27 Kasım 2025 Perşembe
Recep Çınar
Her yıl 24 Kasım tarihinde “Öğretmenler Günü” kutlanır. Zira bu, bu meslek mensuplarına değer verildiğini gösterir. Öğretmenler, İnsan ruhuna dokunmak, kalplere iyilik tohumları ekmek, vatana ve insanlığa faydalı bireyler yetiştirmek gibi birçok sorumluluk taşır. Bu yönüyle bakıldığında öğretmenlik, sadece sınıfta ders anlatmak değildir. Bir hayat rehberliği, bir ahlak terbiyecisi, bir şahsiyet inşasıdır. Meslekten öte bir “dava”dır!
Her mesleğin kendine özgü zorlukları vardır. Ancak öğretmenlik, doğrudan insan yetiştirmeye dokunan bir meslek olduğu için bu zorlukların topluma yansıması çok daha derindir. Eğitim sistemimizdeki yapısal sıkıntılar, değişen müfredatlar, teknolojinin getirdiği yeni yükler… öğretmenlerin karşılaştıkları pek çok sorunlar var. En önemlisi ise toplumun dünyevileşmesidir!
Yani, bu geçici dünyaya ait olmak, dünya ile ilgili duruma gelmek. Dünyanın çekiciliğine kapılarak yaşamak; geçici olana gönül vermek, özetle dünyasallaşmaktır.
Rabbimiz Nahl Suresi 107. ayette: “Bu, onların dünya hayatını sevip ahrete tercih etmelerinden ve Allah’ın kâfirler topluluğunu asla doğru yola iletmeyeceğindendir” diyor.
Peygamberimiz (sav) da; “Ahirete nisbetle dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Dikkat etsin, o, parmağıyla neyi geri getirebilir?” (H.Ş.)
Dünyevî imkânları elde etmek ya da zengin olmak dünyevileşmek demek değildir. Bir problem olmaması için insanın elde ettiği maddi imkânları kontrol edebilmesi, onların esiri olmaması ve onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde kullanabilmesi gerekir.
Dünyevileşme, Allah’ı ve ahreti unutarak dünyaya aşırı düşkünlük göstermek, dini inanç ve değerlerin gündelik hayattan uzaklaştırılması anlamına gelir.
Halbu ki Dünya, Ahiretin tarlasıdır. Yani ahreti burada kazanıyoruz. Ayrıca buradaki nimetlerden istifade etmek, meşru ve gerekli. Yani dünyadan tamamen el etek çekmek ve dünyayı ihmal etmek, meşru değildir.
Diğer taraftan dünyanın geçici ve sadece bir araç olduğunu da unutmamak gerekiyor. Yani dünya, baki değil fanidir/kalıcı değil geçicidir! Dostluk ve sevgi dâhil, buradaki her şey fanidir.
Bu yüzden insanın ilk vazifesi, dünyayı imardır, yani çalışmaktır. Buradaki çalışmadadenge gözetmek icap eder. Ama her işin başı eğitimdir! İslam âlimleri öyle diyor; “Eğitimi pahalı bulanlar cehaletin bedelini ağır öderler!”
Araştırmalar, sürekli göz önünde olan materyaller de sadelikten öte çocukların hayal gücünü aktive edecek durumdaysa dikkat dağınıklığına ve daha önemlisi odaklanamama problemlerine neden olabiliyor. Sonrasında çocuklarımızda olan dikkat dağınıklığının nereden geldiğini sorgular hale geliyoruz kendimizi. Eğitimde, amaca hizmet eden görsel kullanılmalıdır. Örneğin; “A” harfi öğrenilirken, yanında sadece (mesela) “armut” resmi olması yeterlidir, diyor uzmanlar. Ayrıca çocuk, harf ile görsel arasında net bir bağ kurar. Fazladan süsler yoktur ve zaten gereksizdir. Eğitim materyallerinde asıl meselenin ise ,”göze hoş görünmek değil, çocuğun öğrenmesini kolaylaştırmak” olduğunu söylerler.
Eğitimci Mustafa Aydın, “Ma Aile” dergisindeki yazısında; “Öğretmenlik İnsan Yetiştirme Savaşıdır. Zira öğretmenlik, bir meslekten öte bir davadır. İnsan ruhuna dokunmak, kalbine iyilik tohumları ekmek, vatana ve insanlığa faydalı bireyler yetiştirmek gibi büyük bir sorumluluk taşır. Okuyalım ve okutalım! Ama neyi ve nasıl?
