyurmaktadır. Zira İslam’da itikadî konuların ruhu tevhid, ibadetlerimizin ruhu ihlas, dünyevi işlerimizin ruhu da adalet ilkesine uygun olmalıdır (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst. 1991, s.240).
Nitekim Hz. Peygamberin bütün yaşantısına baktığımızda onun hiçbir zaman yapamayacağı hiçbir şeyi söylemediğini, ancak yapacağı şeyleri söylediğini görüyoruz. Çünkü o bizim için yegâne örnektir. Onun her yönüyle örnek hayatı ve tevhit mücadelesindeki başarısı, Mekke’nin fethine muvaffak olması ve tebliğ ettiği mesajın kıyamete kadar baki kalması da bunun bir göstergesidir.
Bu hususta Kur’an’da yüce Allah, Hz. Peygamber hakkında inananlara seslenerek;
“Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21) diye belirtilmektedir.
İşte bu nedenlerden dolayı bizler, Cenab-ı Mevlâ’yı tanıma ve sevme mutluluğuna, yalnız O’na yönelme, yalnız O’na ibadet etme özgürlüğüne ulaşamazsak hayatımızdan lezzet alamayız. Dünyevi ve uhrevi haz ve lezzetler ise kâl (söz) ile değil, hâl (öz) ile idrak edilir. Balın tadını cam kavanozun dışından tatmak mümkün olmadığı gibi dinimizin güzelliklerini de yaşamadan idrak edebilmemiz mümkün değildir. İçimizin ve dışımızın birbirini tutmaması da dinen nifak alameti sayıldığı için böyle hâllere düşmekten de sakınmamız gerekir. Bunun için dünya hayatı önemli bir fırsattır. Çünkü dünya hayatında marifete ulaşmamız için yüce Rabbimizi tanımayı, bilmeyi ve sevmeyi bütün hücrelerimize nakşetmeliyiz. Rabbimize verdiğimiz sözü hatırlama, bu tanımaya ve söze uygun davranma taahhüdümüzdür.
Cenâb-ı Hak cümlemize yapabileceğimiz şeyleri söylemeyi nasip eylesin, yapamayacağımız şeyleri söylemekten de bizleri muhafaza eylesin.
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
Çocuk hem bir nimet, hem bir emanet, hem de bir imtihan..
Dünyamızı da ahiretimizi de cennete veya cehenneme çevirecek bir lütuf veya musibet..
Bir çocuk yetiştirmek, beklenen hasletlere sahip yeni bir nesil hazırlamak. Söylemesi kolay; ancak, bugün bataklıklarla dolu hayatın içinde boğuşurken hiç de kolay olmayan bir şey. Bütün kötü şartlara rağmen asla ihmal edilmemesi, gaflette bulunulmaması gereken bir görev. Bir canavarın ağzından avını almak kadar zor ama son derece önemli..
İnsan yeryüzünde eğitime ihtiyaç duyan tek varlıktır. O kadar ki, insan ancak eğitimle insan olabilir.
Eğitim, insanoğluyla yaşıt bir olaydır, insanı meleklerin üzerine yükselten, onu ideal bir varlık ve kainatın lideri yapan bir özelliktir.
Her ebeveyn çocuklarının en güzel şekilde yetişmesini, gelişmesini; ailesine ve topluma faydalı birer birey olarak hayata atılmasını ister. Ancak bu, sadece istemekle olmaz. Hem annenin hem de babanın üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi, dikkat, özen, sabır ve emek göstermesi gerekir.
Eğitim, terbiye; çiğin pişirilmesi, hamın olgunlaştırılması işlemidir. İnsanın beşer iken adam edilmesidir. Kendiliğinden olmaz. Zaman ister, sabır ister, emek ister. Bu işin yolunu yordamını bilen ehil insanlar ister. En mühimi, terbiye sürecinde yaşanılan zorluklar, nefse ağır gelen sıkıntılar karşısında sarsılmaz bir irade ister, azim ve çaba ister.
Eğitim denildiğinde, ilk akla gelen konu, nasıl bir insan yetiştirileceği sorusudur. Bunun cevabı inançlara, ideolojilere, kültürlere ve medeniyetlere göre değişir.
Bir hastalığın şifasında en önemli aşama hastalığın teşhisidir. Teşhisi yapılamayan veya yanlış teşhis yapılan hastalığın tedavisinde başarılı olunamaz. İçinde bulunduğumuz şu ortamda çocuklardan şikâyetçi isek önce teşhis koymalı ona göre tedavi sunmalıyız.
Bir binanın temeli ne kadar sağlam ise o binanın afetlere dayanıklılığı da o denli çoktur. Çocuklarımızın da temelde aldıkları eğitim ne kadar iyi olursa, bu eğitimin hayatlarına yansıması o kadar olumlu olur.
Rabbimiz bizi, ailemiz ve çocuklarımız konusunda dehşetli bir uyarıyla ikaz ediyor:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailelerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten koruyun” (Tahrim Suresi,6)
Peygamberimiz sorumluluklarımızı hatırlatıyor:
Hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. (Sünen-i Tirmizî, Cihad 27)
Ebu Hureyre (r.a.)’dan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Her çocuk, İslam fıtratı üzere dünyaya gelir. Ebeveyni (Yahudi ise) onu Yahudi; Hıristiyan ise onu Hıristiyan; Mecusi ise onu Mecusi yapar.” (Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22)
İmam Gazali, fıtrat hadisini esas alarak, çocuğun kalbini “tertemiz, bomboş, saf, her şeyi almaya kabiliyetli ve yöneltildiği her şeyi yapmaya meyilli” olarak tanımlar.
Demek ki dünyaya gelen her çocuk, Müslümanlığa yatkın bir fıtratta gelir. Annesi ve babası Müslümansa, çocuk Müslüman olarak yetişir; eğer Yahudi, Hristiyan veya Mecusi ise onların vermiş olduğu ahkam ve ahlakla yetişeceğinden aynen onlar gibi olur.
Allah (c.c.) her insanın hamurunu tevhid inancını kabullenecek şekilde yaratmış; o hamura şekil verme görevini de bizzat anne-babaya vermiştir.
Çocuklarımız, ekmek yapılmaya hazır hamur gibidirler. Hamur usta bir fırıncının elinde ise, ona vereceği güzel bir şekille pişirdikten sonra insanın karnı tok olsa bile yemek için canı çekerken, iş bilmeyen bir ekmekçinin baştan savma ve yenmeyecek kıvamda pişirdiği ekmeği aç da olsa, yemekte zorluk çeker.
Çocuğu iyi yetiştirmenin temel prensibi; her şeyden önce, çocuk yetiştirme meselesini ciddiye almaktır. Çünkü ciddiye alınmadan hiçbir şey başarılamayacağı gibi, bir aile için en önemli mesele olan çocuk yetiştirme işi de başarılamaz. Çocuk büyütmek başka, çocuk yetiştirmek ise çok daha başka bir şeydir. Çocuğu okula göndermek, yedirip içirmek, giydirip gezdirmek, onu yetiştirmek demek değildir. Eğer öyle düşünülürse -ki günümüzde maalesef bu düşünce hakim- , bedeli ağır olur.
Cennet çiçeği çocuklarımız bize tertemiz olarak emanet edilir. Onları fıtrat üzere yetiştirmek bizim asıl görevimizdir. Bunu ne kadar yapıyoruz? Çocuğumuzun midesini düşündüğümüz kadar, gönlünü doyuruyor muyuz?
Her Müslüman anne-baba, çocuklarının imanı kuvvetli, ameli salih olsun, kendilerine itaat etsin ister. Peki, bunun için çocuğumuza ne zaman hangi bilgileri öğreteceğimizi ve nasıl eğiteceğimizi düşündük mü? Bunun için ne kadar zaman ayırdık?
Aile bir hayat okuludur. Bu okulun ilk öğrencileri, ilk öğretmenleri, ilk önderleri, öncüleri anneler ve babalardır.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman görürüz ki; birçok peygamber, Allah’tan çocuk nimetine sahip olabilmeyi istemiştir.
Hz. İbrahim (a.s.)’da Allah’a şöyle yalvarmıştı:
“Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ver, dedi. İşte o zaman biz O’nu (İbrahim’i) halim (uslu) bir oğul (İsmail) ile müjdeledik.”(Saffat Suresi, 100-101)
ÇOCUK YETİŞTİRMEYE NE ZAMAN BAŞLAMALI?
Bu soruya farklı farklı cevaplar verebiliriz. Ama en doğru cevap “daha çocuğunuza eş adayı ararken” olmalı. Damat veya gelin adayı için evi, arabası, yatı, katı sorgulanırken benim torunuma iyi bir anne veya baba olabilecek mi? sorusu gelecek nesilleri kurtaracak en önemli şifredir. Çocuğun manevi eğitimini eş seçimiyle başlatan din âlimleri, uygun bir eş seçilmediği takdirde çocuğun ilk ve temel okulu olan evde taşların hiçbir zaman yerli yerine oturmayacağını haklı olarak öne sürerler. Aileyi oluşturan kadın ve erkeğin aynı inanç ve kültür yapısında olmaları, gelecekte ikram edilecek çocuğa verilecek eğitimde tutarlı olmayı da sağlayacaktır.
Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Rasulullah (a.s) buyurdular ki: “Kadın dört hasleti için nikâhlanır: Malı için, nesebi (asaleti) için, güzelliği için, dini için. Sen dindar olanı seç de huzur bul.” (Buharî, Nikah 15; Ebu Davud, Nikah 2)
Çocuğu iyi bir okula kaydettirmek diye bir cümle var. Bundan çok daha önemlisi iyi bir anneye kaydettirmektir.
Müslüman bir anne baba için, doğum öncesi dönemi “tedbir,” 0-6 yaş dönemi “telkin,” 7-10 yaş dönemi “teşvik,” 10-14 yaş dönemi “ikaz,” 14 yaş üzeri ise “müsamaha dönemi” olarak isimlendirilebilir.
Çocuğunuza iyi bir eş buldunuz sorumluluk bitti mi? Hayır daha yeni başladı. Çocuk daha anne rahminde iken anne-baba kötü alışkanlıktan uzak durmalı ve helal gıda ile beslemelidir.
Yediğimiz, içtiğimiz gıdaların sağlığımıza ve karakterimize tesiri artık şüphe götürmez bir gerçektir.
Davranışları ve huyu hoşumuza giden birisinden bahsederken “Helal süt emmiş” deriz. Çünkü helal olmayan rızkın insanın ahlakını, huyunu, suyunu bozacağına inanırız.
Çocuğun İslam fıtratı üzere yetiştirilmesi için ilk yapılması gereken şey, helal lokmadır. (İmam-ı Gazali)
Günümüzde artık tesbit edilmiştir ki; Ana rahmindeki bebekler 16.haftada duymaya başlamaktadır. 24. haftadan itibaren ise, dış dünyadaki sesleri duymaya, kaydetmeye ve yorumlamaya başlamaktadır. 32. haftada duyduğu sesleri hatırlama ve ona göre tepki gösterebilme kabiliyetine sahiptirler. Yapılan çeşitli araştırmalarda huzursuz davranışlar sergileyen ve sürekli ağlayan bebeklere, anne karnında kendisine dinletilen müziklerin yeniden dinletilmesi sonucunda rahatlayıp uykuya daldıkları görülmüştür.
Çocuk 1 haftalık olunca sağ kulağına ezan sol kulağına kamet okunmalı, aileye yakışacak dinine, milletine, tarihine uygun isim verilmelidir. Sırf modernlik olsun diye anlamsız isim verilmemelidir. Farkında mısınız? Bugün çocuklara verilen isimlerin bir kısmının ne kadar anlamsız olduğu sözlüklere kısa bir göz atma ile görülebilir. Çocuklara verilen isimlerin onların karakterine tesir ettiği artık tesbit edilmiş bir gerçektir. (Prof.Dr. Nevzat Tarhan, isminiz kişiliğinizi oluşturuyor. nevzattarhan.com)
Peygamberimiz “çocuğu güzel terbiye etmek ve ona güzel bir isim vermek, evladın anne baba üzerindeki hakkıdır” ve “Siz kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Öyleyse çocuklarınıza güzel isimler koyunuz.” Buyurmuştur.( Ebû Dâvûd, Edeb, 61)
Çocuk konuşmaya başlayınca güzel sözler öğretilmelidir. Allah, peygamber gibi dini terimleri duymayı ve demeyi öğrenmelidir.
Evinize bir muhabbet kuşu alıyorsunuz. Ona iki kelime konuşmayı öğretebilmek için dokuz takla atıyorsunuz. Allah size harika bir kuş gibi evlat vermiş. Ona muhabbet kuşundan daha fazla ilgi göstermek zorunluluğumuz yok mu?
Anne ve baba çocuğuna örnek olmalı, hatta dede ve nine de örnek olmalıdır. Çocuğa, anlamaz denilerek yalan söylenmemelidir. Çünkü çocuklar attığımız adımların fotoğrafını çeker.
Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur.
Eğri ağacın gölgesi doğru olmaz.
Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz.
Arabanın ön tekeri nereye giderse arka teker de aynı yere gider.
Oğlan babadan görür at oynatmasını, kız anadan görür sofra donatmasını!
Armut dibine düşer.
Üzüm üzüme baka baka kararır.
Anasına bak kızını al.
Gibi atasözleri çocuk eğitiminde örnek olmanın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Biri, İbn-i Haldun’a sordu:
“Çocuklarımızı nasıl terbiye edelim?”
İbn-i Haldun dedi ki:
“Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın. Zaten size benzeyeceklerdir. Kendinizi terbiye edin yeter.”
Kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. O yüzden “çocuklar istediğiniz gibi değil yetiştirdiğiniz gibidir” denmiştir.
Nasreddin Hoca’nın ahırdan kaçan buzağısı, bahçenin altını üstüne getirmiş.
Merhumun diktiği sebzeleri ezmiş, harap etmiş. Hoca kızmış, ahırdaki öküzü dövmeye başlamış. Görenler:
—Hoca Efendi! Öküzün ne suçu var ki döversin? Demişler.
Hoca:
—Siz karışmayın! Demiş; bütün kabahat öküzde… Doğru dürüst terbiye verseydi, buzağı bu işleri yapar mıydı?
İşlenmeyen tarlayı yabani otlar sarar, kaplar.
Çocuklar donmamış beton gibidir. Üzerine ne düşse iz yapar.
Küçük yaşta verilen eğitim taşa kazıyarak yazı yazmak gibidir. İleri yaşta eğitim suya yazı yazmak gibidir.
Bu ve benzeri güzel ifadeler “çocuk daha küçük ne anlar!” şeklindeki düşüncenin ne kadar yanlış olduğunun göstergesidir.
Eğitimde “Oyun Çağı” olarak da adlandırılan bu dönemde çocuğun el becerilerine, oyuncaklarına ve oyun faaliyetlerine dinî unsurlar katılmalıdır.
Yavrumuz evde namaz kıldığımızı, dua ettiğimizi, ezana saygımızı, bir işe başlarken besmele ile başladığımızı, Kur’an okuduğumuzu görmeli, toplu ibadetlerimize ve kitap okuduğumuza şahit olmalıdır.
Bu dönemde en önemli eğitim vicdan eğitimidir. Bilgiler unutulsa da çocuğun ruh dünyasını şekillendirecek merhamet, sevgi, saygı, sorumluluk bilinci gibi insani değerler bu dönemde oluşur.
Anne ve baba çocuğunu hayırlı olması için sürekli dua etmelidir. Çünkü peygamberimiz “babanın evladına duası peygamberin ümmetine duası gibidir” der. (Camiüssağir-4199)
Kur’an-ı Kerimde bu konuda dua örneklerini görüyoruz.
“Rabbim, beni ve zürriyetimden gelecekleri namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Rabbimiz, duamı kabul buyur!” (İbrahim Suresi, 40)
“Rabbimiz ikimizi de sana teslim olmuş kimselerden kıl ve soyumuzdan yalnız sana teslim olmuş bir ümmet çıkar.” (Bakara Suresi,128)
Sohbetimizin başında okuduğumuz ayette de “Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak, mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl” (Furkan Suresi,74) diye dua etmemiz önerilmektedir. Gördüğünüz gibi peygamberler duasında çok mal, zenginlik gibi dünyevi şeyler istemiyor. İyi bir kul olmak için ne gerekiyorsa onlar talep ediliyor.
Hayatta çocuklarımızın ayaklarına batan dikenler, ya bizim ektiğimiz, ya da biçmediklerimizdir. “Biçtiğini beğenmiyorsan ektiğine bakacaksın” sözü örnek olma görevimizi layıkıyla yapıp yapmadığımızın bir aynası olduğunu göstermektedir.
Bir Çin atasözü olarak ifade edilen;
Bir yıl sonrasını düşünürsen tohum ek,
On yıl sonrasını düşünürsen ağaç ek,
Yüzyıl sonrasını düşünürsen insan yetiştir.
Cümlesi, geleceğimizin kaderini ve karakterini bugünkü yetiştirdiğimiz çocukların belirleyeceğini veciz bir şekilde ifade ediyor.
Çocuğa yapılan yatırım en pahalı yatırımdır. Çünkü geleceğe yapılmış bir yatırım olması sebebiyledir. Meyvesini yıllar sonra verecek bir yatırım..
GELECEĞE FİDAN DİKME
Abbasi Halifesi, Harun Reşit bir gün atına binip Bağdat’ın dışına çıkar, yol kenarında yaşlı bir zatın hurma fidanı dikmekte olduğunu görür. Yaşlı bir adamın hâlâ fidan dikmeye uğraşmasını biraz garip bularak sorar:
Baba, der ne yapıyorsun, bu yaştan sonra fidan mı dikiyorsun?
Evet, oğul, der, görüyorsun ya hurma fidanı dikiyorum.
Peki, diktiğin bu hurmalar kaç senede meyve verecek dersin?
Hiç belli olmaz oğul; beş senede, on senede, hatta yirmi senede ancak meyve verenler de olur.
Demek ki diktiğin hurmaların meyvesini senin yemen, biraz şüpheli. Madem ki sen hayatta iken meyve vermeyecek, o halde bu zahmetleri neden çekiyor; meyvesini yiyemeyeceğin fidanları dikme meşakkatine neden katlanıyorsun?
