17 Ekim 2025 Cuma
AYDINLAR OCAĞI 53.ŞURASI / MİLLİYETÇİ BİRLİK İHTİYACI
YOL
TÜRKÇE'NİN HAL Ü PÜR MELÂLİ
Motivasyonu eksik olan birine ne tavsiye edersiniz?
Vali Sezer'den Tabakoğlu'na ziyaret
EDİRNESPOR: KENT KİMLİĞİNİN KAYBOLAN RENKLERİ
Kıymetli Okurlarım!
En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
“Ey Müminler! Allah’a itaatsizlikten sakının. Herkes ahiret için ne hazırladığına baksın. Allah’a itaatsizlikten sakının. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Haşr 59/18)
Yaratan, yaşatan, ortağı, dengi ve benzeri olmayan, bütün güç ve kudretin gerçek sahibi, bizlere ömür nimeti ihsan eden Allah’a hamd olsun. Kendisinden sonra başka bir peygamber gelmeyecek olan âlemlere rahmet son Nebi’ye salât ve selam olsun.
Değerli Okurlarım!
Allah’ın varlık hakkında belirlediği yasaya göre yani sünnetullah gereği her canlı fanidir. Biz Müslümanlar olarak biliyor ve inanıyoruz ki bu dünya hayatı bir imtihan yeridir ve geçicidir. İmtihandaki başarı ise ancak amellerin salih olup olmamasına yani yapılan amellerin değerlerine ve güzelliklerine bağlıdır:
“Hanginizin güzel ameller işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O üstün kudret sahibi, çok affedicidir.” (Mülk 67/2)
Fahreddin er-Râzî diyor ki: “Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:
– Sermayesi eriyen bu şahsa merhamet edin!.
Onun bu sözünü duyunca, “işte bu söz Asr sûresinin mânasını izah etmektedir” dedim. Aslında insana verilen ömür güneşin altında bir buz gibi hızla erimektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına sebep olur.” (Mefâtîhu’l-gayb, XXXII, 81)
Ömrümüz günbegün tükenmekte.
Ömür sermayemiz her nefesle biraz daha azalmakta.
Bir yolcu misali her adımımızda menzile biraz daha yaklaşmaktayız.
Ahiret uzak değil; hemen bir adım ötemizde… Rabbim bizleri iman ile İslam ile huzuruna varanlardan eylesin!
Değerli Okurlarım!
Takdir-i ilâhî gereği her birimiz içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde yaşamak durumundayız. Biz istesek de istemesek de zaman akıp gidiyor. Zamanı durduracak bir güce sahip değiliz.
İnsan iş işten geçmeden hayatına çekidüzen vermelidir.
Çünkü:
Ecel geldiğinde artık hiç şansın olmayacak, pişmanlık fayda vermeyecek!
Ecel geldiğinde artık “pardon” diyemeyeceksin!
Ecel geldiğinde “yapacağım, edeceğim” diyemeyeceksin!
Ecel geldiğinde “keşke” demenin “eyvah, yandım anam” demenin bir anlamı olmayacak!
Kur’an Tekâsür Sûresi’nde müşrik Araplar üzerinden bizlere bir mesaj veriyor. Ahireti inkâra sürükleyen aşırı dünya sevgilerini ve bu sevginin onları ne duruma düşürdüğünü ibret almamız için dikkatimize sunuyor.
Tekâsür Sûresi aslında Müşrik Arapların hayat felsefelerine; dünya görüşlerine yönelik bir eleştiri iken maalesef bugün bizler bu sûreyi, içinde sırf “kabir” kelimesi geçiyor diye; anlamından ve maksadından tamamen uzak bir şekilde cenazelerimizi defnederken okuyoruz. Yanlışlarla dolu bir ömür sürerek cehenneme sürüklenen müşriklere hitap eden ayetleri Müslüman olarak ruhunu teslim eden ölülerimiz üzerine okuyoruz.
Şimdi sûreyi birlikte okuyalım ve anlamaya çalışalım:
Tekâsür, “yüksek bir amaç gütmeden, neden niçin demeden mal mülk gibi her devrin telakkisine göre çokluğuyla övünülen şeyleri büyük bir tutkuyla durmadan çoğaltma yarışına girişmek, mânevî ve ahlâkî sorumluluğunu düşünmeden alabildiğine kazanma hırsına kendini kaptırmak” anlamına gelmektedir.
Sûrede ebedî olan âhiret hayatını, orada verilecek hesabı ve bu hesap için hazırlık yapmayı unutup da fani olan mal mülk gibi imkânları bilinçsizce çoğaltma yarışına girişerek bunlarla avunup övünmenin korkunç bir gaflet ve ahmaklık olduğu vurgulanmaktadır. (Kur’an Yolu Tefsiri’nden kısaltılarak)
Değerli Kardeşlerim!
Etrafımıza şöyle bir bakalım; işleri, emelleri, umutları ve yaşam biçimleri farklı farklı insanlar var. İnsan için yaşamak denen şey sadece nefes alıp vermek, sadece yiyip içmek, sadece üremek ise bunu zaten hayvanlar ve bitkiler de yapıyor. Oysa insanın bunlardan bir farkı olmalı değil mi? Peki nedir bu fark? Bu fark, insanın diğer canlılardan ayrı olarak sorumlu bir varlık olmasındadır.
O halde insanın gerçek anlamda yaşaması, ancak hayatı anlamlı kılacak bir ömür sürmesiyle mümkün olabilir. Bir başka ifadeyle, hayatı anlamlı kılmak; ancak salih amellerle, hayırlı güzel işler yapmakla mümkündür.
Bir Müslüman için dünya nedir, hayat nedir? Dünyayı ve dünya hayatını nasıl görmelidir? Dünya hayatı konusundaki tavrı nasıl olmalıdır? Bu sorulara Hz. Peygamber’in (s) gayet düşündürücü harika cevapları var:
İbni Ömer anlatıyor: Rasulullah omuzumu tuttu ve dedi ki: “Dünyada bir garip/yabancıymışsın gibi veya bir yolcuymuşsun gibi ol/yaşa.” (Buhari, Rikak 3)
Yani dünyaya beyhude kazık çakmaya çalışma! Dünyadan alacağını alıp yoluna devam etmesi gereken bir yolcu olduğunu asla unutma!
