09 Ekim 2025 Perşembe
AYDINLAR MİLLİ OLMALIDIR
HUDUTLARIN KANUNU – SINIRIN, TOPRAĞIN VE VİCDANIN HİKÂYESİ
TÜRKÇE'NİN HAL Ü PÜR MELÂLİ
Kişisel Gelişimde Zaman Yönetiminin Rolü
Polis memurundan duyarlı davranış
EDİRNESPOR: KENT KİMLİĞİNİN KAYBOLAN RENKLERİ
Recep Çınar
Evlilik, “kadın ve erkek arasındaki sevgi, şefkat, muhabbet, ilgi ve desteğin en ince detaylarına kadar tezahür ettiği mukaddes bir zemindir. Evlilik, erkek ve kadının fiziki, maddî ve ruhi yönden birbirinde sükûn ve huzur bulmasının adıdır” şeklinde tarif edilir.
Nikâh, aile yuvasının kurulmasını sağlayan önemli bir akid, yuvanın temel taşları olan, bir kadınla bir erkeği birbirine kenetleyen en samimi en sağlam bir bağdır. Karşılıklı sevgi ve saygının kaynağı, teminatıdır.
Nikâh ise, karı-koca arasındaki müşterek hayatın garantisidir. Nikâh, hem hukuki hem sosyal, hem ahlakî ve medenî anlamda ağırlığı olan bir sözleşmedir. Nikâh, her iki tarafa bir takım haklar kazandırdığı gibi sorumluluklar da yükler.
Evlenme, Evlilik: Bir erkekle bir kadın arasında Allah’ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muamele. İslâm nazarında bir ibadet kabul edilen evlilik ile ilgili olarak, İslâm Hukuku’na dair yazılan kitaplardan bazısında; “Bizim için Hz. Adem’den bu güne kadar, meşrû (İslam Hukukuna uygun) olarak devam ede gelen ve Cennette de devam edecek olan iki şey vardır; bunlar, evlenme ve imandır, (İbn Âbidin, III, 3) şeklinde kaydedilmektedir.
Rabbimiz (cc), “Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı…” diyerek (en-Nahl Suresi /72) Evliliğin önemini belirtir.
Bir diğer ayette ise; “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda birsevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır” diyor. (Rum Suresi /21)
Peygamberimiz (sav)’ın bu konuda birçok hadisleri var; (birkaç örnek)
İslam hukukunda nikâh kıyma yetkisine sahip olanlar şunlardır:
Osmanlı Devleti’nde nikâhlar, kadılar ve onların yetkilendirdiği imamlar tarafından kıyılmıştır.
Cumhuriyet döneminde resmi nikâh ile evlilikler yapılır, dini nikâh ise özelde din görevlilerine yaptırılırdı.
28 Kasım 2017 tarihinde yürürlüğe giren Evlendirme Yönetmeliğinde değişiklik yapılmasına dair yönetmelik ile müftülüklere de resmi nikâh kıyma yetkisi verilmiştir.
Genelgeye göre müftüler, kendilerine verilen nikâh yetkilerini kendi il, ilçe, belediye sınırları içinde kullanabilecek. Yani artık Dini Nikâh ile Resmi nikâh birleştirilmiş ve bu görevi yerine getirme görevi Müftülüklere verilmiştir. Bu konuda herhalde haberi olmayanlar var ki, bazıları hala nikâh için Belediye’ye gidiyorlar! Aslında bu yeni uygulama dinimiz için de nikâh yapacaklar için de en uygun olanı.
Müftünün evlenme başvurularını kabul etme, evlenme dosyasını hazırlama, evlenmeyi gerçekleştirme, aile cüzdanını düzenleyip verme, evlenme bildirimi düzenleyerek bunu nüfus müdürlüğüne bildirme gibi görev, yetki ve sorumlulukları da var.
Düğünün yapılmasının en önemli nedenlerinden birisi tabii ki eğlence değil, yapılan nikâhın insanlara, daha fazla kişiye duyurulması amacıdır. Yani bu kişiler artık nikâh üzerinedir ve bunlardan olacak çocuklar, nikâhlı insanların çocuklarıdır şeklinde bir duyuru niteliğindedir. Özellikle bundan yüzyıllar önce iletişim araçlarının daha kısıtlı olması, bu duyurunun farklı şekillerde olmasına neden olmuştur. Lakin günümüzde bu merasimi abartarak, Yüce dinin emrettiklerinin dışına çıkan düğünler, böylesine hayırlı işe gölge düşürecek niteliktedir.