İhtiyar bu defa şu cevabı verir:
Oğul, bizden evvelkiler dikip gitmişler, biz onların diktiği fidanların meyvesini yedik. Şimdi ise sıra bize geldi, biz de dikelim de bizden sonra gelenler yesinler.
Cevap hoşuna giden Harun Reşit:
Baba, güzel konuştun, al bunu, der. Kendisine bir kese dolusu altın atar. Altın kesesini havada kapan kıvrak zekâya sahip ihtiyar:
Allah’a hamd ederim ki, başkalarının diktiği fidanlar senelerce sonra meyve verdikleri halde, benim diktiklerim işte bu anda meyvesini verdi, der.
Harun Reşit, bu söze de hayran olur, ihtiyara bir kese dolusu altın daha atar. Aksakallı zat, bu sefer de şöyle söylenir:
Allah’ıma şükür olsun ki, başkalarının diktiği fidanlar senede ancak bir defa meyve verdiği halde, benimkiler iki defa meyve verdiler!
Halife, ihtiyarın bu sözüne de hayran kalır ve tekrar çıkardığı bir kese altını daha atarak, yanındaki vezirine:
Burada daha fazla konuşmayalım, yoksa bu ihtiyar bizde para bırakmayacak, diyerek oradan hızla uzaklaşır.
Bu hikâye bize bir ülke için yapılacak en önemli yatırımın, özellikle çocuklara ve gençlere yapılan yatırım olduğunu göstermektedir.
En tembel adam bile tohum ekebilir. Marifet ektiğine bakabilmektir.
Eğitim, sabır, koordinasyon, akıl ve süreç isteyen bir olgudur.
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik?
ÇOCUK EĞİTİMİNDE OKUL DÖNEMİ
Kişilik oluşumu ve gelişiminin yüzde yetmiş veya seksen gibi büyük bir kısmı altı-yedi yaşlarında tamamlandığı bilinen bir gerçektir. İlkokul çağına geldiğinde yavrumuz açısından pek çok şey için artık geç olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak her şey bitmiş değildir.
Bu dönem, akılcı öğrenme çağı” olarak da adlandırılır. Artık katı bir somut düşünce safhasından, daha esnek, hatta soyut konuları da bir dereceye kadar anlayabileceği bir döneme girdiği söylenebilir. Çocuklar artık bilgiyi itirazsız kabul etmezler; onları akıllarıyla kavramaya çalışırlar.
Haklı-haksız, suç-ceza, sevap-günah, cennet-cehennem gibi soyut kavramların anlaşılmasına yardımcı olan zihni gelişim ancak bu yaşlarda teşekkül etmeye başlar.
7-10 yaş arasında çocuğun din eğitimi namaz eksenli olarak yürütülmelidir. Nitekim peygamberimiz bu yaştaki çocukları namaza alıştırmamızı ısrarla tavsiye etmekte ve
7 yaşına geldiği zaman çocuğunuza namaz kılmayı emredin…( Ebû Dâvud, Salat 25) buyurmaktadır.
Gusül -Abdest -Temizlik, Kur’an-ı Kerim, Dua, Tesettür, Dini Sosyalleşme, Sorumluluk duygusu ve bilinci, Zaman bilinci vb. hepsi bu dönemde öğrenilmekte ve şekillenmektedir.
Buluğ çağına kadar dinî açıdan sorumlu sayılmayan çocuklara karşı hoşgörülü ve müsamahakâr olunmalıdır.
Şimdi kendimize şunları soralım:
Çobanlık vazifemizi yaptık mı? Örnek olduk mu? Ne verdik ne istiyoruz? İnançsız, idealsiz, gayesiz, ruhsuz, başıboş gençler kimin eseri? Dışarıdan ithal etmediğimize ve gökten zembille inmediklerine göre?
Elbisemin ütüsüne, ayakkabımın boyasına, arabamın modeline gösterdiğim dikkat ve titizliği çocuklarımın eğitimi için de gösteriyor muyum? Takip ettiğim dizinin veya programın bir sonraki bölümünü merak ettiğim kadar çocuğumun nelere yöneldiğini merak edip takip ediyor muyum? Yoksa çocuklarımız giyip eskittiğimiz elbise ve ayakkabıdan daha mı değersiz?
Geriye dönüp baktığımda ne görüyorum? Nasıl bir çocuk bıraktım?
Yüzü ağartan çocuk mu, yüzü kızartan çocuk mu?
Övünülecek çocuk mu, dövünülecek çocuk mu?
Peygamberimiz “insan öldüğünde amel defteri kapanır. Ancak üç sınıf insanın hariç! Buyurur. Bunlardan biri de anne babanın arkasından hayır dua ile anacak evlattır. (Müslim, Vasiyyet 14)
Öldüğünüz zaman sizin arkanızdan hayır dua edecek evlat sayesinde yeniden hayat buluyorsunuz.
Küçükken elimize yapışan çocuğumuzun, ahirette yakamıza yapışmasını istemiyorsak ona dinini, İslam ahlakını öğretmeli, sadece dünyasını değil, ahiretini de kurtarmaya çalışmalıyız.
Sohbetimizi Peygamberimizin şu hadis-i şerifiyle bitirelim “Hiçbir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz.” (Tirmizi, Birr, 33)
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. ( Nur, 19 )
Değerli Okurlarım !
Konumuz olan bu ayeti kerimede Yüce Rabbimiz bazı kimselerin hayasızlığı yaymaya çalıştıklarını, bunu bilerek ve isteyerek yaptıklarını ve de bu işi müslümanların arasında gerçekleştirmek istediklerini bizlere anlatıyor. Herhangi bir Müslüman, bırakın haramın yaygınlaşmasını istemesini, haramın kendisinden bile uzak duran kimsedir. Dolayısıyla bu işi ancak mümin olmayan bir kimse yapabilir. Bunun için de bu anlayışa sahip olan insanların gerekli çabayı sarfetmeleri, lazım olan materyalleri yani, radyo, televizyon, internet, para ve yetişmiş kalifiye elemanları kullanmaları gerekir. Bu işi de ancak şeytanı memnun eden insanlar yapar.
Kıymetli Okurlarım !
İlk insan ve ilk peygamber olan Adem aleyhisselam’dan ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselam’a kadar Hak-Batıl mücadelesi yaşanmış ve bu çekişme kıyamete kadar da yaşanmaya devam edecektir. Yüce Allah’ın elçileri risalet vazifesi olarak her daim ma’ruf’u emretmiş yani Hak ve Hakikat’ın toplum tarafından benimsenmesini ve akabinde de yaygınlaşmasını arzu etmiş ve bunun için çalışmışlardır. Bu gaye ile ümmetlerine Yüce Allah’ın yeryüzündeki sınırları olan Helal-Haram çizgisini tebliğ etmiş ve daima hatırlatmışlardır.
Peygamberlerin bu gayretlerinin tam zıddı olarak bir kısım İslam düşmanları da münker’in yani aklın ve dinin hoş görmediği haram ve çirkin işlerin yaşanmasını ve toplumda yaygınlaşmasını istemişlerdir. Bilahare bu istekleri doğrultusunda da her türlü haramın ve menhiyyatın revaç bulması için insanları teşvik edip özendirici faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Bu yıkıcı faaliyetlere engel olabilmek için önce Haram kavramının ne olduğunu sonra da Haram’a teşvik eden insanların ne gibi özellikleri olduğunu öğrenmeliyiz. Önce Haram’ın tarifinden başlayalım. Diyanet İşleri Başkanlığının yayınları arasında bulunan Dini Kavramlar Sözlüğü’nde bu kelime şu şekilde açıklanmıştır.
HARAM ; Sözlükte “yasak,memnu” anlamına gelen haram, dini bir terim olarak, kesin bir delille, açık bir şekilde yapılmaması istenen fiildir.
Haram, dini bir kavram olup, bunu tespit ve tayin yetkisi sadece Allah’a aittir. Bu konuda insanların yetkisi yoktur. Hz. Peygamber’in bu konudaki hadisleri, Allah’ın koymuş olduğu hükmü açıklamaktan ibarettir.
Değerli kardeşlerim!
Haramın toplumda yaygınlaşması genelde şu üç şekilde olmaktadır;
1-) Yasaklanmış olan bir şeyi yapmayı teşvik ederek
2-) Bir haramdan devamlı bahsedip o’nun reklamını yaparak
3-) Allah cc. nun bir emrinin yapılmasını engelleyerek
Şimdi de bu üç kısmı ayrı ayrı izah edelim.
1-) YASAKLANMIŞ OLAN BİR ŞEYİ YAPMAYI TEŞVİK ETMEK
Aziz Okurlarım !