Abdullah ibn Mesud anlatıyor: Rasûlullah (s) bir gün hasır üzerinde uyudu. Uyandığında hasır O’nun yan tarafında iz bırakmıştı. Kendisine: “Ey Allah’ın Rasulü, sizin için bir döşek temin etsek!” deyince, “Ben dünyayı neyleyim? Bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip giden bir yolcudan farksızım” cevabını verdi. (Tirmizi)
Değerli Okurlarım!
Şunu iyi anlayalım ve iyi ayırt edelim; elbette dünyada çalışacağız, kazanacağız. Fakat lütfen dikkat buyurunuz: Dünya malı kazanmak başka şey, alıp kalbine sokmaya çalışmak başka bir şey!
Ey ahiret yolcusu! Dünyayı beraberinde götürme derdin olmasın! Zaten başaramazsın.
Koskoca dünyayı nereye sığdıracaksın?
Ahiret yolcusunun, dünyayı yanında götürme çabası ne kadar ahmakça değil mi?
Bir yolcu, yola çıkarken çantasının, bavulunun içine gereksiz eşya doldurur mu? Kayak için Uludağ’a giderken yazlıklarını, denize girmek için giderken kışlıklarını yanına almıyorsun. Peki, ahirete giderken neden bavulunu gereksiz şeylerle dolduruyorsun?
Demek ki şu kısacık ömre gereksiz şeyleri de doldurmamalıyız. Ahirette işimize yaramayacak şeylerin bu dünyada hamallığını yapmamalıyız.
Ahiret bavulumuza ne koyalım?
Ahiret bavulumuza ilk önce imanımızı ve teslimiyetimizi koyalım.
Onların üzerine takvamızı şöyle güzelce bir serelim.
Sonra sevgimizi-saygımızı, iyiliklerimizi, salih amellerimizi, yani güzel işlerimizi bir bir yerleştirelim.
Derken samimiyetimizi boşluklara serpiştirelim.
Ardından ibadetlerimizi, taatlerimizi, zikirlerimizi koyalım.
İşte bu kadar… bu temel ihtiyaçları aldıktan sonra gereksiz şeylere yer kalmaz zaten.
Dünyada yığdığımız paranın-pulun, malın-mülkün ahirette tedavülü yok, yani geçersiz. Bunlar henüz dünyadayken ve hayattayken ahirete yatırım için kullanılmalıydı. Ecel geldi ve iş işten geçti.
Elbette dünyada iyi, mutlu ve müreffeh yaşayalım ve bunun için çabalayalım. Fakat bunu yaparken ahireti atlamayalım, unutmayalım.
Haddini aşan Karun’a halkının söylediklerini hatırlayalım:
“Allah’ın sana verdiği bunca serveti (O’nun rızasına uygun şekilde harcamak suretiyle) ahiret yurdunu kazanmanın yollarını ara; dünyada ahireti kazanmak için çalış. Allah’ın sana bolca ihsanda bulunduğu gibi sen de insanlara bolca iyilik ve ihsanda bulun. Memlekette zulüm ve zorbalıkla fesat peşinde koşma. Zira Allah fesatçıları sevmez.” (Kasas 28/77)
Dünyada ahireti kazanmak için çalışmak. Ömrümüzü buna vakfetmek. İşte bütün mesele bu!
Değerli Kardeşlerim!
Ahiret yokmuş gibi yaşamayalım. Hedefimiz, gayemiz, amacımız, menzilimiz ahiret olmalı. İlk hedefimiz, en büyük emelimiz ahiret olmalı. Tıpkı Allah Rasulü (s) gibi:
Hz. Ömer bir gün yanına gittiği Rasulullah’ı (s) basit birkaç eşyadan oluşan odasında bir hasıra yaslanır vaziyette bulur. Yaslandığı hasırın yanağında iz yaptığını görünce oldukça duygulanan Hz. Ömer ağlamaya başlar. “Neden ağlıyorsun?” diye sorar Allah Rasulü. Kisrâ ile Kayserin lüks ve konforlu hayatlarıyla Rasulullah’ın sıkıntılı geçen hayatını kıyaslar Hz. Ömer.. “üstelik sen Allah’ın elçisisin!” demeyi de ihmal etmez. Allah Rasulü’nün cevabı çok manidar:
“İstemez misin, dünya onların ahiret de bizim olsun?” (Buhârî, Tefsîr 2; Müslim, Talak 31)
Evet, ahiret bizim olsun. Dünya ahiretin tarlası olsun. Bu tarlayı takva ile sürelim. Salih ameller ekelim. Ahiret için güzellikler biçelim. Bundan gayrı ne varsa gelip geçici dünya süsü.
Kur’an’a kulak verelim:
“Mal-mülk, çoluk-çocuk dünyadaki hayatın gelip geçici güzellikleridir. Asıl kalıcı olan hayırlı işler ise rabbinin nezdinde hem mükâfat yönünden daha değerli hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf, 18/46)
“Kim ahiret nimetlerini isterse biz ona istediği nimetleri fazlasıyla veririz. Buna mukabil kim sırf dünya nimetlerini isterse, ona da istediklerinin bir kısmını veririz; fakat onun ahiretteki nimetlerden hiçbir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 42/20)
Geçici dünya nimetleriyle kalıcı ahiret nimetleri hiç aynı olur mu? Tercihimizi yapalım.
Samimi Müslümanlar ahiret nimetlerine talip olur.
Samimi Müslümanlar dünya nimetlerini ahiret nimetlerini elde etmek için sermaye yaparlar.
Şunu bilelim ki, dünyada yaptığımız herhangi bir işimizde eğer ahirete taalluk eden bir yön bulunmuyorsa o yaptığımız işte hayır yoktur.
Ahireti hesaba katmadan yaptığımız hiçbir işte hayır yoktur.
Dünyanın geçici hazları bizi oyalamasın. Allah’ın verdiği ömür sermayemizi boşa harcamayalım.
Mal-mülk bugün var yarın yok. Geçici dünya malı için ahiretimizi yakmayalım. Dünya hırsı sevgimizi yok etmesin. Kardeşi kardeşe düşman etmesin. Bizi insanlıktan çıkarmasın.