Japonya Eğitim Bakanlığı yaşanan teknolojik gelişmelerle öğretmenliğe olan ihtiyacın azalacağına inanıyordu. Ancak Japon Strateji Müdürlüğü olarak yapılan bir araştırma sonucunda öğretmenliğe olan ihtiyacın daha da önemli hale geldiği ortaya konulmuştur” diyor.
Bilhassa son yüz yıldır Siyonizm’in oluşturduğu bu Kapitalist dünya düzeni insan fıtratını bozdu, ahlakı değersizleştirdi, Maddiyet değer ölçüsü olarak sunuldu, böylece toplumlar bozuldu. Bu durumdan öğretmenler de haliyle etkilendi. Çözüm mü? Fıtrata uygum yaşam, bunun için de kendi medeniyet değerlerimize dönüştür.
Küçük bir ülke SİNGAPUR bu konuda birçok ülkenin önünde! Nüfusu 6 milyon, bunun yüzde 15’i Müslüman olan bu ülke kaliteli eğitim ve güçlü öğretmene sahip! Singapur’da öğretmenlik her açıdan saygın bir meslek. Mesleğe yeni başlayan bir öğretmenin maaşı, Tıb Doktorlarının başlangıç maaşından daha yüksektir! Ayrıca yıl içinde yapılan özenli değerlendirmelerin sonucunda ekstra ücretler de verilmektedir. Singapur’un Başkanı da Müslüman bir Bayan; Halimah Yacob!
Eğitimde örnek diğer bir ülke ise FİNLANDİYA. Singapur ve Finlandiya örnekleri, eğitimin kalitesini belirleyen en temel unsurun öğretmen olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Her iki ülke de öğretmen seçimine, mesleki eğitimine ve sürekli gelişimine büyük özen gösteriyor. Bu yaklaşım, eğitimde sürdürülebilir başarının tesadüf değil, bilinçli bir tercih olduğunu ortaya koyuyor.
İslam tarihinde ilk ve en büyük Öğretmen Hz. Muhammed (sav) idi!
Çünkü O, Vahiy aktarmakla kalmamış, aynı zamanda insanlara ahlakı, bilgiyi, okumayı ve öğrenmeyi öğretmiştir. Peygamberimizi’in unvanlarından biri de “muallim” (öğretmen) dir. İslam’daki ilk eğitim kurumu sayılabilecek yer ise “Darü’l Erkam” dır. Burada Hz. Muhammed (sav), sahabelere ilk derslerini vermiştir. Bu mekân hem bir Okul hem de bir Manevi Eğitim Ocağı gibi işlev görmüştür.
Medine döneminde ise Mescid-i Nebevi’nin bitişiğinde kurulan “Suffa”, İslam tarihindeki ilk düzenli “yurtlu okul” sayılır. Buralarda yetişen sahabeler farklı bölgelere giderek öğretmenlik ve irşad görevleri üstlenmiştir.
İslam Dininde Öğretmenlik, sadece bilgi aktarmak değil, aynı zamanda örnek olmak, ahlakı yaşatmak anlamına gelir.
Bu gün ülkemizde, Atama bekleyen öğretmen sayısı 600 bin! Üniversite mezunu olup iş bulamayan gencimizin sayısı ise, 3 milyondan fazla!
Bu ülkede kasabasına varınca Üniversite açmak yerine, üretim ve istihdama yönelik yatırımlar yapılamaz mıydı?
Deveye, “boynun neden eğri” diye sormuşlar! Deve de “ nerem doğru ki”, demiş! Bizimkisi de böyle!
Bizim Ülke sorunumuz elbette sadece Eğitim, Öğretmen … değil! Ne Ekonomimiz sağlıklı, Ne Tarım Hayvancılığımız yeterli, ne de teknik ve teknolojide olmamız gereken yere gelebildik! En önemlisi de AHLAK çöktü, çökmeye de devam ediyor! Okuyalım, okutalım, ama neyi ve nasıl? Önce Ahlak ve Maneviyat! Ne yazık ki ülkemizde, “pahalılık” arttıkça “Ahlak” düşüş yapıyor!