Değişik vesilelerle şu gerçeği her zaman haykırıyoruz; Küfür tek millettir…
Bu küfür milleti içerisinde ister kafir, ister münafık, ister zalim, isterse de ehli kitap diye adlandırılsın her biri tevhid ehlinin karşısında saf tutup ehli imanı hakk yoldan uzaklaştırmak için ellerinden gelen her türlü çabayı göstermektedirler. Yüce Kuran’ın değişik yerlerinde bu gurupların yaptığı birtakım batıl çabalardan bahsedilmektedir. Örneğin kafirler hakkında şöyle buyrulur:
İnkar edenler iman edenlere, “Yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim” derler. Halbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır. ( Ankebut, 12 )
Bu ayeti kerimede inkar ehlinin iman ehline hakk davayı terk edip kendilerinin batıl davalarına tabi olmalarını tavsiye ve teşvik ettiklerini görmekteyiz. Bunu yaparken de gayet cüretkar davranarak onların bunu yaptıkları takdirde bir vebal ve günah varsa da üstlenmeye hazır olduklarını açık bir şekilde dile getirmektedirler. Halbuki bu gafiller ahirette hiçbir kimsenin başka bir kimsenin günah ve hatasını yüklenemeyeceğini düşünmemektedirler. Yüce Rabbimiz de onların bu iddialarında yalancı durumuna düştüklerini bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır;
Andolsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir. Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyamet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir. ( Ankebut, 13 )
Bir diğer günaha davet eden gurup ise Münafıklardır. Allah azze ve celle onların bu özelliğini Kuran’ı Kerimde şöyle izah ediyor;
“Erkeğiyle kadınıyla münafıklar birbirine benzer; kötülüğü özendirip iyiliği engellerler, hayır için harcamaya elleri varmaz. Onlar Allah’ı umursamadılar, O da onları kendi hallerine bıraktı. Gerçek şu ki münafıklar günaha batmış kimselerdir.” (Tevbe; 67)
( Allah’ın münafıkları unutmasından maksat, onlardan yardımını, hidayetini ve rahmetini kesmesi, münafıklıkları sebebiyle onları unutulmuş ve terk edilmiş bir vaziyette bırakmasıdır. Buna göre, Allah’ın münafıkları unutması mecazi manadadır. Zira Allah cc. unutmaktan münezzehtir.)
.
Haramı ve hayasızlığı Müslümanlar arasında yaygınlaştırmak isteyen guruplardan biri de Yüce Allah’ın lanetini üzerlerine almış olan zalim kimselerdir. Onların bu özelliklerinden bahseden Kuran’ı Kerim bu kimseleri şöyle tarif etmiştir;
Onlar Allah yolundan alıkoyan ve onu, eğri ve çelişkili göstermek isteyenlerdir. Onlar ahireti de inkar edenlerdir. ( Araf, 45 )
Bu zikrettiğimiz küfür ehli dışında bir de, aslında ilahi bir kitaba sahip olup onu da tahrif eden ve Müslümanların karşısında saf tutan gayri Müslimler de iman ehlini sapıtmak ve kendi yanlış davalarına inandırmak için çalışmışlardır. Kuran’ı azimüşşan onları da şöyle anlatır;
أَKendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar. ( Nisa, 44 )
İnsanların tercih ettikleri her bir sapık yol ve işledikleri her bir haram ( Alkol içmek, Zina etmek, Kumar oynamak, Hırsızlık yapmak, Karaborsacılık yapmak gibi ) günahların ve çirkinliklerin artmasına sebebtir. Ayrıca o’nun yerine tabi olunması gereken hidayet yolunun tıkanmasına ve helal dairesinde yaşanacak bir hayat tarzının azalmasına da yol açacaktır. Dolayısıyla işlenen her bir günah başka bir günaha kapı aralamaktadır. Yüce Rabbimiz Bakara süresinin 16. ayetinde
İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kar getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır. ( Bakara,16 ) buyurarak batıl yolu Hakk yola tercih edenlerin sonunun hüsran olacağını bildirmiştir
Kıymetli Okurlarım!
Günümüzde bu batıl hayat tarzının taraftarlarının, modern ve çağdaş gibi kelimeleri kullanarak haramları özendirdiklerini görmekteyiz Diğer taraftan hırsızlık veya benzeri bir suç işleyip emniyet güçleri tarafından yakalanan bir suçluya gereken ceza verilmeyip serbest bırakılması da bu tür suçların azalması yerine artmasına sebeb ve teşvik olmaktadır.
2-) BİR HARAMDAN DEVAMLI BAHSEDİP O’NUN REKLAMINI YAPARAK
İnananlar arasında hayasızlığın yayılmasını arzu eden kimseler var ya; onlar için dünya ve ahirette elem dolu bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. ( Nur, 19 )
19. âyette söz konusu edilen “ahlâksızlığın yaygınlaşması” ifadesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır. Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur; çirkin ve kötü olaylar ise yalnızca gerektiği kadar dile getirilir ve erdem ölçülerine göre değerlendirilir, mahkûm edilir, ıslah çareleri üzerinde durulur. Topluluk içinde erdemsizliğin yaygın hale gelmesi öncelikle yasaklar ve cezalarla değil, toplumun erdem ve erdemsizlik karşısında takındığı tavırla engellenebilir.(Kuran Yolu C,4. S,60)
Değerli kardeşlerim!
İçinde yaşadığımız şu çağda medya yoluyla toplumların ahlakı ve değer yargıları dejenere edilmeye çalışılmaktadır. Alimlerin, özellikle de devletin vazifesi, toplumun değer yargılarını, inanç ve geleneklerini muhafaza etmektir. Devlet, bu saldırılar nereden gelirse gelsin onları önleyecek tedbirler alması gerekir.
Bir kötülüğü işlemek elbette ki suçtur ve cezası verilmesi gerekir. Bir de suça teşvik ve ona özendirme varsa bu daha büyük bir suçtur. Bundan dolayıdır ki devletler, bir suçun medya yoluyla işlenmesine katmerli cezalar vermektedirler.
3-) ALLAH CC. NUN BİR EMRİNİN YAPILMASINI ENGELLEYEREK
Hayatları boyunca Yüce Kuran’ın nurunu söndürmeye çalışan kafirler hakkında bakalım Rabbimiz ne buyuruyor:
İnkar edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.” (Fussilet, 26 )
Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Müslümanların namazına, orucuna, ezanına, kuran’ına, saçına , sakalına, tesettürüne ve umumi olarak hayat tarzına karışma salahiyetini kendisinde bir hakk olarak gören hastalıklı bir zihniyetin mensuplarını maalesef hala görmekteyiz. Ve şunu da kesin olarak biliyoruz ki, bu anlayış sahipleri kıyamete kadar da var olmaya devam edeceklerdir.
Buraya kadar izah etmiş olduğumuz üç gurup insandaki bu olumsuz özelliklerin hepsi de Adem babamızın ve Havva anamızın akıllarını çelip cennetten çıkmalarına sebeb olan İbliste fazlasıyla bulunmaktadır. Bu konuda Yüce Rabbimiz; ا
Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor. ( Nisa, 60 ) buyurmaktadır. Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor;
” Şeytan onlara yaptıklarını güzel göstermiş, böylece onları yoldan alıkoymuş; bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.” (Neml; 24)
Kuran’ın değişik sürelerinde şeytanın cennetten kovulduğu anlatılır. Yeryüzünde insanları sapıtmak için elinden gelen her yolu deneyeceğinden bahsedilir. Kuran’ın en son süresinde de insan ve cinlerden, insanların kalplerine vesvese veren şeytanların bulunduğundan söz edilir.
HARAMA HİZMET EDENLERİN CEZASI
Bu konuyla alakalı şu ayeti kerime bizlere genel bir kuralı hatırlatmaktadır;
Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter. ( Nisa, 85 )
Bu konu ile alakalı olarak Kuran’ı Kerimden sonra dinimizi bize öğreten en sahih hadis kaynaklarından biri olan sahihi Müslim’de şöyle bir rivayet bulunmaktadır;
Bir kötülüğe öncülük edenin günah bakımından durumu da aslında bundan farksızdır. Allah Resûlü, bu durumda olan kişilerin akıbetini Kâbil örneğiyle inananlara anlatmıştır:“Bir can haksız yere öldürüldüğünde onun kanından/günahından Âdem”in ilk oğluna (Kabil”e) mutlaka bir pay düşer! Çünkü öldürme âdetini ilk kez başlatan odur.” 33 ( Buhari, Diyat,2 )
Kötülük etmek, kötülükte işbirliği yapmak, kötüye ve kötülüğe göz yummak dinî olduğu kadar insanî açıdan da kabul edilir davranışlar değildir. Sahâbîlerin Hz. Peygamber”e en büyük günahın ne olduğunu sormaları, iyilik kadar kötülük konusunda da hassas olduklarını göstermektedir. ( Hadislerle İslam, C,3. S,48 )
Muhterem Müslümanlar!