Sorarım size aramızda miras kavgası yapmamış kaç kişi var? Miras paylaşımından dolayı birbirine kızgın, kırgın ve küs olmayan kaç kişi var? Bu kavgaları, kızmaları, küsmeleri ahiret için mi yapıyoruz? Elbette hayır! Dünyalık hırsımıza yenildiğimiz için yapıyoruz.
Dünyevileştiğimiz için hak hukuk tanımıyoruz.
Dünyevileştiğimiz için yalandan dolandan, hileden hurdadan uzak duramıyoruz.
Dünyevileştiğimiz için hakikati göremiyoruz.
Hakikat şudur: Ömrümüz tükeniyor. Ecel kapımızı her an çalabilir. Şu kısa dünya hayatı için kalıcı ahireti feda etmek akıllıca değildir!
Rabbim cümlemize anlamlı bir ömür sürmeyi nasip eylesin. Her işimizde ahireti hesaba katacağımız bir şuur lutfeylesin. Ahirette huzura götüreceğimiz kuvvetli bir iman, samimi bir teslimiyet ve günahlarımıza kefaret olacak salih ameller işlemeyi cümlemize nasip eylesin.
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
Önce hayır ve şer kelimelerinin manasına bir bakalım.
HAYIR: “Dinin ve salim aklın beğenip sevdiği, yapılmasını istediği ve Allah’ın rızasını kazanmaya vesile kabul ettiği her türlü şeyler ve işlerdir.”
ŞER:” Dini ilmi ve ahlaki kurallara aykırı düşen iradeli iş ve davranışların tümü diye tanımlanır.”
Hayır ve şerrin tanımını kısaca belirttikten sonra, Müslüman olarak şunu da iyi bilmemiz lazım. Hayır ve şer Yüce Yaratan Rabbimizin bizlere gösterdiği iki yoldur. Bunları sınav için tayin etmiştir. Bundan dolayı bu yolların hangisini tercih etmesi gerektiğini, yarattığı kullarına bırakmıştır ama, insanlara iyiyi kötüden ayırt edebilecek akıl nimeti vermiş, Kur-an’ı Kerim ve Rasül-ü Ekrem s.a.v.’ le hangi yolun doğru hangi yolun yanlış olduğunu da, hiç şüphe getirmeyecek derece beyan etmiştir.
Kuran-ı Kerime baktığımızda, her bir şeyin yalnızca yaratanı Allah c.c olduğunu, dolayısıyla hayır ve şerrinde O’nun tarafından kullarına sınav için yaratıldığını algılamış oluyoruz. Zümer süresi 62. Ayeti kerimede Rabbimiz bizlere şöyle buyuruyor.
“Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil de O’dur.”
Bu sınav karşısında Müslüman uyanık olup, hangi yol onu Allaha ulaştırır, muhasebesini iyi yapmalıdır. Yüce Yaratan nasıl bir Müslüman profili istiyor yine Kuran’a sorarak bakmalı, kimler hesap gününde kurtuluşa erecek bu işin şuurunda olmalıdır.
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.”” (Al-i İmran-104. Ayet.)
Bu ayetten anlaşılan, Müslüman öyle olmalı ki; adeta iyilik semboli gibi, hayatı boyunca hep iyilik yapan, hep iyiliğe sebep olan, kötülüğe yanaşmayan ve aynı zamanda set olan bir kimliğe sahip bir şahsiyet olmalı. Rahman kitabında iyiliğe talip olan kullarını nasılda övüyor:
“”İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar.”” (Mü’minun- 61. ayet)
Allah c.c nun Kitab’ında gördüğümüz gibi, Yaratanın istediği bir Müslüman tarzı var. Mü’mine yakışan kendini bu kalıba uydurmaya çalışmasıdır. Yüce yaratan bizleri hesaba çekerken Kur-anı Kerime ve sünneti seniyye ye hayatımız uygun mu yoksa zıt bir tarz mı var diye hesaba çekecek. Yoksa bizim kendi hesaplarımıza göre hesaba çekilmeyeceğiz.
Yine Efendimiz s.a.v in hadislerine bakıyoruz, buyuruyorki:
İnsanın her bir eklemi için her Allah’ın günü bir sadaka vermek gerekir.
İki kişinin arasını bulman sadakadır.
Bir kimseye binegine binerken, yardımcı olman veya yükünü hayvanına yüklemesine yardım etmen sadakadır.
Namaza giderken attığın her adıma bir sadaka sevabı vardır.
Gelip geçenleri rahatsız eden bir şeyi yoldan alıp atman bir sadakadır Buhari, sulh, 11
Yine Efendimiz s.a.v. buyuruyor ki:
”Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye güç yetiremezse, diliyle değiştirsin. Şayet diliyle de değiştiremezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki , buda imanın en zayıf derecesidir.
Bu iki Hadisi Şerife baktığımızda Müslüman nasıl olmalı anlıyoruz. Yaratanın bir Müslüman dan beklentileri var. Yani Müslüman bir taraftan hayatını nasıl iyilik yaparım günümü nasıl iyiliğe dönüştürebilirim diye muhasebe edecek. Efendimizin tarif ettiği iyilikler hayat tarzı olacak. Bir taraftan da kötülüklere gücü nispetinde engel olacak. Kişi kendi nefsinden başlayarak, tüm kötülükleri terk ederek örnek şahsiyet olmaya çalışacak. Sonra aile efradını, çoluk çocuğunu eliyle islamı bir kimlik kazandırarak İslami bir değişimine sebep olacak. Çevresine, arkadaşlarına, komşularına da diliyle anlatarak İslami kimliklerine vesile olmaya çalışacak. Diğer tarafta gücü yetmediği meselelere de en azından kalbiyle destek vermeyecek, dua ve temennileriyle İslam’a uygun bir ortamı Yüce Yaratan dan dileyecektir.
Şimdi bakalım tüm Müslümanlar iyiliğe anahtar olup, kötülüğe de kilit olsa, o zaman toplum iyiliğe gark olur. Kötülüğe de engel olsa neme lazım demese kötülükler azalır. Ortaya Sahabe dönemi gibi sanki cennet ehli bir toplum oluşur. Çünkü Sahabe-i Kiram cennetin atmosferini teneffüs ediyordu. Onlara cennet ehlinin yaşantısı hoş geliyordu, fıtratlarına safi olduğu için İslam’ı yaşamak uygundu ve yaşadılar. Tabi karşılık olarak da cennet gibi tatlı bir hayatı daha dünyada yaşamaya başladılar.