Dinimiz İslam, Hayatımızı he yönüyle tanzim eden bir düzen/sistem olarak bize yol göstermediği hiçbir konu yoktur. Dolayısıyla nikâhın da usul ve şartları vardır. Bunlar; İslamî nikâhınşahitlerin huzurunda olması, icap ve kabul, erkeğin gayrimüslim olmaması, mehir, sözleşmenin ilanı ve kutlanması gibi şartlarıdır.
İslam’a Göre Düğünde Dikkat Edilmesi Gerekenler;
* Kadın ve erkekler ayrı mekânlarda birbirlerini görmeden kutlama yapılmalıdır. * Kesinlikle alkol, dansöz vs. unsurlar bulunmamalı, haramlardan kesinlikle kaçınılmalıdır.
* Gereksiz ve abartılı masraflardan uzak durulmalı, israfın dinimizce haram sayıldığı akıldan çıkarılmamalıdır.
* Yemek vermek sünnet olsa da, kimse imkânını zorlayarak borç altına girmemeli ve imkânı çerçevesinde hareket etmelidir.
* Düğün davetleri maddi sınıf ayrımı yapılmadan, zengin fakir herkese yapılmalıdır. İslam’ın güzelliğinin, bu tarz şeylere yer vermemesi olduğu unutulmamalıdır.
* Kur’an-ı Kerim okunarak, bu hayırlı vakit dualanmalı, dualarla olmalıdır.
* Efendimiz (sav), düğün yapanların bir koyunla dahi olsa, imkânları varsa ziyafet vermelerini tavsiye etmiştir.
* Peygamberimiz (sav), düğünün çeşitli şekillerde duyurulmasında sakınca görmemiş, ancak İslami usullere uygunluk aramıştır.
Düğünlerde aşırılığa kaçıp çevresinde hasta, yaşlı, dinlenen insanların olduğunu unutarak gereğinden fazla gürültü yapmak, bir insanında hakkına girmek olduğu düşünülmeli, günümüz şartları da değerlendirilerek eğlence yapılmalıdır. Birisinin mutluluğu için sınırsız ve aşırı davranış biçimleri, başkalarının uzun süreli rahatsızlığına yol açmamalıdır. Tesettür ve eğlencede dini kurallarımızı aşmamalıyız!
Müslüman, Allah’ın emirlerine teslim olan insandır! Emrettiklerini yapmaya çalışan, yasaklarından da uzaklaşan insan. Garipler, yetimler bu merasimler esnasında onura edilerek, dinimizin güzellikleri bu kutlamalarda daha derinden yansıtılmalıdır.
Huzurlu bir evlilik için 5 şart;
Dostça kalın…
Recep Çınar
Milli Gazete bünyesinde 2016 yılından beri genelde Kadın Yazarların gayretleri ile aylık olarak yayınlanan “Maaile” (Ailece) isimli derginin Ağustos 2025 tarihli sayısında ağırlıklı olarak “Mahremiyet” konusu ele alınmış.
Peki, Mahremiyet nedir?; “Saygıya ve gizlenmeye değer şey, kendileriyle evlenmek haram olan yakın hısım, İslâm’ın kendileriyle evlenilmesini yasakladığı belli hısımları ifade eden bir fıkıh terimi” olarak tarif edilir.
Her insanın bilmesi ve uyuması gereken bir konu mahremiyettir! Toplumumuzun fertleri arasından her geçen gün hızlanarak kayıp giden mahremiyetin, maalesef peyderpey yitirildiği fark edilmiyor!
Bilhassa yaz gelince “özgürlük” diyerek teşhir (gösterme/sergileme) sayılacak kadar her şey ulu orta seriliyor. Yani mahrem ve mahremiyet sınırlarının ihlalinin çoğaldığı bir mevsim yaşanıyor. Oysa yaz mevsimi, insan ruhunda bir ferahlık çağrıştırsa da bazen fazlasıyla görünür olmak, insanı yorar. Hele de kadınsanız!