Ahirette bir kısım cehennem ehlinin, dünyada kendilerini saptıran önderler hakkında nasıl aleyhte şahitlik edip onları şikayet ettikleri şöyle anlatılır;
“Ve ekleyecekler: “Rabbimiz! Biz efendilerimizi ve büyüklerimizi dinledik, onlar da bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzâb; 67)
“Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları ağır bir şekilde lânetle!” (Ahzâb; 68) Öncü konumunda olanlarla onlara tabi olanlar arasındaki konuşmayı da şu ayetler bizlere aktarmaktadır;
“Allah buyuracak ki: “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!” Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet edecektir. Hepsi birbiri ardından orada (cehennem) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, “Ey rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha azap ver!” diyecekler. Allah da, “Zaten hepiniz için bir kat daha azap vardır, fakat siz bilmezsiniz” diyecektir.” (A’râf; 38)
“Öncekiler de sonrakilere derler ki: “Sizin bizden arta kalır bir tarafınız yok. O halde siz de yaptıklarınıza karşılık azabı tadın!”” (A’râf; 39)
( Toplumu yanlış yolda yürüten liderlere hem kendi kafirliklerinden hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından ötürü; bunların peşinden gidenlere de hem kafir olduklarından hem de sapık liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat azab edilecektir.)( TDV Meal)
Kafirlerin, kendilerini saptıranlara ne kadar çok kızdıkları ve onlara kendi elleriyle bizzat ceza vermek için Yüce Allah’a nasıl dua ettikleri de şu ayette anlatılmaktadır;
“İnkâra sapmış olanlar şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Bizi saptıran şu cinleri ve insanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım ki herkesten daha çok aşağılanmış olsunlar!”” (Fussilet; 29)
Alimler Sultanı İzzeddin b. Abdüsselam dönemi başbakanlarından Fahreddin Osman, Mısır’da bir mescidin üzerinde bir eğlence yeri inşa ettirir. İzzeddin b. Abdüsselam ( sözlü ikazdan sonra ) arkadaşlarıyla beraber ahlaka ve edebe uygun olmayan bu eğlence yerini yıkmaya gider. Başbakan durumdan rahatsız olduysa da İzzeddin ona aldırış etmez. İzzeddin, Başbakan’ın bu hareketini, ibadet yerlerine müdahale ve hayasızlığı yayma kapsamında değerlendirip, Müslümanların başına geçmeye ehil olmadığı ve azli yönünde fetva verir. Fetva üzerine başbakan Kral Salih tarafından azledilir. ( Ulemanın gücü, S, 42 )
HARAMIN YAYGINLAŞMASI NASIL ÖNLENİR
Evvela her Müslüman iki cihan serveri sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şu buyruğunu kulağına küpe yapmalıdır;
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Bir kötülük gören kişi, eli ile değiştirmeye gücü yetiyorsa onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbi ile (o kötülüğe) tavır koysun, (onu hoş görmesin). Ve bu da imanın asgarî gereğidir.”
(D1140 Ebû Dâvûd, Salât, 239-242)
Bu hadisi şeriften anlıyoruz ki, her Müslüman elinden geldiği kadar kötülükleri engellemeye çalışmalıdır. Zaten Yüce Kuran bu ümmetin hayırlı bir ümmet olduğunu , çünkü Allah’a sağlam bir inançla emri bilmaruf ve nehyi anilmünker yaptığını bizlere bildirmiştir.( Al-i İmran, 110 )
Değerli kardeşlerim!
İslam dini normalde yapılmasında sakınca olmayan mubah bir iş, bazı sebeblerden dolayı şer’an sakıncalı bir sonuç doğuracaksa veya böyle bir sonuç kuvvetle muhtemelse o mubah işin yapılmasını yasaklar. Buna İslam hukukunda Sedd-i zerai’ denir. Bizler bu tabirden anlıyoruz ki İslam bırakın bir haramın veya çirkin bir fiilin yasaklanması, bunlara sebeb olması muhtemel olan mubahlardan bile kaçınılmasını istemiş ve de harama giden yolları tıkamıştır. Nitekim zina etmek haram olduğu gibi o’na götürecek vesilelerinde haram olması gibi. Veya alkol içmek haram olduğu gibi o’nu üretmek, taşımak ve satmak da haramdır.
Velhasıl, bir Müslüman olarak hayatımızı daima helal dairesi içerisinde geçirmeliyiz. Haramlardan ve şüpheli şeylerden uzak durmalı ve de gücümüzün yettiği kadar da toplumdaki kötülüklerle mücadele etmeliyiz. Doğruluğun yayılması için de gayret göstermeliyiz. Cenab-ı Hakk cümlemizi iman edip salih amel işleyen, ve birbirlerine Hakkı ve Sabrı tavsiye eden müstesna kullarından eylesin…AMİN…
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Kurban Bayramınız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
Allah-u Zülcelâl izin verirse, bu ayın İlk Cuma günü (bugün) Kurban Bayramı’na kavuşuyoruz. Teşrik günlerinde, hacıların Arafat’ta, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın tevbesinin kabul olduğu Rahmet Dağı’nda yanık kalplerle duâ ve niyaza durduğu günde; biz de teşrik tekbirlerimizle onlara iştirak edeceğiz.
Hacılarımız o diyarda, Hazret-i İsmail’in canını Allâh’ın emrine teslim ettiği diyarda kurbanı idrak ederken; inşâallah bizler de ya memleketlerimizde Allâh’ın emrini yerine getireceğiz veya muhtaç diyarlara bağış göndereceğiz…
Zilhicce ayının onuncu günü güneş ufukta bir mızrak boyu yükseldiği zaman; mü’minler Allah için omuz omuza verip bayram namazlarını edâ edecek. Sonra Allah için kurban olma nasibine ermiş masum canlar, kara toprağın üzerine uzanacak. Dünyanın en doğusundan en batısına kadar her meridyende, yevm-i nahr gününün kuşluk vakti girdikçe, arzdan semâya Allah için îfâ edilen bir ibâdetin rûhâniyeti yükselecek…
İnsanı yeryüzünde bir halîfe olarak yaratan Rabbimiz; insanın kendisine boyun eğmiş olan mahlûkata asla büyüklüğü kendine mal etmeden, ancak Allâh’ı tekbîr ederek hükmetmesini emrediyor. Bunun bir nişânesi olarak; kurban ibâdetini yerine getirirken tekbirler getirmeyi emrediyor.
O kuşluk vakti, dünyanın her yerinde; kurbanlıklarının başında dikilip ölüme şahit olmanın sarsıntısıyla sararıp solan müslümanlar, ürperişler içinde Allah’ın büyüklüğünü dile getirecekler.
Tekbirin İslam’daki yeri
“Yüceltmek, büyüklüğünü kabul etmek” anlamındaki tekbîr terimi “Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri itibariyle her şeyden yüce ve üstün olduğu” mânasına gelir. Başta namaz olmak üzere birçok ibadetin rüknü veya tamamlayıcı öğesi olan “Allah-u ekber” cümlesini söylemek, İslam’ın ilk emirlerindendir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme ilk vahyedilen emirlerden birinde:
“Ey örtünüp bürünen, kalk ve uyar! Sadece Rabbinin büyüklüğünü dile getir!” (Müddessir; 1-3) buyurulur.
İslâm dininin temellerinden namaz, hac, kurban gibi ibadetler tekbir ile yerinde getirilir. Her gün beş vakit namazdan önce okunan ezan ve farz namazlara durulurken okunan kamet de tekbir lafızlarını içerir. Ayrıca namaza başlama ve bir rükünden diğerine geçiş tekbirle olur. Namaza başlarken getirilen tekbire “iftitah tekbiri” rükûa ve secdeye giderken, secdeden ve ikinci rek‘atta tahiyyattan sonra kıyama kalkarken okunan tekbirlere “intikal tekbirleri” denir.
İftitah tekbiri, namaza girmekle birlikte namaz dışındaki her türlü meşguliyeti bırakmayı ifade eder. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, iftitah tekbirinin önemi hakkında:
“Namazın anahtarı temizlik, haram kılanı tekbir, helâl kılanı selâmdır.” (Ebû Dâvûd, Ṭahâret, 31, Ṣalât, 73) buyurmuştur.
Her namazın sonunda okunan tesbihâtın 33 adedi “subhânallah” 33 adedi “elhamdülillah” 33 adedi ise “Allahu Ekber” şeklindedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in talim ettiği bu tesbihât insanların beş vakit namazın akabinde tekrarlaya geldikleri sünnet/nâfile tekbîr türüne dâhildir.
Hac ve umre ibadetlerinde de tekbir getirilir. Tavaf sırasında Hacerülesved’i sünnete uygun şekilde istilâm sırasında tekbir getirilmesi müstehaptır. (Buhârî, “Ḥac”, 62) Tavafın başlangıcında tekbîrler alınır. Tavaf esnasında da tekbir getirmek sevap kazanmaya vesiledir. Safa ve Merve tepesinde Kâbe görüldüğünde tekbîr ve tehlîl okunur. Arafat’ta vakfede tekbîrler getirilir. Şeytan taşlamada tekbîrler okunur. Kurbanlar kesilirken tekbîrler getirilir. Bu ibadetleri yapanlar Allah’ın misafirleri sayıldığı için O’nun huzurunda tekbirle O’nu yüceltmeleri ayrı bir değer taşır.
Bayram namazlarına giderken tekbir getirmek menduptur. Bayram namazı kılınırken diğer namazlara göre daha fazla tekbir getirilir. Bunlara zevâid tekbirleri denir.
Kurban amaçlı olsun veya olmasın hayvan keserken tekbir getirmek müstehabtır. (Buhârî, Eḍâḥî, 14)
Tekbir bir müslümanın hayatında yaygın biçimde yer tutması gereken faziletli bir zikirdir. Hadis-i şerifte:
“Kim sabah yüz ve akşam yüz defa olmak üzere “Allahu ekber” derse, o gün hiçbir kimse bunun benzerini söyleyen dışında bu kimseden daha büyük amel işlemiş olmaz.” (Tirmizî, Deavât, 62) buyurulur.
.
Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam döneminde bayram kutlamalarının coşkulu bir şekilde tekbîr ve tehlîl getirmek suretiyle yapıldığı bilinmektedir. Bu sadâlar Müslümanların kendilerine bahşedilen bu güzelliklerden dolayı Allah’a şükranlarının bir ifadesidir.