Fakat Müslümanlık, iyiliği yaşayıp aynı zamanda vesile olarak, kötülüğü terk edip, engel olmaya çalışarak, safi fıtratını korumaya özen göstermese, o zaman insanlar bozuk fıtrattan lezzet almaya başlar. Yüce Yaratan korusun buda İslam’ı iyiliklerin yok olmasına, haliyle de kötülüklerin normal hayat tarzına dönüşmesine sebep olur.
Allah’ımız c.c o kadar merhametli ki, iyiliğe sebep olmayı bile aynı şekilde, iyiliği yapmış gibi ödüllendiriyor. Böyle bir fırsatı da kullar çok iyi değerlendirmeli, iyilik yapmak veya en azından gücü yetmezse iyiliğe vesile olmak yol haritası olmalıdır.
Yine Kuran-a ve Hadise bakalım iyiliğe vesile olmak konusunda Halık-ı Azimuş Şan ne buyuruyor:
” Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.”” Nisa süresi-85.ayet
Peygamberimiz s.a.v de buyuruyor ki:
Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: “Resûlullah (a.s) buyurdular ki:
“Kim bir hidayete davette bulunursa, buna uyanların sevaplarının bir misli ona gelir ve bu durum, onların ücretlerinden hiçbir şey eksiltmez.
Kim bir dalâlete çağrıda bulunursa, buna uyanların günahlarından bir misli de ona gelir ve bu onların günahlarından hiçbir eksiltme yapmaz.” (Müslim, İlm 16.)
Ayet ve Hadisleri gözden geçirdiğimizde anlıyoruz ki, iyiliği sadece yapmak değil vesile olmak bile Allah c.c katında aynı değerde yer almaktadır. Bu sebeple insan güç yetiremediği birçok sahada bile sadece vesile olarak sevap elde edebilecektir. Mesela fakir bir Müslüman Allah c.c yolunda tasattuk etmek isteyip, durumu müsait olmadığı için buna güç yetiremeyebilir. Fakat Yüce Mevla’mız bu kulunun mahzun olmasını istemiyor. O durumda olan kullarımda yapılan bir hayra vesile olsun, parası yoksa aklıyla öncülük etsin ona da aynı ücreti vereyim diyor. Yani iyilik kapılarını çok geniş tutuyor ki, her kul istifade edecek bir saha bulabilsin ve faydalanabilsin.
Şimdi maide süresi 2. Ayetine kulak verip Müslüman Allah c.c katında nasıl olmalı anlamaya çalışarak konumuzu noktalıyoruz. Yüce Rahman buyuruyor ki:
“…İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.”
Demek ki Yaratan, kullarından hep hayra koşan, hayır üzere olan, hayırda yardımlaşıp yarışan bunun yanında şerden kaçan, vesile olmaktan bile kaçınan, bulunduğu yerde mümkünse Allah c.c isyandan söz bile edilemeyen bir karakterde olmasını talep ediyor.
Öyle ise kula yaraşan, her şeyini borçlu olduğu yaratanın rızasına ulaşabilmek için, O’nun bizden beklediği hayat tarzı üzere yaşamamız, O’nun Peygamberi gibi yaşayan bir Kuran olmaya çalışmamız en büyük hedefimiz olmalıdır.
Kıymetli Okurlarım!
En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hadid, 57/4)
Yaratan yarattıklarını hakkıyla görmekte, hakkıyla onlardan haberdar olmaktadır. Bize düşen bu bilinçle hareket etmektir. Çünkü yaşam bulduğumuz bu dünya mutlaka nihayete erecek ve her verilen nimetin hesabı sorulacak.
“Sonra o gün size verilen nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür, 102/8 )
Hz. Zubeyr bu ayeti duyduğunda “Ey Allah’ın Resulü! (yiyip içtiğimiz) hurma ve su olan iki siyahtan ibaretken hangi nimetten hesaba çekileceğiz” sorusunu Efendimiz (s.a.s)’e yönelttiğinde Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “O mutlak olacak” (İbn Mace, Zühd 12)
Biz bu dünyada boşu boşuna yaratılmadık ki.
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin gerçekten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız” (Mü’minûn, 23/115)
Yaratılma gayemiz var.
Bizi yaratan bizden kendisi için bir rızık istememektedir. Çünkü her şey O’na muhtaçtır, O, kimseye muhtaç değil.
“Ben, onlardan bir rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum.”(Zariyat, 51/57)
Bizi Yaratan (bizim menfaatimize) bizden Kendisine ibadet yapmamızı istemekte ve bunun için yaratıldığımızı bildirmektedir.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)
Hesap verme bilinciyle yaşamak, insanın aklını kullandığının emaresidir.
“Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için hazırlayan kimsedir. Aciz kimse ise, nefsi isteklerine tabi olan ve Allah’tan olmadık şeyler isteyen kimsedir.” (Tirmizi, Kıyame 25)
Bu dünya hayatının ötekisi var. Şükürler olsun ki var. … Dünyanın birçok yerinde kendi menfaatleri için insanları birbirine düşüren, onları acımasızca köleleştiren, yetmedi mallarını ve canlarını yok edenler hesap vermeyecek olsaydı… Yaratanı hiç hesaba katmadan dünyayı kendi düşündükleri gibi dizayn etme çabası içinde olanlar hesap vermeyecek olsaydı… İnsanlarda bir hesap bilinci olmasaydı dünya yaşantısı kaosa dönerdi.
Ancak Mazlumlar bilmelidirler ki, Allah zalimin zulmünü elbette bitirecektir. Allah zalimi zulmüyle beraber yerin dibine geçirecektir. Ahiret bilinci işte tam bu noktada Müslüman’a güç verir.
“Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 14/42
Ahiret bilincini elde etme noktasında dua etmekte çok önemlidir.
İbrahim (a.s.) dilinden Kur’an-ı Kerimde bize şu dua üslupları öğütleniyor.
“Ey Rabbimiz! Hesap gününde, beni anamı, babamı ve bütün mü’minleri affeyle” (İbrahim, 14/41)
“(Ey Rabbim) İnsanların dirilecekleri (ve huzuruna gelip hesap verecekleri) gün, beni utandırma. O gün ne mal fayda verir, ne evlât. Ancak Allah’a temiz bir kalp ile gelenler başka” (Şûara, 78-89.)