Tartışmak, eleştirmek… kulağımıza sıradan bir davranış gibi gelebilir! Ancak doğru yapıldığında zihnimizi açan, ufkumuzu geliştiren, fikirlerimizi büyüten ve insanı olgunlaştıran bir sanattır. Yanlışlar, usulünce söylenir ve doğrusu gösterilerek yanlış olduğu ispat edilir! Bütün bunlar yapılırken karşımızdakine rakip değil, insan gözü ile bakabilmemiz önemlidir.
Geçtiğimiz Pazartesi günü (24 Kasım) Öğretmenler Günü kutlandı. Bu gidişle mevcut sistemle her gün kutlama günleri düzenlense neyi değiştirir ki?
Öğretmenlerimizin de tüm toplumumuzun da Allah (cc) yar ve yardımcısı olsun. Her şeye rağmen geçen “Öğretmenler Günümüz” hayırlı ve kutlu olsun.
Dostça kalın…
Recep Çınar
Her yıl olduğu gibi bu yıl da 25 Kasım (yarın) Edirne’nin düşman işgalinden kurtuluşunu kutlayacağız. Bilindiği gibi Edirne, 1361 yılına kadar Bizanslıların sahip olduğu bir şehir iken 1361 yılına gelindiğinde Osmanlı topraklarına katılmış ve İstanbul’un fethine kadar 92 yıl Osmanlıya başkentlik yapmıştır. Osmanlı döneminde Edirne’de başta Camiler olmak üzere pek çok Mektep, Medrese, Kütüphane, Han, Hamam, Köprü, Çeşme, Kervansaray ve Saraylar … yapılmıştır.
Diğer taraftan, gerçekten insan fıtratı ile çelişmeyen, insana huzur ve ferahlık veren şehir planlaması ve mimari tarzı ile Edirne, “Şehirler Sultanı/Sultanlar Şehri” olarak tarihe geçmiştir. Bu durum yaklaşık 5 asır devam etmiştir.
Ve işgaller!
Osmanlı döneminde Edirne ilk olarak 1829 yılında Rus işgaline maruz kalmıştır. İkinci işgal, yine Ruslar tarafından ve 1878 yılında olmuştur. Üçüncü işgal, 1913 yılında Bulgarlar ve son işgal ise 1920 yılında Yunanlılar tarafından yapılmıştır. İşgallerden kurtuluş ise 103 yıl önce (28 Kasım 1922) gerçekleşmiştir.
Bu işgallerde, Dünya çapında en zengin tarihi eserlere sahip şehirlerarasında yer alan Edirne, büyük ölçüde tahrip edilmiştir. Bu da, Batı Medeniyeti ile Osmanlı – İslam Medeniyeti arasındaki farkı gözler önüne sermektedir!
Nasıl mı? Batı, tarih boyunca girdiği her yeri tahrip etmiş, Osmanlı ise imar etmiştir.
Bunu, Gayri Müslimler bile söylüyor!
Mesela; Hırvat kadın yazar Ivana Sojat; “Osmanlılar fethettikleri yerleri yakıp yıkmadı, aksine inşa ve ihya etti. Osmanlılar bu bölgeye gelmeden önce nehirlerimizin üzerine köprü inşa edilmemişti. Onlar, Romalıların bıraktığı yerden inşa etmeye devam etmişlerdir” diyor, bir yazısında.
Ve Edirne’nin Düşman İşgalinden Kurtuluşu:
En son Yunan işgali altındaki Edirne’nin kaderi, “Büyük Taarruz’un zaferle sonuçlanmasıyla değişmeye başladı. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesine göre Yunanlılar Karaağaç ta içinde olmak üzere Meriç’in batısına kadar bütün Doğu Trakya’dan çekilecek, yerlerine geçen itilaf birlikleri bu bölgeyi, en çok bir ay içinde Türk Birliklerine bırakacaklardı. Bu şekilde 25 Kasım 1922’de birliklerimizin Edirne’ye girmelerinin önü açılmış oldu. Böylece Serhat şehri olarak Edirne tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
Yarın, Edirne’nin düşman işgalinden kurtuluşunun 103. yılını kutlayacağız. Evet, ama Edirne düşman işgalinden kurtulalı 103 yıl geçmiş olmasına rağmen yanlış zihniyetlerin işgalinden bir türlü kurtulamadı!