Halbu ki kadın bedeninin teşhir (gösterilmek) nesnesine dönüştüğü modern dünyada “görünür olmak” bir ihtiyaç değil, dayatmadır. Bu görünürlüğün ruhsal sebebi ise sebebi bilinmeyen yorgunluk, iç huzursuzluğu bencillik, değersizlik duygusu, arsızlık ve kaygıdır.
Gerek kitabımız Kur’an, gerek Dinimiz İslam, gerekse Peygamberimiz (sav) bir hedef koymuşsa, istediğin gibi yap demez asla. Hedefi koyan, gidiş yollarını da bize gösteriyor!
Bir mümin ahlâkın, hayânın, edebin timsali olmalıdır. Çünkü ahlakını muhafaza etmeyenin ne savaş meydanlarında, ne sohbet meclislerinde yer edinmesinin imkânı yoktur. Hayâ, mahremiyetin iç sesidir. “Bu, bana yakışmaz” dedirten o ince çizgidir. Milli Görüş Lideri merhum Erbakan Hoca daima her alanda “Önce ahlak ve maneviyat” demiştir. Aile yapısının bozulmasındaki temel sebep olarak “fıtratla (yaradılış) savaşan batı değerlerini” göstermiştir.
Mahremiyet ne sadece örtünmek, ne sadece kapıyı çalmak, ne de sadece konuşulanı saklamakla sınırlı. O, insanın kendini değerli hissetmesiyle başlıyor.
Mahremiyet, ayni zamanda edeb, hayâ, sınır bilinci ve saygının adıdır. İslam’ın bizden istediği örtünme; göze, dile, kalbe ve hatta niyete kadar uzanan bir bütünlüğün parçasıdır.
Eskiden, babalarımızın evde olmadığı zamanlarda annelerimiz yemek yaparken bir şey eksik olduğunda veya ani bir misafir geldiğinde bizi hemen bakkala veya diğer esnaflara gönderir ve aldıklarımızı veresiye defterine yazdırmamızı söylerlerdi. Bu, çekinilecek bir durum değil, bilakis mahalle kültüründe olağan bir durumdu.
Günümüzde sınırlarımızı önce sosyal medyada, sonra dijital alışkanlıklarda kaybettik. Tatilde çektiğimiz bir fotoğraf, çocuğumuzun özel bir anı, evimizin içi, yediğimiz yemek, hissettiğimiz öfke, kırgınlık, sevinç… hepsi dijitalin “kaydeden” yüzüne teslim! Hepsi görünür oldu. Hepimiz görünür olduk! Ama ya görünmemesi gerekenler? Mahremiyetin geleceği, bu yüzden yalnızca bireylerin değil, aynı zamanda kodların, algoritmaların ve veri politikalarının da meselesidir.
Çocuklar her zaman gördükleri şeye ani tepki vermezler. Ama bu içerikler zihinlerinde iz bırakır. Göz gördüğünü kalbe taşır ama kalp her taşınanı sindiremez. Zaten gönül neyle beslenirse ona dönüşür. Dikkat et, gönlüne düşüverir!
Bugün sosyal medyada sadece bedenler değil, utançlar da teşhir ediliyor! Ahlaki yozlaşmalar, rezillikler alkışlanıyor. Cinayetlere “hak etti”, şiddete “kesin bir şey yapmıştır” diyenlerin sayısı artıyor. Suçun bahanesi olur mu? Ama artık kötülük bile “normal” diye karşılanıyor.
Sade bir nikâh, başını sokacak bir ev ve yeterince eşya evlilik için yeterlidir. Bunların daha iyi versiyonları zamanla olur. Ancak maddi sebeplerle geciktirilen evlilikler haramlara kapı aralamaktadır! Evine almak istediğin her ürün için kendine bu soruyu sor. Önceliklerini belirle ve ihtiyaçların üzerinden ilerle. Bir mobilya takımının her parçasına ihtiyacın var mı, yoksa sadece hepsine sahip olmak mı cazip geliyor? Acelesi yoksa zaten elzem değildir.
Her gelen gün insanlığımız ölüyor. Gün geçmiyor ki yürek yakan bir cinayet haberine uyanmadığımız.
Mahremiyet, kapıdan başlar!