Gün bugündür. Çalışma yeri buradır. Ahiret ödeme ve ödeşme yeridir. Bu hayatı iyi geçirmek asıldır. Bu dünyadan imansız ayrıldıktan sonra Ahiret hayatında bize yardımcı olacak kimse yoktur.
“Ey insanlar, Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden (kıyamet gününden) çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan Allah’ın affına güvendirerek sizi yanıltmasın.” (Lokman, 31/33)
Peki! Hesap verme bilincini nasıl canlı tutalım?
-Ölümü çokça hatırlayarak.
Peygamber Efendimiz
“Zevkleri bıçak gibi keseni -ölümü- çok hatırlayın!” (Tirmizi, Zühd 4) buyurmaktadır. Ölümü sıklıkla hatırlayacak olursak, malımıza, mülkümüze, makamımıza aldanmayacak, her şeyin bir anda insanın elinin altından uçup gittiğinin farkında olacak, böylelikle ziyana uğrayanlardan olmayacağız.
Aldanma dünyanın velvelesine
Hepsi boş heves bir gün öğrenirsin
Kimi hakka koşar kimi tersine
Her nefesin hesabı var görürsün
-Yaptıklarımızın her birisinin amel defterine yazıldığı bilincini canlı tutarak.
“O gün herkesin amel defteri ortaya konmuştur. Ey Muhammed, suçluların, amel defterlerinden korktuklarını görürsün. ‘Eyvah, bu nasıl deftermiş ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış dökmüş’’ derler. Onlar (bu defterlerde) bütün yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez” (Kehf, 18/49)
-Amellerimizi tartacak bir terazinin var olduğu şuuruyla hareket ederek.
“O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse işte onlar kurtulanlardır. Kimin (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar da ayetlerimize haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini zarara sokanlardır.” (A’raf, 7/8-9)
-Hata yaptığımızda hemen hatamızdan dönüp tüm gücümüzle bir daha o hataya dönmeyerek.
Makbul olan tövbe hata yaptıktan sonra hemen o hatadan geri dönebilmektir.
“Allah katında (makbul) tövbe, ancak bilmeyerek günah işleyip sonra çok geçmeden tövbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah, bunların tövbelerini kabul buyurur. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/17)
Birde makbul olmayan tövbe var ki, işte ahirete kavuşma bilinciyle yaşayanlarda asla olmaması gereken bir durum. Rabbimiz bu hali şöyle bildiriyor.
“Yoksa (makbul) tövbe, kötülükleri (günahları) yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, “İşte ben şimdi tövbe ettim” diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerinki değildir. Bunlar için ahirette elem dolu bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa, 4/18)
-Kıyamet günü mutlaka hesaba çekileceğimizin şuurunda olarak
İbrahim süresi 41. Ayette ahiret, yevmü’l-hisab (hesab günü) olarak isimlendirilmiştir. Evet, bir hesap mutlaka var. İşte bize düşen bu hesaba hazırlık yapmaktır.
“Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizi, Kıyamet 1)
Hesap Bilinciyle yaşam sürmek bize neleri kazandıracak?
Yaratan tarafından emredilen şeylerin yerine getirilmesi yasak kapsamına alınan her şeyden uzak durulması bizim menfaatimizedir
-Biz hesap verme bilinciyle hareket ederek psikolojik yapımızı düzeltecek, problemlere dayanma gücümüzü artıracak, Yaratanın ve insanların rızasını kazanarak mutlu ve bahtiyar bir dünya hayatı geçireceğiz. Yaşama sevincimizi asla kaybetmeyeceğiz.
-Ahiret bilinci Mümine Allah için çalışma yapmakta güç verecektir. Mümin bu hayatın fani olduğunu idrak edecek, baki âlemin ahiret olduğuna gönülden iman edecek, tek kazancın Allah rızası için çalışmak olduğu bilincine varacak, böylelikle “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar” (Maide, 5/54) ayetine mazhar olacaklar.
-Ahiret bilinci mazluma dayanma gücü verecektir. Zalimler iflah olmamışlardır, olmuyorlar ve olmayacaklardır. Allah onları hep hüsrana uğratmıştır. Bu hüsranlık, hem dünya hem de ahiret hüsranlığıdır.
Hesap hak. Hesap gerçekleşecek. Yapılan işlerden hesap verilecek.
Geliniz! Hesabını veremeyeceğimiz şeylerin ardına düşmeyelim.
Geliniz! Ahiret bilinciyle yaşayarak dünyada mutlu, ahrette huzurlu olalım.
Geliniz! Ölümün ne zaman bize geleceğinin bilmediğimiz bu dünyada ölüm ve ölüm sonrası için hazırlık yapalım.
Geliniz! Peygamberimizi şu hadisini hayat düsturu edinelim.
“Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, Kıyamet, 14).
Rabbim bizi aklını başına alanlardan eylesin. Rabbim ibret alanlardan eylesin. Rabbim imanla yaşayıp imanla bu dünyadan ayrılanlardan eylesin. Rabbim hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekenlerden eylesin.
Cumanız mübarek olsun. Allah’a emanet olun.
Bismillahirrahmanirrahim.
Bizleri erkek ve kadın olarak en güzel bir biçimde yaratan, varlığından haberdar eden, yeryüzünde ibadet için inşa edilen ilk mabedin Kâbe-i Muazzama, Mescid-i Haram olduğunu bizlere bildiren Yüce Rabbimize hamd ü senalar olsun!
İnsanlığın yolunu aydınlatan bütün peygamberlere, hassaten Mekke’de iken Dâru’l-Erkam’ı mescit edinen; hicret esnasında misafir olduğu Kuba’da, Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “temelleri takva üzerine kurulu mescid” diye övgüyle bahsettiği Kuba Mescidini kendi elleriyle inşa eden; ve Medine’ye ulaşınca da ilk iş olarak hayatın merkezine mescidi yerleştirmek üzere Mescid-i Nebi’yi inşa eden Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya salat ve selam olsun!
Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler
Değerli Okurlarım,
Sözlerime başlarken hepinizi sevgiyle, saygıyla, hürmet ve muhabbetle selâmlıyorum. Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı üzerinize olsun!