“Bu da nasıl soru” diyenler olabilir! Evet, esas olan da bu sorunun cevabını bulabilmektir.
Dört defa düşman işgaline uğrayan Edirne tarihi varlıklarının/eserlerinin birçoğunu kaybetti, bu tartışma götürmez bir konu. Ancak işgalden sonra geri kalanlar sadece bugünkü mevcut olan eserler değildi! İşgallerde kısmen zarar görmüş, fakat onarılması mümkün olan nice Cami, Han, Hamam, Çeşme, Mektep, Medrese vb. tarihi eserler nerede, onlara ne oldu? Niçin kollanmadı, yıkılıp yok olmaya mahkûm edildiler! Kimler yıktılar? Sudan ucuz fiyatlara kimler, kimlere nasıl sattılar? Bunlar açıklasın da millet de bilsin!
Merak edenler, Edirne Valiliği Kültür Yayınları arasındaki Rıfkı Melül Meriç’in yazdığı Şehrin Hüznü adlı (Edirne’nin Tarihi ve Mimari Eserleri Hakkında yazdığı) kitabı mutlaka okumalı!
Başta Kaleiçi ve Karaağaç semtleri olmak üzere onca sivil mimari örneği binaların yıkılıp yerlerine beton ucubeler dikilmesine kimler karar verdi, kimler “rant” sağladı? Bunların tamamını ne Rus, ne Bulgar, ne de Yunanlılar yapmadı! Bunların çoğu işgallerden sonra yaşandı. Bu yıkımı yapanlar, Osmanlı mirasını reddeden zihniyettir. Edirne halkı bu gerçekleri bilip, bu katliamı yapan zihniyetlere değil oy vermek, hesap sormalı!
Aksi halde Edirne’nin düşman işgalinden kurtuluşunu her yıl değil, her ay kutlasak hiçbir şey değiştirmez!
Onun için Edirne’nin yeniden ve acilen bir kurtuluşa ihtiyacı var! Ama bu defa Rus’tan, Bulgar’dan, Yunan’dan … değil; son 103 yılın yarıdan fazlasında Edirne’yi yönetip de bu hale getiren yanlış zihniyetlerden!
Dostça kalın…
Recep Çınar
Dünya’da “kutlama günleri” yapan ülkelerin herhalde başında geliriz! Listeye baktığımızda senede 116 kutlama günümüz var! Bunlar; Çocuk Hakları günü, Kadın Hakları günü, Erkekler günü, İnsan Hakları günü, şu günü, bu günü… Tabii, bir kısmında özel kutlama programları yapılıyor. Birçoğunda ise “kutlamanın” sadece adı anılıyor!
Bu gün de 20 Kasım, Çocuk Hakları Günü!
İşin garibi, son yıllarda Türkiye’de Doğurganlık Oranlarının alarm verdiği görülüyor! Türkiye’de doğurganlık oranı dünya ortalamasının altına düşmüş, nüfus hızla yaşlanıyor! TÜİK verilerine göre 2024 itibarıyla çocuk ve genç nüfus oranı azaldı, yaşlı nüfus oranı artmaya devam etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan “En Az 3 Çocuk, Neden 5 Olmasın?” çağrısı yaptı!
Tamam, da çocuk, kadın ve erkekler için teşvik edici hangi haklar sağlandı! Asgari ücret 22 bin 104 TL! Bu aylık ücretle çalışan bir insan, hele kira da ödüyorsa nasıl aile kurar, nasıl çocuk yetiştirir?
Mesela, Almanya’da net asgari ücret 1700 Avro. Mesela, 4 kişilik bir ailede (Erkek, Kadın ve 2 çocuk) Erkek tek başına çalışıyor. Bakın şimdi devlet nasıl hesap yapıyor! Bir insanın insanca yaşaması için ayda ortalama 400 Avro yeme-içme masrafı gerekir. 4 kişi, 1600 Avro eder. 1000 Avro da ev kirası, etti 2600 Avro. Aylık açık 900 Avro! İşte Sosyal Devlet bu şahsa çalıştığı halde 900 Avro sosyal fondan ödeyerek açığını kapatıyor, ailenin insanca yaşama geçimini sağlıyor! Ayrıca her çocuk için de aylık 250 Avro harçlık veriyor! Gördünüz mü çocuk haklar nasıl olurmuş? Almanya’da insanlar bir asgari ücret aylığı ile 170 Kg. et alabiliyor! Türkiye’de ise sadece 27 Kg. Buyrun, buradan yiyelim! Yapılan araştırmada Türkiye’de asgari ücretli çalışan sayısı Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada geldi! Türkiye’de çalışan asgari ücretlilerin sayısı yaklaşık 20 Avrupa Birliği ülkesinin toplamından daha fazla olmuş!