Osmanlı döneminde kapı tokmakları sadece bir işlev aracı değil, ayni zamanda ince bir mahremiyet ve görgü aracıydı. Osmanlı toplumunun sosyal yapısı ve aile mahremiyetine verdiği önem, evelerin mimarisine ve en küçük ayrıntılarına kadar yansımıştır. Kapı tokmakları da bunun dikkat çekici bir örneğidir. Osmanlı’da kapı kültürü demek, evvela tokmak, sonra selam demekti. Kapı tokmağı gizli bir zarafetti. Yani mahremiyetin anahtarı değil, tokmağı vardı! Osmanlı evlerinde özellikle iki farklı sesli, iki farklı tokmak bulunurdu.
Evin içindekiler, kapıya vurmadan önce tokmağın çıkardığı sesten gelenin cinsiyetini anlarlardı. Eğer kadın tokmağı çalındıysa, evdeki kadınlar kapıyı telaşsız açardı. Eğer erkek tokmağı çalındıysa, evin erkeği veya örtünmüş bir kadın kapıya yönelirdi. Bu, aile mahremiyetinin gözetilmesini sağlayan son derece zarif ve ince bir yöntemdi.
Nereden nereye…!
Unutmayalım ki, Cennetten yasak meyveyi yiyen Hz.Adem ve Havva’nın ilk fark ettikleri büyük ilke mahremiyet olmuştur!
Dostça kalın…
Örnek Kapı Tokmakları
Recep Çınar
26 Eylül, ülkemizde her yıl “Türk Dil Bayramı” olarak kutlanır. Daha ziyade protokol düzeyinde yapılan bu kutlamadan halkımızın çoğunun haberi bile olmaz!
Her an kullandığımız iletişim araçlarımızın en önemlisi olan “dil”in ne anlama geldiğini toplum olarak acaba ne kadar biliyoruz?
Çok geniş anlamıyla dil, düşünce, duygu ve güdüleri, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bildirmeye yarayan bir anlatım aracıdır.
Dil veya lisan, “insanların düşündüklerini ve hissettiklerini bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşmadır” şeklinde de tarif edilir.
Kelime ise, anlamı veya görevi bulunan ve tek başına kullanılabilen ses veya sesler topluluğudur. Kelimelerin genellikle anlamları vardır.
“Dilbilgisi derslerine mi başlıyoruz, nereden çıktı bu tarifler” diye merak edenlerimiz olabilir!
Başbakanlık Takip Kurulu 2005 yılında aldığı bir kararla “Radikal dini örgütler kullanıyor” diye 45 kelimeyi yasaklamıştı. Genelgede, radikal dini örgütlerin bazı kelimelere farklı anlamlar yüklediği kaydedildi.
İşte Söylenmesi Yasak Kelimeler;
Bel’am, Beyt’ülmal, Biat, Cemaat, Cihad, Dar’ül Erkam, Dar’ül Harp, Dar’ül İslam, Emir (lider), Emir’ül mü’minin, Fetva, Firavun, Halife, Hicret, Hilafet’ül mü’minin, Hizbullah, Hizb’uş Şeytan, İmam, İmamet, İnfak, Kafir, Karun, Kışla, Laikler, Laikçiler, Medine dönemi, Medrese, Mekke dönemi, Mele (molla) Mücahid, Mü’min, Münafık, Mustaz’af, Müstekbir, Seyda, Şehadet, Şehit, Şeriat, Şeyh, Şeyh’ül İslam, Şirk, Şura, Tağut, Tebliğ, Tekke, Tevhid.
Genelge yayınlandığında yasağa birçok kesimden tepkiler gelmişti. “Benim hangi kelimeyi hangi manada kullandığıma kim karar verecek, böyle yasakçı anlayış olmaz” şeklinde itirazlar da oldu.
“Gizli” olduğu gerekçesiyle Milletvekillerinin görmesine bile izin verilmeyen genelge bütün kamu kurum ve kuruluşları ile okullara gönderilmişti. “Radikal dini örgütler kullanıyor” denilerek telaffuz edilmesine dahi izin verilmeyen bazı kelimelerin tek sayıldığı, bazı kavramların da kullanılmasına kısıtlama getiren genelgenin yayınlanması “ülkemizde 28 Şubat anlayışının henüz kırılamadığını da gösterdi” yorumlarına yol açmıştı. Bazı kelimelerin “kullanılmaması” istenmesine karşın Dini vaaz ve sohbet yapanlar “Cemaat’e, Cihad’a, Medrese’ye, Şeyh’e, Şehit’e, Tevhid’e, Tebliğ’e, Dinî radikal grupların ne anlam yüklediğini nereden öğrenip, farkımızı ortaya koyacağız? Sözgelimi, “Firavun” kelimesini, kötülük yapan anlamında kullanamayacak mıyız? “Şehit veya Şeriata (İslam Hukuku)“, İslâm’dan ayrı bir anlam verebilir miyiz?” diyorlardı.