Sözlerimin başında bugün asr-ı saadetten günümüze inşa edilen bütün camilerde mimarından işçisine, mihrap görevlisinden kayyumuna, cemaatine kadar hizmet edenleri, rahmet ve şükranla yâd ediyorum.Camiler ve Din Görevlileri haftamız kutlu olsun.
Diyanet İşleri Başkanlığı olarak her yıl 1-7 Ekim tarihleri arasında Camiler ve Din Görevlileri Haftası kutlanmakta olup bir tema etrafında bu haftayı idrak etmeyi güzel bir gelenek haline getirildi..Bugün ben sizlere önceki yıllar kutlanan “Cami, Kadın ve Aile” konusunda yaşadığımız aksamaların, eksikliklerin nedenlerini beş başlık altında sıralamak ,bunu tekrar gündeme getirmek istiyorum. Birincisi, İslâm’ın kadın konulu öğretileri ile tarihte ve günümüz toplumlarında egemen olan düşünce, telakki ve uygulamalar arasında derin farklar bulunmaktadır. Kadın ile ilgili sorunlar, kadın hakkında oluşan yanlış düşünce ve telakkiler sadece doğu toplumlarının ya da İslâm toplumlarının sorunu olmayıp bütün bir insanlığın problemidir.
İkincisi, ne yazık ki tarih içinde Müslümanlar kadın konusunda bizzat Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Peygamberin çizdiği çerçeveyi dahi yakalayamamış, İslâm toplumlarında maalesef Kur’an öncesi kadın telakkileri hayatiyetini, üstelik İslâm görüntüsü altında sürdürebilmiştir.
Üçüncüsü, kadim din ve kültürlerin Müslüman toplumlara tesiri, yerleşik kültür ve geleneklerin dine baskın çıkması ve din anlayışımızı etkilemesidir. Bugünün Müslümanlarının kadın ve cami arasındaki ilişkiyi düşünme biçimleri, hakiki bir mümin şuurundan çok geleneklere dayanmaktadır. Yapılan camiler, hanım cemaat göz önünde bulundurulmadan inşa edilmektedir.
Dördüncüsü, dinin ve dini metinlerin yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanmasıdır.
Beşincisi, modernitenin zihnimize nüfuz etmesidir. Müslümanlar, modern zamanlarda kadının toplumsallaşması ile ilgili müspet-menfi hemen her şeyi kabullenmiş gibi gözükmektedirler. Ancak kadının cami ile ilişkisi noktasında tam bir kabul oluşmamıştır. Bugün hayatın hemen her alanında var olan kadını Allah’ın mescitlerinden alıkoymak büyük bir çelişkidir.
Resul-i Ekrem Efendimizin önce Mekke’de, sonra Medine’de kurmuş olduğu toplumun en temel ilkesi kişinin herhangi bir ayrım olmaksızın Allah karşısında eşit olmasıdır. Allah, Âdem ve Havva’yı birbirine eş olarak, topraktan yaratmıştır. Her ikisini de yeryüzünü birlikte imar etsinler diye var etmiştir. Her ikisine de halifelik görevi vermiş, sorumluluk yüklemiştir. Bu yaratış insanı cinsiyet ayrımı olmaksızın Allah karşısında ve dünyaya gönderiliş amacında eşit kılmıştır. Ne yazık ki insanlık tarihi kısa bir sürede kendi içinde bir ayrıma gitmiş ve kadın-erkek arasındaki biyolojik farklılıkları bir üstünlük meselesine dönüştürmüştür. Bu üstünlük iddiası o kadar ileriye varmıştır ki, medeniyetin beşiği denilen topraklarda bile kadınların haklarına tecavüz edilmiş, onlar daha aşağı varlıklar olarak algılanmışlardır. Zamanla bu algılar yaygınlaşmış ve sanki gerçeğin kendisi zannedilmiştir., Peygamber Efendimizin ifadesiyle onlar “bir bütünün iki eşit yarısı” olarak kabul edilmiştir.
Peygamber Efendimizin başlattığı bu dönüşüm, Hz. Aişe, Hz. Fatıma gibi tarihin gidişatına yön veren kadınlar ortaya çıkarmıştır. Fakat ne yazık ki yine zamanla eski inanışlar canlanmış ve kadınlar toplumsal hayatın dışına itilmeye başlamıştır. Bu o kadar ileri noktaya varmıştır ki, kadınlar ibadet mekânlarından, camilerden bile uzak tutulmaya başlanmıştır. Sevgili Peygamberimizin “Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerinden alıkoymayın” uyarısı adeta unutulmuştur. Hanım kardeşlerimiz Allah’ın mescitlerine yabancılaşmış, camilerde eşleriyle, çocuklarıyla ibadet edebilme neşesinden mahrum kalmışlardır. Cami özlemlerini sadece Ramazan gecelerinde teravihlerle gidermeye çalışmışlardır.
Oysa camiler Allah’ın evleridir ve kimse Allah’ın evine gelen birini men etme hakkına sahip değildir. Camiler bizimle canlıdır. Camiler, gölgesinde büyüdüğümüz, dertlenince sığındığımız, bizi Yaratan ve Yaşatan Rabbimize misafir olduğumuz, sevinçlerimizi ve üzüntülerimizi paylaştığımız, hatimler indirdiğimiz, bayramlar kutladığımız, yaşadıkça kuvvet bulduğumuz ve öldüğümüzde de taşına uzandığımız ulvî mekânlardır. Camiler, ömrümüz akıp giderken arada bir hayatın dışına çıkmak için uğradığımız binalar değildir. Camiler hayatımızın parçasıdır. Dönüp dolaşıp geldiğimiz yerlerdir. Mihenk taşımızdır. Biz camiler etrafında şekilleniriz. Biz camilerde hayat buluruz.