Almanya’da ülkeyi yönetenlerin onlarca uçağı, yüzlerce araba konvoyları yok! Sarayları yok! Yüzlerce değil, onlarca bile hizmetçisi de yok! Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye görüşmeye gelen 350 milyar Euro cari fazla veren Almanya’nın Başbakanı Olaf Scholz, uçaktan inince valizini, bilgisayarını, dosyasını kendi taşıyordu! Hizmetçisi, arabası, konvoyu yoktu! Türkiye’ye görüşmeye bu şekilde gelmişti.
Günümüz Dünyasında sözü edilen 116 çeşitli kutlama günleri “laf”la insanları oyalamadan başka nedir ki? Eylemsiz söz bir şey ifade etmez. Katil İsrail’in son 2 yılda katlettiği Müslüman çocuk sayısı (yetişkinler hariç) 20 binden fazla! Peki, başta İslam ülkeleri olmak üzere dünya ülkeleri laftan başka ne yaptı!
Bir de İslam’ın tüm insanlara verdiği haklara bakalım!
Çocuğu ile Genci ile Yaşlısı ile Kadını ve Erkeği ile İslam dininin/düzeninin insanlara sağladığı haklar;
Birleşmiş Milletlerin imzalayarak yayınladığı Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, bu hakları 30 maddede toplamıştır. Fakat görünen odur ki, uygulamada bu maddeleri hayata geçirmek için Hıristiyan âleme ayrıcalık tanıyor, İslam dünyasına gelince kurallar gereği gibi uygulanmıyor. Bunun en yeni örneği başta Filistin olmak üzere İslam Dünyası’nın birçok ülkesinde bu haklardan söz etmek bile mümkün değil.
Bir toplumun kendi problemlerini çözüp mutluluk içinde bir hayat geçirebilmesi için, sadece düşünmek, serbest düşünmek yeterli değildir. İnsanlar serbest bir şekilde düşünebildikleri ve düşündüklerini açıklayabildikleri gibi, diledikleri gibi inanma ve inandıkları gibi yaşama hakkını da (başkalarının sınırını aşmamasşartıyla) elde etmelidirler. Çünkü dilediği gibi inanmayan yahut inandığı gibi yaşayamayan bir toplumun düşünmesi, şevk ile çalışması, düşünülen şeyleri uygulama alanına canla başla koyması mümkün değildir.
Şimdi, İslam’ın insana sağladığı haklar ile dünya insanlığının içinde yaşadığı bu köle düzeninin insanlara verdiği hakları bir mukayese edin! Bir tarafta Allah’ın koyduğu haklar ve kurallar, diğer tarafta insanların koyduğu haklar ve kurallar! Yaratılan (insan), Yaratana (Allah’a) (hâşâ) rakip olmaya çalışıyor!
Dostça kalın…
Recep Çınar
Medya; bilgi, haber, eğlence ve kültürel içeriklerin geniş kitlelere iletilmesini sağlayan iletişim araçlarının genel adıdır.
Medya Türleri ise; Görsel Medya, İşitsel Medya, Basılı Medya, İnternet ve Yeni Medya şeklindedir.
Bu türlere, bir de MUZIR medya ekleyenler var! Muzır, Zarar veren, rahatsız eden veya yaramaz anlamında bir kelime. Milli Gazete yazarlarından merhum Mehmed Şevket Eygi, 1 Ağustos 2017 tarihli “Muzır Medya” başlıklı yazısında “Muzır Medya” ile ilgili çok önemli uyarılarda bulunmuş ve bugün de geçerli olan uyarı mesajları vermişti!
Mehmed Şevket Eygi’ye göre muzır medyanın özellikleri ve hususiyetleri, kötülükleri, yanlış yönlendirmeleri şöyle;
1. Halkı sersemletmek, zombileştirmek (Uykusuzluktan, yorgunluktan serseme dönmüş kimse), beynini yıkamak, doğru ve sağlıklı düşünemez hale getirmek.