Hele, “lâikler ve lâikçiler” kelimelerinin yasaklanmasına ne demeli! Türkiye‘de, öteden beri laiklik kavramı tartışılıyor ve Din özgürlüğünü hiçe sayan anlayış, laikçilik diye eleştiriliyor. Başbakanlık Takip Kurulu, buna da yasak getirmişti. “İmam, Kışla, Medrese, Mümin” gibi sıradan kelimeler bile, her nedense tehlikeli bulunuyor.
Önce, 1 Kasım 1928 tarihinde “Harf Devrimi” yapılarak “Latin” alfabesine geçildi. Geçildi de ne oldu? Bir anda bütün ülke insanı “ümmi” (okuma yazma bilmeyen) bir toplum haline getirildi. Şöyle bir düşünelim; bir kararla “ülkemizde 1 Ekim’den itibaren ‘Latin’ Alfabesi değil, ‘Japon’ Alfabesi geçerlidir” dense halimiz ne olur? İşte bu topluma bunu 1 Kasım 1928 tarihinde (tek parti dönemi) yaşattılar. Bununla beraber Türk Dil Kurumu Genel Sekreterlik görevine Agop Dilâçar (asıl adı Hagop Martayan) olan bir Ermeni getirildi.
Hâlbuki bizim bin yıl kullandığımız dil, Türkçe, Arapça ve Farsçadan oluşan çok zengin bir dil idi. Bizim, 50 bin kelimeden oluşan lügatlerimiz vardı! Peki, şimdi? Çarşıda, Pazar’da her halde 3-5 yüz kelime ile derdimizi anlatmaya çalışıyoruz! Mesela; Öğretmen dendiğinde ne anlaşılıyoruz? Kadın mı, erkek mi? Ama Osmanlı dilinde “Muallim” deyince erkek öğretmen, “Muallime” deyince de kadın öğretmen olduğu bilinirdi. Buna benzer binlerce misal verebiliriz.
Türkçe Dili, konuşmada. Arapça Dili, İlimde. Farsça ise = Edebiyatta güçlüdür. Üçü bir arada kullanılınca (Ecdat Osmanlı’da olduğu gibi) dildeki zenginlik ortaya çıkar!
Japon Bilim Adamı (Antropoloji) Kalyo Yasuo öyle diyor; “3 yıldır Türk Kültürünü inceliyorum, bir şey çok korkunç, diğeri ise çok garip! Korkunç olan ülkedeki birkaç televizyon, dizisi hariç tamamı Türklerin kültürüne ve Dinine ters!”
Yani, Batı bu ülkeyi savaşmadan yok ediyor. Garip olan ise, herkes bunu biliyor ama yine de izliyor. Hem de anne, baba, çocuklar birlikte! Daha ne diyelim ki?
Şemsi Tebrizi de;
Dostça kalın…
Recep Çınar
Belediyelerin görevleri, “bulundukları şehir veya ilçede yaşayan insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak, İmar, kentsel alt yapı, coğrafî ve kent bilgi sistemleri, çevre ve çevre sağlığı, temizlik ve katı atık, zabıta, acil yardım, kurtarma ve ambulans, şehir içi trafik, ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar, konut, kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik ve spor, sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri kazandırma, ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini yapar veya yaptırmak” olarak tarif edilir.
Edirne Belediyesi, bütün bu görevleri layık-ı veçhile yerine getirmişçesine bir de kraathanelere “masa örtüsü” desteğinde bulunmuş!
22.09.2025 tarihli mahalli basında yer alan habere göre, Sayın Başkan Filiz Gencan, Hükümet Caddesindeki kraathaneleri ziyaret ederek vatandaşlarla sohbet etmiş, sorunlarını dinlemiş, kentteki tüm kıraathane, çay ocağı ve kafelere Masa Örtüsü desteğinde bulunacaklarını söylemiş.