Kıymetli Okurlarım,
Gerçekten Allah’ın kullarına ne şekilde bir yöneliş sunuyor bugünün camileri? Örneğin kadınlara ne kadar yer veriyor ve hangi mekânları ayırıyoruz cami projelerimizde? Daha doğrusu bir cami tasarlarken, zihnimizde nasıl bir kadın tasavvuru hakim? Öyle zannediyorum ki, modern zamanların cami tasarımlarında kadın, Allah’ın karşısında, Allah’ın huzurunda bir kul olarak algılanmıyor. Bunun sonucunda da cami mimarisinde kadınlar yok sayılıyor. Camilerde kadın mekânları düşünülmüyor. Camiler, kadın-erkek herkes için Allah’ın evi, Allah’ın huzuruna çıkılan yer olması gerekirken, ne yazık ki cami mimarisinde kadınlar göz erdi edilerek bir ayrım yapılıyor. Başta bu mimari özellik, camilerimizi kadınlara elverişli kılmamakta, onların huzuru ilahiye çıkmalarını zorlaştırmaktadır
Saygıdeğer Okurlarım ,
Konuyla ilgili uygulamayı yakinen takip etmek amacıyla; kadınların bayram ve Cuma namazı kılabilecekleri camilerin tespit edilmesi, bu camilerin tuvalet ve abdest alma mekânlarının varsa iyileştirilmesi, yoksa oluşturulması amacıyla ülke genelinde çalışmalar başlattıldı. Değerli Okurlarım,
Ancak hedefe ulaşmak için bu çalışmalar yeterli değildir. Bu geçici bir çözümdür. Asıl gerçekleşmesi gereken bir zihin dönüşümüdür, daha doğrusu zihnimizin dinimizin öngördüğü algıya yeniden ulaşmasıdır.
Çünkü hepimiz biliyoruz ki Camiler, Allah’ın huzurudur. Kimseye özgü değildir. O huzura kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük-küçük herkes çıkabilir. Orada kimse bir diğerinden farklı ve ayrıcalıklı değildir.
Çünkü hepimiz biliyoruz ki, camiler, Kabe’nin şubeleridir. Beytullahın temelinde peygamber eşi, peygamber annesi Hz. Hacer’in ellerinin izi vardır. Safa ve Merve tepeleri arasında her sa’y yapışımızda Hz. Hacer’in aziz hatırasını zihinlerimizde yeniden canlandırmaktayız. Zemzem suyu, onun sa’yinin hürmetine ikram edilmiştir. Ve halen hepimiz onun izinde yürümekteyiz Safa ve Merve tepelerinde…
Çünkü hepimiz biliyoruz ki, Hz. Meryem’i, mabede en güzel bir şekilde buyur eden ve mihrapta eğiten Rabbimizdir. Kur’an-ı Kerim, bize Hz. Meryem’in kendisini mabede adadığını, orada rüku edenlerle birlikte rüku ettiğini öğretmektedir. O, bu mukaddes mabette arınmış ve nice ilahi lütuflara mazhar olmuştur.
Çünkü hepimiz biliyoruz ki, hanım sahabiler, Mescid-i Nebî’de, Sevgili Peygamberimizin (sas) arkasında çocuklarıyla birlikte saf tutma mutluluğuna erişmişlerdir. Gecenin karanlığında yatsı namazlarına, seher vakitlerinde ise sabah namazlarına devam etmişlerdir. Hatta Sevgili Peygamberimiz, çocuk ağlaması işitince namazları kısa tutmuştur. Efendimizin (sas) mübarek sesinden Kur’an dinleyip bazı sureleri onun dilinden hafızalarına nakşetmişlerdir.
Cuma namazlarına katılarak bu mübarek vaktin bereketinden istifa etmişler, Efendimizin (sas) dilinden hutbe dinlemişlerdir. Bayram namazlarını coşkuyla eda etmişler, tekbirlere ortak olmuşlar, dualara hep birlikte amin demişlerdir.
Değerli Okurlarım ,
Bugün Kâbe’de kadın-erkek ayırımı gözetmeksizin ibadetimizi yapmaktayız. Hacca gitmeye karar verdiğimizde ailemizle gitmeyi tercih etmekteyiz, oraya eşimizi ve çocuğumuzu, anne ve babamızı götürmeyi dilemekteyiz. Aynı bunun gibi camiye de bu düşüncelerle, aynı dileklerle gitmeliyiz, orası da eş ve çocuğumuzu, anne ve babamızı alıp götüreceğimiz ulvi bir mekândır. Çünkü camide okunan Kur’an’lara, indirilen hatm-i şeriflere, okunan mevlidlere, camide yapılan vaazlara, camide tutulan saflara ve camide teneffüs edilen huzura hepimiz eşit derecede muhtacız. Oralarda erkeklere olduğu kadar kadınlara da yer vardır. Oralarda büyüklerin olduğu kadar küçüklerin de hakları bulunmaktadır.
İşte bu sebeplerle gölgesinde çocukluğumuzun şekillendiği, avlusunda ailemizle sohbet ettiğimiz bir cami tasavvur edelim. Ve ezanlar bizi ailemizden, çocuklarımızdan bir an olsun ayırmasın. Onları da yanımıza alıp kapısından girmeliyiz bu ulvî mekânların. Bir cami tasavvur edelim, secdelerinde kadınların alınları, rükularında çocukların acemiliği bulunsun. Bir cami tasavvur edelim, ilim ve hikmetiyle, maneviyatıyla bizi, anne-babamızı, eş ve evladımızı ve bütün müminleri kucaklasın. Ve nasıl Zekeriya aleyhisselam, mabede adanmış Meryem aleyhisselama her uğradığında onu rızıklanmış bulduysa, biz de ailemizin camilerde rızıklandığına şahit olalım. Hz. Zekeriya ve Hz. Meryem gibi bilelim ki: “Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır”.
İslam dininin temel amacı yaratılmış olan şerefli mahlûkata hayatı boyunca kılavuz olmaktır. Bu kılavuzluk neticesinde insanoğlunun dünya ve ahiret mutluluğu hedeflenmiştir. Bu hedef doğrultusunda ise bazı helaller ve bazı yasaklar getirilmiştir. Getirilmiş olan bu ilkelerin hepsi insan için onun kendi menfaati içindir. Dünyalık huzur insan için olduğu gibi uhrevi mükâfat (cennet) insan içindir. Bunun zıddını ifade edersek dünyevi sıkıntı insan içinse uhrevi ceza (cehennem) insan içindir.