Şeytan kibir ve kendini beğenme sebebiyle isyan ederek Hakk katından kovulmuştur. Bunun üzerinde düşününce daima Allah’ı yüceltip nefsi ayaklar altına almanın çok önemli olduğu anlaşılır. Yücelik ve kibriyâ sâdece Allah’a âittir. Müslüman annesinden doğduğu gün kulağına okunan ezanla tanıştığı tekbîri gönlüne nakşetmeli ve hayatının merkezine yerleştirmelidir.
Teşrik Tekbirleri
Teşrik tekbiri, Kurban Bayramı günlerinde farz namazlardan sonra getirilen tekbirlerdir.
Teşrik tekbirleri, hacıların Kâbe’den yükselen tekbir ve zikirlerine bütün dünya müslümanlarının iştirak etmelerini ve Allah’ın yüceliğini ilân etmelerini ifade eder.
Teşrik Tekbiri Nasıl Getirilir?
Kurban Bayramından önceki güne “arefe günü” denir. Arefe günü sabah namazından itibaren bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, yirmi üç farz namazının arkasından teşrik tekbiri getirilir. Erkekler tekbiri açıktan, kadınlar ise gizlice getirir.
Hz. Ali ve Abdullah b. Mes’ûd radıyallahu anhümâ’dan rivayet edilen şekli ile teşrik tekbiri şöyledir:
“Allah-u ekber Allah-u ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allah-u ekber ve lillahi’l-hamd”
Anlamı: “Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Hamd Allah’a mahsustur.”
Teşrik Tekbirlerinin Kaynağı Nedir?
Teşrîk tekbirlerinin başlangıcının Hz. İbrahim’in oğlu İsmail aleyhimesselam’ı kurban etme olayına dayandığına inanılır.
Bilindiği gibi, İbrahim aleyhisselam gördüğü sahih rüya üzerine oğlunu Allah yolunda kurban etmek üzere Mina’ya götürmüştü. Bu sırada Cebrail aleyhisselam kurbanlık koç ile dünya semasına ulaştığında: “Allahu ekber, Allahu ekber” diyerek, tekbir getirdi.
İbrahim aleyhisselam onu işitince; “Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber” diye mukabele eder. İsmail aleyhisselam da; “Allahu ekber velillâhi’l-hamd” der. (Saffât, 102, 107; İsmail maddesi; el-Mavsılî, el-İhtiyar li Ta’lîli’l-Muhtar, c. I, s. 87, 88)
Allah-u Zülcelâl izin verirse, bu ayın sonuna doğru Kurban Bayramı’na kavuşacağız. Teşrik günlerinde, hacıların Arafat’ta, Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın tevbesinin kabul olduğu Rahmet Dağı’nda yanık kalplerle duâ ve niyaza durduğu günde; biz de teşrik tekbirlerimizle onlara iştirak edeceğiz.
Hacılarımız o diyarda, Hazret-i İsmail’in canını Allâh’ın emrine teslim ettiği diyarda kurbanı idrak ederken; inşâallah bizler de ya memleketlerimizde Allâh’ın emrini yerine getireceğiz veya muhtaç diyarlara bağış göndereceğiz…
Zilhicce ayının onuncu günü güneş ufukta bir mızrak boyu yükseldiği zaman; mü’minler Allah için omuz omuza verip bayram namazlarını edâ edecek. Sonra Allah için kurban olma nasibine ermiş masum canlar, kara toprağın üzerine uzanacak. Dünyanın en doğusundan en batısına kadar her meridyende, yevm-i nahr gününün kuşluk vakti girdikçe, arzdan semâya Allah için îfâ edilen bir ibâdetin rûhâniyeti yükselecek…
İnsanı yeryüzünde bir halîfe olarak yaratan Rabbimiz; insanın kendisine boyun eğmiş olan mahlûkata asla büyüklüğü kendine mal etmeden, ancak Allâh’ı tekbîr ederek hükmetmesini emrediyor. Bunun bir nişânesi olarak; kurban ibâdetini yerine getirirken tekbirler getirmeyi emrediyor.
O kuşluk vakti, dünyanın her yerinde; kurbanlıklarının başında dikilip ölüme şahit olmanın sarsıntısıyla sararıp solan müslümanlar, ürperişler içinde Allah’ın büyüklüğünü dile getirecekler.
Tekbirin İslam’daki yeri
“Yüceltmek, büyüklüğünü kabul etmek” anlamındaki tekbîr terimi “Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri itibariyle her şeyden yüce ve üstün olduğu” mânasına gelir. Başta namaz olmak üzere birçok ibadetin rüknü veya tamamlayıcı öğesi olan “Allah-u ekber” cümlesini söylemek, İslam’ın ilk emirlerindendir.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme ilk vahyedilen emirlerden birinde:
“Ey örtünüp bürünen, kalk ve uyar! Sadece Rabbinin büyüklüğünü dile getir!” (Müddessir; 1-3) buyurulur.
İslâm dininin temellerinden namaz, hac, kurban gibi ibadetler tekbir ile yerinde getirilir. Her gün beş vakit namazdan önce okunan ezan ve farz namazlara durulurken okunan kamet de tekbir lafızlarını içerir. Ayrıca namaza başlama ve bir rükünden diğerine geçiş tekbirle olur. Namaza başlarken getirilen tekbire “iftitah tekbiri” rükûa ve secdeye giderken, secdeden ve ikinci rek‘atta tahiyyattan sonra kıyama kalkarken okunan tekbirlere “intikal tekbirleri” denir.
İftitah tekbiri, namaza girmekle birlikte namaz dışındaki her türlü meşguliyeti bırakmayı ifade eder. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, iftitah tekbirinin önemi hakkında:
“Namazın anahtarı temizlik, haram kılanı tekbir, helâl kılanı selâmdır.” (Ebû Dâvûd, Ṭahâret, 31, Ṣalât, 73) buyurmuştur.
Her namazın sonunda okunan tesbihâtın 33 adedi “subhânallah” 33 adedi “elhamdülillah” 33 adedi ise “Allahu Ekber” şeklindedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in talim ettiği bu tesbihât insanların beş vakit namazın akabinde tekrarlaya geldikleri sünnet/nâfile tekbîr türüne dâhildir.
Hac ve umre ibadetlerinde de tekbir getirilir. Tavaf sırasında Hacerülesved’i sünnete uygun şekilde istilâm sırasında tekbir getirilmesi müstehaptır. (Buhârî, “Ḥac”, 62) Tavafın başlangıcında tekbîrler alınır. Tavaf esnasında da tekbir getirmek sevap kazanmaya vesiledir. Safa ve Merve tepesinde Kâbe görüldüğünde tekbîr ve tehlîl okunur. Arafat’ta vakfede tekbîrler getirilir. Şeytan taşlamada tekbîrler okunur. Kurbanlar kesilirken tekbîrler getirilir. Bu ibadetleri yapanlar Allah’ın misafirleri sayıldığı için O’nun huzurunda tekbirle O’nu yüceltmeleri ayrı bir değer taşır.
Bayram namazlarına giderken tekbir getirmek menduptur. Bayram namazı kılınırken diğer namazlara göre daha fazla tekbir getirilir. Bunlara zevâid tekbirleri denir.
Kurban amaçlı olsun veya olmasın hayvan keserken tekbir getirmek müstehabtır. (Buhârî, Eḍâḥî, 14)
Kur’ân-ı Kerîm okurken bazı sûrelerin sonunda tekbîr getirilir. Bunun nedeni şudur: Vahyin bir müddet kesilmesi sonucu Hz. Peygamber buna çok üzülmüştür. Daha sonra Duhâ suresinin inmesi ile vahyin yeniden başlaması üzerine Hz. Peygamber büyük bir sevinçle “Allahu Ekber” demiştir. Aynı şekilde Duhâ ve onun ardından gelen sûrelerin sonunda müminlerin de “Allahu Ekber” diyerek tekbîr getirmelerini istemiş, Müslümanların bu sevince kıyamete kadar iştirak etmesini tavsiye etmiştir.
Tekbir bir müslümanın hayatında yaygın biçimde yer tutması gereken faziletli bir zikirdir. Hadis-i şerifte:
“Kim sabah yüz ve akşam yüz defa olmak üzere “Allahu ekber” derse, o gün hiçbir kimse bunun benzerini söyleyen dışında bu kimseden daha büyük amel işlemiş olmaz.” (Tirmizî, Deavât, 62) buyurulur.