Sayın Gencan bu arada, zor bütçelerle uğraştıklarını da ifade ederek, o yüzden böyle bir masa örtüsüyle esnafın yanında olduklarını söylemiş. Tamam da, mali sıkıntısı olan bir kurum 2 binden fazla personel ile ne yapıyor, hangi sorunu çözdü? Değil Avrupa’da, Tükiye’de ayni nüfusa sahip illere baktığınızda personel sayısı bizimkinin yarısından fazla değildir! Ama hizmetleri bizden çok çok ileride! Daha önce de bu konuda örnek vermiştim.
Yazımın girişinde bahsettiğim belediyelerin görevleri ne, biz ise ne ile uğraşıyoruz! Sanki sorumlu olduğumuz bütün görevleri harfiyen yerine getirdik de, şimdi sıra “masa örtüsü” ve “Lokma dağıtımına” geldi!
Eski semtlerimizde gün geçmiyor ki, hatta günde defaatla Su patlakları, Kanal tıkanıklıkları yaşanmasın. Sonra da su yetmiyor diye mahalleleri sırayla 24 saat susuz bırak! Edirne’de (eski semtlerde) alt yapı, üst yapı diye bir şey kalmadı! Şehre gelen suların patlaklarla birçoğu yok oluyor!
Bir zamanlar “Şehirler Sultanı” veya “Sultanlar Şehri” olarak anılan, Osmanlı’ya 92 yıl başkentlik yapmış,
7-8 bin yıllık tarihe sahip Edirne bugün sorunlar yumağı haline getirildi. Tabii ki bunlar dünün bu günün sorunları değil, son yüz yılın birikimleri. Ama bu sorunlar, Kıraathanelere masa örtüsü, halka hayır lokması dağıtmakla çözülmez! Ciddi projeler, dürüst ve liyakatli kadrolar gerektirir.
Edirne konusunda bilgi almak isteyenler Rıfkı Melül Meriç’in yazdığı “Şehrin Hüznü” adlı kitabı da mutlaka okumalı!
Kültür ve turizm kenti olan Edirne, 2024 yılında yaklaşık 5 milyon turist ağırladı. Trak, Roma, Bizans ve Osmanlı medeniyetlerinin izlerinin olduğu bu kent, (ne yazık ki çoğunu koruyamadık) tescilli 1368 taşınmaz kültür varlığı ve 894 sivil mimari örneğiyle adeta “açık hava müzesi” özelliği taşıyor. Bunlar, son yüz yılda korunamadı. Son yüzyılın çoğunda ise Edirne’yi CHP’li belediyeler yönetti! Dünya’da eşine az rastlanan başta Kaleiçi ve diğer semtindeki güzelim tarihi yapılar yıkıldı, rant uğruna yerlerine “ucube” binalar dikildi!
İşte, son zamanlarda Kaleiçi semti manzaralarından bazı örnekler!
Dostça kalın…
Kaleiçinde bir sokak. Enaz 3 yıldır böyle bekliyor!
Recep Çınar
Yıl boyu gündemde en çok yer alan konulardan biri, Kuraklık! “Kuraklık” deyince çoğumuz yağmurun az yağması şeklinde anlarız. Eskiden kuraklığı televizyonlarda görürdük, “çatlamış topraklar, susuzluktan kavrulan tarlalar…” Bizler de pek aldırış etmez ve suya hep bolca sahip olacağımızı sanırdık. Oysa durum artık öyle değil! Kuraklık, haberlerin sonunda değil, köy/mahalle kahvelerinde, Pazar tezgâhında, şehirlerin musluklarında!
Artık su azalıyor! Su azalınca toprak kuruyor, toprak kuruyunca ürün eksiliyor, ürün eksilince fiyatlar artıyor! Sonunda da kuraklık yalnızca çiftçinin değil, pazardan sebze – meyve alanın, ekmek kuyruğunda bekleyen emeklinin, marketten süt alanların velhasıl herkesin hayatını etkiliyor. Hepimiz oyunun içindeyiz! Dr. Muhammed Halil Koparan, Kuraklık konusunu AGD (Anadolu Gençlik Derneği) aylık yayınladığı Eylül 2025 sayısında geniş bir şekilde anlatmış. Ben de, yaz ayları boyunca kaleme almayı düşündüğüm “Kuraklık” konusunu O’ndan da alıntı yaparak bu yazımı oluşturdum..