Yüce Allah’a karşı kulluk vazifemiz olan ibadet hayatımızı yerine getirmemekteyiz. Din sadece ibadet hayatıyla sınırlı hükümler ihtiva etmemektedir. İbadet hayatıyla beraber günlük yaşantımızda dikkat etmemiz gereken ilkelerde İslam Dininde mevcuttur. Yeme-içme, giyinme, eğlence, aile hayatı, cinsel yaşam, sosyal hayatla ilgili beşeri ilişkilerde takınılması gereken prensipler Dinin genel çerçevesi içinde yer almıştır. İnsan için çizilen bu çerçeve, yaratılmış insanın fıtratına ters olmayan, hakeza fıtratı destekleyen, onuru güçlendiren bir çerçevedir.
Sözlükte “yasak, memnu” anlamına gelen haram, dini bir terim olarak, kesin bir delille, açık bir şekilde yapılmaması istenen fiildir. Haram, dinî bir kavram olup, bunu tespit ve tayin yetkisi sadece Allâh’a aittir. Bu konuda insanların yetkisi yoktur. Hz. Peygamber’in bu konudaki hadisleri, Allâh’ın koymuş olduğu hükmü açıklamaktan ibarettir. Bu nedenle İslâm âlimleri, hakkında nass bulunmayan konularda ihtiyatlı davranarak haram tabirini kullanmaktan kaçınmışlardır.
Dinen yapılması veya yenip içilmesi yasaklanmayan, serbest bırakılan şey demektir. Allâh ve Rasûlü’nün bir şeyin helâl olduğunu belirtmesi veya işlenmesinde günah olmadığını bildirmesi, o fiilin helâl olduğunu gösterdiği gibi, o fiil veya şeyin yasaklandığına dair bir delil bulunmaması da helâl olduğunu gösterir. Zira eşyada aslolan helal oluşudur. Buna göre bir şey, dinin açık bir hükmüne, yasağına ve ilkesine aykırı olmadıkça helâldir, meşrudur. Helâl kavramının, meşru, caiz, mubah tabirleri ile yakın ilişkisi vardır. Çoğu zaman da eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Kur’an-ı Kerimde Yüce Allah iyi ve güzel olan şeyleri Peygamber vesilesi ile helal kıldığını çirkin ve kötü şeyleri haram kıldığını bizlere şöyle bildirmektedir. “Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Ayet-i kerime haram kılınan şeylerde kötülük ve pislik olduğunu, helal kılınan şeylerde ise iyilik ve temizlik olduğu vurgulanmaktadır. Bu yönüyle “helal ve haramı insanın kendi yaşantısını güzele ulaştıran, kötülüklerden alıkoyan emirlerdir” diye ifade edebiliriz. Bir başka ayet-i kerimeyi sizlerle paylaşmak isterim. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “(Ey Muhammed!) Sana, kendilerine nelerin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size temiz ve hoş olan şeyler… helal kılındı.”
Kur’an-ı Kerim bizlere helal ve haram kılma yetkisinin Allah’a ait olduğunu bizlere bilmediğimiz şeyler hakkında şu helaldir veya şu haramdır dememizi yasaklamaktadır. Bu husus ile ilgili iki ayet-i kerimeyi sizlerle paylaşmak isterim. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır.
De ki: “Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helâl, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?” De ki: “Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz? Diğer bir ayette ise mealen şöyle buyrulmaktadır. De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.”
Bu ayetler açıkça, haram ve helâli belirleme hakkının sadece Allah’a ait olduğunu göstermektedir. Bu nedenle helâl ve haramı kendisinin belirlemesi olacağı kanaatinde olan herkes Allah’ın haklarına tecavüz etmiş olur. Buda çok büyük bir günahı gerektirmektedir.
Allah’ın helal kıldıklarını helal olarak kabul edip onlara yönelmeli, haram kıldıklarını da haram kabul ederek onlardan kaçınmalıyız. Bize düşen en doğru davranış şekli bu olacaktır. Yoksa haramı helali belirlemeye kalkışırsak o zaman haddimizi aşmış oluruz. Yüce Rabbimizin bu husustaki ayet-i kerimeler şöyledir.
“Lisanlarınızın yalan yere vasıflandırdığı şeyler hakkında “Şu helâldir ve şu haramdır” demeyiniz ki, Allah’a karşı yalan iftirada bulunmuş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah’a karşı yalan da bulunanlar felâha eremezler.”
“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.
Yukarıda sizlerle paylaşmış olduğum ayetler bizlere şu hususu hatırlatmaktadır. Bu hatırlatmada Allah’ın helal kıldığını haram kılmak, haram kıldığını ise helal kılmanın çok büyük günah olduğudur. Bu sebeple hakkında kesin bilgi olmadığımız veya herhangi bir hüküm çıkarma kabiliyetimiz olmadan az bir bilgi ile bir şeye helal veya haram dememeliyiz. Çünkü böyle bir davranışın vebali çok ağırdır. Hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir konu hakkında helal ve haram dersek o zaman dinle ilgili prensipleri bozabiliriz. Bu durum ise bizlere çok büyük sıkıntılar doğuracaktır.
Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde ise helal ve haram hakkında şu hususu bizlere bildirmektedir.
“Allah Resulullah (a.s) buyurdular ki: “Helal, Allah Teala’nın kitabında helal kıldığı şeydir. Haram da Allah Tealanın kitabında haram kıldığı şeydir. Hakkında sükût ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual külfetine girmeyiniz.”
Yüce Rabbimiz İslam dini ile bizlere zorluğu değil kolaylığı getirmiştir. Bu kolaylıklardan biride zaruret halinde olunduğu durumlarda haddi aşmamak helalleri haram saymamak üzere haram olan bir şeyi yiyebilir veya bir işi yapabilir. İlgili ayette Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır. “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Haram günün şartlarına göre helal olarak görülmemeli, helal günün değişen ve gelişen şartlarına görü haram sayılmamalıdır. Bize düşen görev helalleri haram, haramları helal saymak yerine tespit edilen helallere uymak ve haramlardan kaçınmaktır.
Sözlerimi Hz. Peygamber (s.as.) Efendimizin haram ve helal hususunda takınmamız gereken tavrı bildiren bir hadisiyle sonlandırıyoruz. “Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da muhafaza etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah’ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir.
Yüce Rabbim helallerine uymayı haramlarından kaçınmayı, dünya ve ahiret mutluluğunu yakalamayı, bu mutluluk için uğraş içerisinde olmayı bizlere nasip etsin. Allah’a emanet olun.