Tekbir getirme emri ve tekbir sözleri bazı ayet-i kerimelerde geçer:
“De ki: “Hamd o Allah’a ki, hiçbir çocuk edinmedi; O’na mülkte bir ortak da olmadı; O’na aczi yüzünden bir yardımcı da olmadı.” O’nu tekbir ile büyükle de büyükle!” (İsra, 111)
Gece namazı için uyanan kişinin namaza tekbir, hamd, tesbih, tehlîl, istiğfar ve dua ile başlaması sünnettir. Savaşta, bineğe binerken, hilâl ilk görüldüğünde, dağ ve tepe gibi yüksek bir yere çıkarken, sevindirici bir olayla karşılaşıldığında tekbir getirilmesi müstehap sayılmıştır. (Buhârî, “Cihâd”, 132-133; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 158)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin tekbîr ve tehlîli her durum ve zamanda sadece ferdî olarak değil yanındakilerle beraber sesli bir şekilde okuduğuna şahit olmaktayız. Hz. Peygamber askerleri ile beraber seferlere giderken tepelere tırmandıkça onun tekbîrler getirdiği, inişlerde ise tesbîhte (sübhânallah) bulunduğu zikredilmiştir. (Ebû Dâvûd “Cihâd” 78)
Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam Hendek savaşı hazırlıklarında ashâbı ile birlikte çalışmıştı. Elindeki balyoz ile kayalara her vuruşunda, kayalardan çıkan şimşeklerle bazı yerlerin fetih müjdelerini alıyordu. Aldığı her müjde için “Allah-u Ekber” nidâsında bulunduğu, ashâbın da bunlara aynı tekbîrlerle cevap verdiği rivayet edilmiştir. (İbn Sa’d, IV, 83- 84; et-Taberî, III, 45-46)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve ashâbının savaş zamanlarında karşılıklı tekbîr getirmeleri düşmana korku salıyordu. Hendek savaşı esnasında müşrikler bu tekbîr seslerini duymuş;
“Her halde Muhammed’e ve ashâbına kendilerini sevindirecek bir hal gelmiştir” (Köksal, XII, 237.) demekten kendilerini alamamışlardır.
Hz. Ali radıyallahu anh savaşta çarpıştığı kâfire, “Allahu Ekber” diyerek vururdu. Onun gür sesiyle tekbir getirişine Müslümanlar da aynen “Allah-u Ekber” diyerek karşılık verirlerdi. Bu tekbirler müminlerin gönlüne cesaret verir, kafirlerin ruh haline menfi yönde tesir ederdi. (İbn Sa’d, II, 68; Köksal, XII, 261.)
Kaynaklarda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in, fethi kendisine müyesser kılan Allah’a hamd ve şükrederek Mekke’ye mütevâzı bir şekilde girerken ashâbın tekbîr ve tehlîl sadâlarının eşliğinde Kâbe’ye yöneldiği zikredilmiştir.
Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam döneminde bayram kutlamalarının coşkulu bir şekilde tekbîr ve tehlîl getirmek suretiyle yapıldığı bilinmektedir. Bu sadâlar Müslümanların kendilerine bahşedilen bu güzelliklerden dolayı Allah’a şükranlarının bir ifadesidir
.
Şeytan kibir ve kendini beğenme sebebiyle isyan ederek Hakk katından kovulmuştur. Bunun üzerinde düşününce daima Allah’ı yüceltip nefsi ayaklar altına almanın çok önemli olduğu anlaşılır. Yücelik ve kibriyâ sâdece Allah’a âittir. Müslüman annesinden doğduğu gün kulağına okunan ezanla tanıştığı tekbîri gönlüne nakşetmeli ve hayatının merkezine yerleştirmelidir.
Teşrik Tekbirleri
Teşrik tekbiri, Kurban Bayramı günlerinde farz namazlardan sonra getirilen tekbirlerdir.
Tekbir ve tazim ibadetin ruhudur. Cenab-ı Hakkı tekbir etme, yüceltme, O’nu her şeyin üstünde tutarak büyüklüğüyle senâda bulunmak kulluğumuzun özünü meydana getirir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre:
“Belirlenmiş günlerde Allah’ı zikredin…” (Bakara, 203) ayetinde kastedilen günler teşrîk günleri, zikirden maksat teşrîk tekbirleridir.
Teşrik tekbirleri, hacıların Kâbe’den yükselen tekbir ve zikirlerine bütün dünya müslümanlarının iştirak etmelerini ve Allah’ın yüceliğini ilân etmelerini ifade eder.
Teşrik Tekbiri Nasıl Getirilir?
Kurban Bayramından önceki güne “arefe günü” denir. Arefe günü sabah namazından itibaren bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, yirmi üç farz namazının arkasından teşrik tekbiri getirilir. Erkekler tekbiri açıktan, kadınlar ise gizlice getirir.
Hz. Ali ve Abdullah b. Mes’ûd radıyallahu anhümâ’dan rivayet edilen şekli ile teşrik tekbiri şöyledir:
“Allah-u ekber Allah-u ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allah-u ekber ve lillahi’l-hamd”
Anlamı: “Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Hamd Allah’a mahsustur.”
Teşrik Tekbirlerinin Kaynağı Nedir?
Teşrîk tekbirlerinin başlangıcının Hz. İbrahim’in oğlu İsmail aleyhimesselam’ı kurban etme olayına dayandığına inanılır.
Bilindiği gibi, İbrahim aleyhisselam gördüğü sahih rüya üzerine oğlunu Allah yolunda kurban etmek üzere Mina’ya götürmüştü. Bu sırada Cebrail aleyhisselam kurbanlık koç ile dünya semasına ulaştığında: “Allahu ekber, Allahu ekber” diyerek, tekbir getirdi.
İbrahim aleyhisselam onu işitince; “Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber” diye mukabele eder. İsmail aleyhisselam da; “Allahu ekber velillâhi’l-hamd” der. (Saffât, 102, 107; İsmail maddesi; el-Mavsılî, el-İhtiyar li Ta’lîli’l-Muhtar, c. I, s. 87, 88)
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!”
(Hac, 22/37)
Takvamızdan başka Rabbimize bizler ne arz edebiliriz? Takvamızdan başka dünyada ve ahirette bizleri neler mutluluğa ulaştıracaktır? Niyetlerimiz halis olmasa ve samimiyetle Rabbimize yönelmesek bizleri ne kurtaracaktır?
Âdem (a.s.), Havva annemizle birlikte cennete işledikleri küçücük bir hatadan (yasak meyveyi yemelerinden) dolayı yeryüzüne indirildikten sonra, her ikisi de samimiyetle
“(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf, 7/23) diyerek tövbe ettiler de Rahman-ı Rahim onları affetmedi mi?
Nuh (a.s.) emrolunduğu üzere Rabbine sığınarak dağın başında bir gemi yapıp o gemiyle, kendisi ve inanlar tufandan kurtulmadı mı?
Musa (a.s.), ihlâsla çıktığı yolda önünde Kızıldeniz açılıp oradan geçmedi mi?
İbrahim (a.s.), takva sahibi olarak Rabbine yöneldi de Rabbi onu Nemrut’un ateşinden kurtarmadı mı? Yaratanın evladı İsmail (a.s.) ile imtihan ettiği İbrahim (a.s.) takvasıyla bu imtihanda başarılı olmadı mı?
Ya İsmail (a.s.)! O ki, körpecik bir çocukken kesilmekle imtihan edildiği bu dünyada Rabbine sığınarak ve takva sahibi olarak,
“Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun.” (Saffat, 37/102)diyerek kazananlardan olmadı mı?
Ya Hacer (r.a.) annemiz! Hz. İbrahim, kendisini daha süt emen çocuğu İsmail (a.s.) ile Mekke’de bırakıp giderken, “Ey İbrahim! Bizi buraya bırakıp nereye gidiyorsun dediğinde”, Hz. İbrahim (a.s.)’dan “Bu Rabbimin emridir” cevabını aldığında “Rabbim bana sahip olur” diyerek Rabbine yönelmedi mi? Çocuğuna bir damla su bulması gayretine karşılı Rabbi, onu zemzemle müjdelemedi mi?
Nice hayatlar dünyada yaşandı ve bitti. Niceleri kaybetti, niceleri kazandı. İblis kaybetti, Hz. Âdem kazandı. Kabil kaybetti, Habil kazandı. Firavun kaybetti, Hz. Musa kazandı, Nemrut kaybetti, Hz. İbrahim kazandı. Ebu Leheb, Ebu Cehil kaybetti, Hz. Muhammed (s.s.a) kazandı. Şimdi sıra bizde bu kurban bayramının yaklaştığı şu anda kendimize sormalıyız artık. Kazananlardan mı olacağız, kaybedenlerden mi olacağız?
Önce Niyet
Amellerimiz niyetlerimize göre şekillenir. Niyetlerimiz halisse amellerimiz değer kazanır Yüce Yaratan nezdinde. Ancak ameller halis olmayınca en önemli ibadetler bile bir değer kazanmaz Yaratan katında. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuştur.
“Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır…” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, (I, 2))
Kurban Bayramı arifesinde bulunduğumuz şu günde kurbanlıklarımızı almak için pazarlara giderken, kurban bayramı namazı için safları doldurup namaza dururken, kurbanlıklarımızı keserken, kurbanlıklarımızın etlerini ihtiyaç sahiplerine dağıtırken ilk ve temel ilke Allah Rızası’dır. Bu hassasiyeti –Allah rızasını- hayatımızın her alanına aktaralım. Aktaralım ki; kurtuluşa erenlerden olalım.
Allah-u Teâlâ’da samimi bir niyetle ibadet yapmaya bizleri yönlendiriyor. Beyyine süresinde şöyle buyrulmaktadır.
“Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.” (Beyyine, 98/5)
Niçin Kurban?