2. Halkı her konuda manipüle etmek.
3. Müstehcen yayınlarla ahlakı bozmak.
4. Kadın ve kızlara taciz ve tecavüzlere yol açmak.
5. Dikkatleri, ciddî ve hayatî konulardan, önemsiz ıvır zıvır magazin konularına çekmek.
6. Kutsal dinî konuları mıncıklamak, ayağa düşürmek, hafife almak.
7. Futbolu abartmak, futbol holiganlığını çoğaltmak.
8. Müslümanları sekülerleştirmek, dünyevileştirmek, İslam’dan uzaklaştırmak.
9. Dindar Müslümanları, Sosyolojik Müslüman haline getirmek.
10. Uyuşturucu satıcılarını kahramanlaştırmak.
11. Her türlü ahlaksızlığı, terbiyesizliği, densizliği ballandıra ballandıra anlatmak.
12. İffetsizliği teşvik etmek.
13. İç ve dış önemli konuları ciddî analizlerle anlatmamak, içyüzlerini aydınlatmak için çalışmamak.
14. Lüksü, israfı, her türlü çılgınlığı ve manyaklığı desteklemek, halkın bunlara imrenmesini sağlamak.
15. Toplumun temeli olan aileyi yıkmak.
16. Zinayı teşvik etmek.
17. İnsan hakları ile ilgili hiçbir beyannamede ve sözleşmede bir değer olarak zikri geçmeyen Laikliği, Demokrasinin ve Cumhuriyetin temel ve ana değeri, olmazsa olmaz şartı gibi göstermek.
18. Şapka yüzünden masum vatandaşların olağanüstü mahkemelerde yargılanıp nicesinin idam edilmesini iyi ve faydalı bir şey olarak göstermek.
19. Faşist, zalim, baskıcı, merhametsiz tek parti diktatörlüğünü örnek Altın Çağ gibi göstermek ve kurtuluş için ona dönülmesini istemek.
20. Osmanlı Padişahlarını ve Halifelerini açıkça veya sinsice kötülemek, aşağılamak, tahkir etmek.
21. Kur’andan ve Sünnetten çıkartılmış kutsal din hükümlerinden oluşan Şeriatı (İslam Hukukunu) kötülemek, tahkir etmek.
22. İnsanları azdırmak, onlara günah işletmek için alabildiğine azdırıcı yayınlar yapmak.
23. Parayı, malı, zenginliği ana değer ve ana amaç haline getirmek.
24. Ribayı (İslam’da karşılığı olmayan artı değir) , faizi normal ve meşru göstermek.
25. Halk sınıflarını, okur yazan cahiller haline getirmek.
26. Gerçek kahramanları unutturmak, sahte kahramanları uçurmak.
27. Sapıklığın her türlüsünü sinsice teşvik etmek.
28. Ciğerleri beş para etmez birtakım müptezel (saygınlığını yitirmiş) kimseleri örnek, model, ideal olarak göstermek.
29. Lüksü, israfı, aşırı tüketimi, aşırı konforu alabildiğine teşvik etmek.
30. İspatlanamamış sapık evrim teorisini gerçek gibi göstermek.
31. Enformasyon değil, dezenformasyon yapmak.
32. Yüceltilmesi gereken evrensel değerleri alçaltmak, tahkir etmek, alçaltılması gereken değerleri yüceltmek.
33. Gayr-i ilmî sapık Feminizm ideolojini yaymaya çalışmak.
34. Zalim ve faşist vesayet sistemini övmek ve istemek.
35. Gerçekleri gizlemek, konvansiyonel yalanları yaymak.
36. Yakın tarihimizdeki kanlı ve acımasız diktatörleri övmek ve kahramanlaştırmak.
37. Halkı saçma sapan yıldız falı hurafeleriyle meşgul etmek.
38. Türkiye halkını kendi kimlik ve kültüründen uzaklaştırıp yabancılaştırmak.
Çoğunluğu oluşturan, lakin birbirinden kopuk bin parçaya ayrılmış bulunan Türkiye Müslümanları, birleşip güçlü bir medya kurmazlarsa, muzır medyanın kurbanı ve maskarası olmaya devam edeceklerdir.