Kurban Allah’a yakın olmak anlamına gelmektedir. Biz Kurban kesmekle Rabbimize yakınlık kurmaktayız. Hz. Âdemin iki oğlu Habil ve Kabil’in Allah’a yakınlık için kurban sundukları, ancak ihlâs ve samimiyeti sebebiyle Habil’in kurbanının kabul edildiği, Kabil’in kurban olarak sunduğu değersiz bir ekinin kabul edilmediği bizlere bildirilmektedir. Bu konuyla ilgili Maide süresinde şöyle buyrulur.
“(Ey Muhammed) Onlara Âdemin iki oğlu ile ilgili haberi hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı, birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti.” (Maide, 5/27).
Kurban ibadeti Rabbimizin bir emridir. Kevser süresinde Yüce Yaratan;
Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (Kevser, 108/2) buyurmuştur. Ayette geçen “venhar” emri başka anlamlara geldiğinden dolayı kurban kesme vacip olarak hükme bağlanmıştır.
Kurban İbadetinin ne kadar önemli, ne kadar değerli ve ne kadar gerekli olduğunu Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in şu hadisinden öğrenmekteyiz.
“Âdemoğlu kurban bayramı günü, Allah katında kurban kesmekten daha sevimli bir iş yapmaz. Şüphesiz ki kesilen kurban kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnakları ile gelir. Hiç şüphe yok ki kesilen kurban, kanı yere akmadan önce Allah katında kabul görür. Öyleyse gönüllerinizi kurban ile hoş ediniz.” (Tirmizî, Edâhî 1.IV,83)
Kurban Sadece Ümmet-i Muhammed’e Has Bir İbadet Değildir.
Kurban İbadeti sadece biz Ümmet-i Muhammed için emredilmişi bir ibadet değildir. Hz. Adem (a.s)’dan başlayarak gelen tüm ümmetler için emredile gelmiş ibadetlerden biridir.Hac süresinde şöyle buyrulmaktadır.
“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık…” ( Hac, 22/34)
Kurban İslam Dininin Şiarı (Nişanesi)’dır.
Şiar; bir şeyi başka şeylerden ayırt eden, onu diğerlerinden farklı kılan özellik sembol demektir. Bu anlamda Kurban ibadeti İslam Dinini diğer dinlerden ayrı kılan unsurlar taşır. Yani bizler yabancı bir beldeye Kurban Bayramı günü gittiğimizde orada kurban kesildiğini gördüğümüzde o beldede Müslümanların olduğunu anlarız. İşte kurban ibadeti ve kurbanlık hayvanlarda birer nişanedir. Hac süresi 36. Ayette şöyle buyrulmaktadır.
“Kurbanlık deve ve sığırları da, sizin için Allah’ın (dininin) nişanelerinden (kurban) kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. O halde onları saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları yere yaslandığı vakit (yani canları çıktığında) onların etlerinden yiyin, kanaat edip istemeyene de, isteyene de yedirin. Böylece onları sizin emrinize verdik ki, şükredesiniz” (Hac, 22/36).
Gün! Hz. İbrahim (a.s.), Hz. İsmail (a.s.), Hz. Hacer (r.a.) olma günüdür.
“(İbrahim), ‘Ey Rabbim! Bana iyilerden (bir oğul) ihsan et’, dedi. Biz de kendisine yumuşak huylu bir oğul müjdeledik. Oğlu yanında koşacak çağa gelince; ‘Ey oğlum!, Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?’ dedi. (İsmail), ‘Babacığım! Sana ne emrolunuyorsa onu yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi. Nihayet her ikisi de (Allah’ın emrine) teslim olup. İbrahim de onu yüz üstü yere yatırınca, ona şöyle seslendik: “Ey İbrahim, rüyana gerçekten sadakat gösterdin, şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız” “Şüphesiz bu apaçık imtihandır.” (İsmail’e karşılık) büyük bir kurbanlık fidye verdik. Kendisinden sonra gelenler arasında ona güzel bir nam bıraktık. Selam olsun İbrahim’e, ‘İşte biz iyi insanları böyle ödüllendiririz. Çünkü o mü’min kullarımızdandır” (Saffat, 37/100-111).
Gün! Müslüman Kardeşlerimize Yardım Etme Günüdür.
Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Bu kardeşlik Yaratan tarafından Hucurat süresinde bizlere bildirmiş, Peygamberimiz (s.a.s)’in hadislerinde bu konuya ehemmiyetle yer verilmiş, Ensar ve Muhacir arasında gerçekleştirilen kardeşlikle bu kardeşliğin nasıl olması gerektiği tüm Müslümanlara gösterilmiştir. Bugün, Rabbimizin imtihan vesilesi için verdiklerini sadece Allah rızası için Müslüman kardeşlerimize aktarma günüdür.
Kurban’ın Allah’a yaklaşma anlamına geldiğini yeniden sizlere hatırlatarak, Rabbimize yaklaşmada Müslüman kardeşimize destek olmanın ne kadar önemli olduğunu yeniden vurgulamak isterim. Efendimiz (s.a.s) bir hadislerinde şöyle buyuruyor.
“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslüman’ın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.” (Buhari, Mezalim 3)
Yanı başımızda Suriye’li, Irak’lı Müslüman kardeşlerimiz Muhacir olarak ülkemize sığındılar. Dünyanın birçok köşesinde ise bir yardıma muhtaç olan Müslüman kardeşlerimiz var. İşte bu bayram Müslüman Kardeşlerimizin yanında Allah rızası doğrultusunda olmakla Rabbimize kurbiyetimizi (yakınlığımızı) göstermiş olacağız. Biz Müslüman kardeşlerimizin ihtiyaçlarını karşılayacağız ve sıkıntılarını gidereceğiz, Rabbimizde bizlerin ihtiyaçlarını karşılayacak ve sıkıntılarımızı giderecek.
Kardeşlerim!
Bilin ki; bu sıkıntılar bitecek. Allah zalime hiçbir zaman fırsat vermediği gibi şimdi de fırsat vermeyecek. Allah her daim mazlumun ve mazlumu destekleyenlerin yanında olduğu gibi şimdi de olacak. Önemli olan bizlere düşen vazifedir. Önemli olan imtihanımızı başarılı vermemizdir. Önemli olan Müslüman kardeşimizi desteksiz bırakmamamızdır. Önemli olan Rabbimizin rızasını kanmamızdır. 2009 yılından bu yana başta Filistin olmak üzere, Somali’ye, Myanmar’a, Mısır’a, Filipinler’e, Suriye’ye, Afganistan’a, Pakistan’a, Afrikada ki kardeşlerimize daha birçok kardeşimize yardımlar ettik. Allah’ta bizlere yardım etti. 2009 yılından bu yana dünyada yaşanan birçok ekonomik, sosyal vb. kriz, şükürler olsun ki, Ülkemize zarar veremedi. Bizler Müslüman kardeşlerimizin yanında olduğu müddetçe Rabbimizin izniyle hiçbir kriz ülkemize zarar veremeyecek.
Kurban İbadetinde Dikkat Edilmesi Gerekli Hususlar Vardır
Müslüman elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği kişidir. Müslüman kendisi için istediğini diğer varlıklar içinde isteyebilen insandır. Müslüman yaptığı işi ihsan şuuruyla yapandır. Müslüman olanın yanında herhangi bir gözetleyicinin olmasına gerek yoktur. Müslüman olan her daim Yaratan’la beraber olduğunun bilincindedir.
Müslüman kurbanlıkları satarken asla alıcıları aldatmaz. Büyükbaşta hayvan iki yaşını, devede beş yaşını, küçükbaşta ise keçi ve koyun bir yaşını doldurmuş olması gerekir. Ancak koyun altı aylıktan sonra anası gibi gösterişli olursa bu hayvanda kurban edilebilir. Bu sebeple önce satıcılara seslenmek istiyorum ki, asla bu yaşları tamamlamamış hayvanları satmayın. Ayrıca sağlıklı olmayan, hasta, topal, tek gözü kör, zayıf ve cılız olan hayvanlar kurban edilmemektedir. Bilin ki, bilelim ki, kusurlu bir malı kusurunu söylemeden satan bir satıcının kazandığı haramdır.
Müslüman kurbanı aldıktan sonra ona asla eziyet etmez. Kurbanlığı Rabbinin kendisine verdiği bir hediye olarak görür. Hediyeler ise En Sevgili olan Allah’tan gelince değerlerin en yücesi halini alır. Bu sebeple hayvanları incitme hakkımız yoktur.
Müslüman maddi ve manevi temizliği elde etmiş kimsedir. Aslan yattığı yerden belli olur misali, Müslüman’ın bedeni, elbisesi, evi, mahallesi temizdir. Müslüman olan asla insanları rahatsız edecek hiçbir pisliği sokağa atmaz. Bu bayramda siz kardeşlerimize sesleniyorum. Lütfen! Kurbanlıklarınızı kestikten sonra onlardan geriye hiçbir artık bırakmayın. İnsanları rahatsız edecek bir şekilde artıkları bıraktığımız zaman kul hakkına gireceğimizi unutmayalım.
Rabbim her türlü ibadetimizi sadece kendi rızası için yapanlar zümresine bizleri dahil eylesin. Rabbim kurbanlıklarınızı kabul eylesin. Rabbimin her türlü nimeti, selameti, rahmet ve inayetini tüm Müslümanlar üzerine olsun. Bayramınız Kurban, Kurbanınız Bayram olsun.
Allah’a emanet olun.