Bugünkü parçalanmışlık ve bölünmüşlük ile bugünkü şifahî taşra kültürü ile güçlü bir medya kurulamaz.
Müslümanların tek bir Ümmet olması, bu Ümmetin başında râşid bir İmam/Lider bulunması, halkın bu İmam’a, Lider’e biat ve itaat etmesi, ortak bir ıslah ve kurtuluş planı, projesi, programı yapılması gerekir.
Ey Müslüman! Ttakip ettiğin medyaya dikkat et! Muzır medyanın kurbanı ve maskarası olma!
Dostça kalın…
Recep Çınar
Cemaziyülevvel, Hicri ayların beşincisidir. Bu, bilhassa eski nesillerin kullandığı bir deyimdir ayni zamanda. Şu an bu ayın içerisindeyiz. Bugün Cemaziyelevvel ayının 22’si. Bilhassa eskiden, “ben senin Cemaziyelevvelini bilirim” deyimini sık sık duyardık. Peki, bu söz nereden geliyor, niçin söyleniyor? Günümüzde bu meşhur deyimin anlamını da bilen pek yoktur! Bu kelime, Bir kişinin geçmişiyle ilgili olumsuzluklarını anlatmak anlamını içerir. Özellikle kişinin geçmişteki kötü hallerine bu deyimle vurgu yapılır. Bu deyim, “ben senin geçmişini bilirim” anlamında kullanılır.
Bu meşhur deyimin bir de hikâyesi var!
Osmanlılarda arşivciliğe büyük önem verilir ve devlete ait her belge titizlikle saklanırdı. Şimdiki gibi dosyalama düzeninin olmadığı o dönemde devlet dairelerinde bu iş için çuvallar kullanır ve her aya ait biriken belgeler bir torbaya doldurarak korunur, üzerine evrakların ait olduğu ayın adı yazılırdı. Sene sonunda on iki tane olan evrak torbaları arşive kaldırılırdı. Arşive kaldırılan belgelerin birbirine karışmamasının ve arandığı zaman kolay bulunabilmesinin sağlanması için torbaların üzerine iri yazı ile ait olduğu ayın adı yazılır, bundan sonra torbalar mahzene indirilip, orada sıraya konulurdu. O tarihlerde alaturka saat ve hicri takvim kullanıldığından torbaların üzerine yazılan aylar; Recep, Şaban, Ramazan, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir şeklinde idi…
Yıllardan birinde Cemaziyel evvel ayına ait belgelerin bir sandığa konulup, sandığın kapağı mühürlenerek belgelerin başka bir yere götürülmesi gerekmiş. Bir gün, Arşivde görevli dar gelirli bir memur, istenilen belgeyi sandığa boşalttıktan sonra eski yıllara ait boş torbayı alıp evine götürmüş! Bir süre sonra da yoksulluk nedeniyle bu torbadan kendine don gömlek, iç çamaşırı diktirmiş ve giymeye başlamış.
Torbanın üzerindeki saf bezir işi mürekkep, çamaşırın birkaç kez yıkanmasına karşın çıkmamış ve torbanın üzerindeki Cemaziyelevvel yazısı, iç çamaşırın arka bölümünde olduğu gibi kalmış. Bir gün hamama giden kâtip, orada daire arkadaşı ile karşılaşmış. Arkadaşı kâtibin iç donunun üzerinde yazılı kalan Cemaziyelevvel yazısını fark etmiş! İşi anlamış ama ses çıkarmamış. Gel zaman git zaman torba hırsızı kâtip mesleğinde terfi ederek Müdür olmuş.
Artık kadife astarlı samur kürkler, mücevher işlemeli kaftanlar giyer olmuş. Eski meslek arkadaşlarına tepeden bakmaya başlamış! Hamamda rastladığı arkadaşı da onun emrinde çalışıyormuş. Bir gün aralarında bir tartışma çıkmış. Gururu kırılan arkadaşı eski torba hırsızı Müdüre şunları söylemiş: “Haydi canım sen de, kime hava atıyorsun?
Ben senin Cemaziyelevvelini (geçmişteki kötü halini)” de bilirim…
“Cemâziyelevvelini bilmek” sözü o günden sonra, herhangi bir kişinin geçmişteki bir kusurunun unutulmadığını “üstü kapalı bir biçimde” anlatmak için kullanılmaya başlanmış…
İnsan, geldiği yeri unutmamalı. Bir zamanlar kendisinin çektiği acı durumları, başkalarına çektirmeye kalkmamalı.
Başkalarının yaptıkları yanlışsa, aynı yanlışları tekrarlayan kişi olmamalı.
Herkes yanlış da yapsa, kendisi doğruyu yapanların ilki olmalı. Veraset yoluyla yahut hasbe’l-kader kendisini çok iyi bir konumda bulmuşsa, onu bulamayanları düşünmeli, kendisini o insanların yerine koymalı.
Sahip olduğu o imkânların elinden alınıvereceğini aklına getirerek hep iyiliklerin adamı olmaya gayret etmeli. Kendini kibirli, gururlu ve üstün gören insanlar gönül fakiri insanlardır.
Her birimizin Cemaziyel evveli olduğu gibi Cemaziyel ahiri de yok mu?
“Ne oldum” dememeli insan. Ne olacağım diye düşünmeli!
İşte, “Cemâziyelevvelini bilmek” sözü o günden sonra, herhangi bir kişinin geçmişteki bir kusurunun unutulmadığı, “üstü kapalı bir biçimde” anlatmak için kullanılmaya başlanmış…
İnsan, geldiği yeri unutmamalı. Bir zamanlar kendisinin çektiği acı durumları, başkalarına çektirmeye kalkmamalı. Başkalarının yaptıkları yanlışsa, aynı yanlışları tekrarlayan kişi olmamalı. Herkes yanlış da yapsa, kendisi doğruyu yapanların ilki olmalı. Veraset yoluyla yahut hasbe’l-kader kendisini çok iyi bir konumda bulmuşsa, onu bulamayanları düşünmeli, kendisini o insanların yerine koymalı.
Sahip olduğu o imkânların elinden alınıvereceğini aklına getirerek hep iyiliklerin adamı olmaya gayret etmeli. Her birimizin Cemaziyel evveli olduğu gibi Cemaziyelahiri de yok mu?
Bu millet artık Merkezi Yönetimin de, Yerel Yönetimin de Cemaziyelevvelini öğrendi!
“Ne oldum” dememeli insan. Ne olacağım diye düşünmeli. Bu konuda şu şiir de yazılmış;
Elin hiç kalem tutmazdı,
Kalbin yine boşluktaydı,
Kafan hep karışıktı,
Cemaziyel evvelini bilirim ben senin.
Abdestini hep eksik alırdın,
Namazında huşuyu bulamazdın,
Dua niyazda bulunmazdın,
Cemaziyel evvelini bilirdim ben senin.
Tanımadıklarına Selam vermezdin,
Muhabbetullahı hiç bilmezdin,
Bir gönüle hiç girmezdin,
Cemaziyel evvelini bilirim ben senin.
Ölümü hiç hatırlamazdın,
Kul hakkı nedir tanımazdın,
Gönülden tevbe tutmazdın,
Cemaziyel ahirine duacıyım ben senin.
Bu hususta İslam büyükleri şöyle der;
“Bir insanda kendini yüksek görme, hırs ve şehvet, söz söylerken soğan gibi kokar.” (Hz.Mevlana)
“Kendini sürekli överek, karşısındakini küçümseyen insanlar, derinlerinde yoğun bir yetersizlik duygusu taşırlar.”
“Güneşin bile bir zerre sayıldığı kâinatta, kendini büyük görmek, edebe uyar bir şey değil”. (Sadi Şirazi)
“İblisin huzurdan kovulmasına sebep, ben ondan hayırlıyım diyerek büyüklük davasına kalkışmasıdır”. (İmam Şarani)
“Kibir; Kendisinden habersiz, kendini bilmeyen insanın durumudur. Tıpkı güneşten haberi olmayan buzun kendini bir şey zannetmesi gibi.” (Hz. Mevlana)
Cenab-ı Allah (cc) Kur’an-ı Kerim de böyleleri için; “Haydi, içinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!” diyor, (Nahl Suresi, 29.)
Rabbim, şeytanın ahlakı olan kibirlenmekten, büyüklenmekten, benlikten ve başkalarını küçük görmekten korusun.
Dostça kalın… (Alıntı:H.Cangökçe)