Peki, Kuraklık Nedir? Kuraklık kelimesini duyduğumuzda çoğumuzun aklına yağmurun az yağması gelir. Oysa bilimsel olarak kuraklık, sadece gökyüzünden düşen damlanın miktarıyla ilgili değildir. Kuraklık, farklı biçimlerde karşımıza çıkar ve genellikle birbirini tetikler. İslam Âlimlerinin ortak kanaati şöyle; kuraklığın ve yağmurun zamanında yağmamasının sebebi; “Allah’a isyandır, farzları terk etmek ve faiz, zina, içki, kumar, hırsızlık, yalan… gibi haramları işlemek suretiyle O’nun emrine karşı gelmektir”. Kuraklık, farklı biçimlerde karşımıza çıkar ve genellikle birbirini tetikler!
Meteorolojik Kuraklık;
Bu, en çok bilinen türdür. Bir bölgede uzun süre yağışlar normal seviyenin altına düşerse meteorolojik kuraklık yaşanır.
Tarımsal Kuraklık;
Tarımsal kuraklık, yağış azlığının veya aşırı sıcakların sonucu olarak toprağın, bitkilerin ihtiyacını karşılayacak kadar nem tutamaması olarak tarif edilir. Yani, yağmur yağsa bile yanlış sulama zamanlaması veya aşırı buharlaşma yüzünden toprak suyu tutamıyorsa tarımsal kuraklık yaşanır.
Türkiye, bugün “su stresi” yaşayan bir ülke konumunda. Ama bu durum hızla “su fakiri” kategoriye doğru ilerliyor. Ülkemizde, 2024 itibariyle kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı yaklaşık 1313 metreküp olarak ölçüldü. Bu, su stresi sınırının (1700 metreküp) oldukça altında bir değer! Eğer önlem alınmazsa, bu miktar 2030 yılı civarında 1000 metreküpün altına düşerek “su fakiri ülke” kategorisine girmesi bekleniyor! (FAO – Gıda Tarım Örgütü).
Sorunun Değişme Nedenleri ise, kuraklık tek başına gökten düşen yağmur damlaların azlığıyla açıklanamaz. Bu kriz, iklimsel değişimlerin tetiklediği doğal faktörlerin yanında, insan eliyle yapılan yanlışların da bir sonucudur. Son 50 yılda Türkiye’nin ortalama sıcaklığı yaklaşık 1,5 derece arttı.
Bir diğer husus ise yanlış su yönetimi barajlar, göletler ve sulama kanalları, suyu adil ve verimli dağıtmak için var. Ama birçok yerde su planlaması, ürün desesine veya iklim verilerine göre değil, “mevcut alışkanlıklara” göre yapılıyor. Bazı bölgeler fazla alırken, diğerleri ihtiyacının çok altında kalıyor. Yer altı sularının kontrolsüz çekilmesi, kuyuların her yıl biraz daha derine inmesine neden oluyor. Edirne’den bir örnek verecek olursam; Çocukluğum Karaağaç Mahallesinde geçti. Karaağaç arazilerinin tamamına yakını sebze bahçesi idi. ve (5 – 10 dönümlük de olsa) her bahçede bir, arazide yüzlerce su kuyusu vardı. Hatta eski evlerin bahçelerinde de su kuyuları vardı. 6-7 metre kazınca yer altı sularına erişilirdi. Bugün bu kuyuların neredeyse tamamı susuz kaldı! Bilinçsiz, vahşi sulamalarla sular derinlere çekildi.
Günümüzde su kıtlığı yaşayan bölgelerde bile, yüksek su tüketen ürünler ekilmeye devam ediliyor. Mesela; G.Doğu Anadolu’da Pamuk veya Mısır, İç Anadolu’da Mısır silajı, Trakya’da Ayçiçeği… Bu ürünler suyu hızla tüketiyor ve diğer tarımsal faaliyetleri zorluyor.
Hidrolojik Kuraklık;
Bu tür kuraklıkta sorun, su kaynaklarının seviyesinin düşmesidir. Barajların doluluk oranı azalır, göller çekilir, nehirlerin debisi düşer. Yer altı suları da bundan etkilenir. Bu üç kuraklık türü çoğu zaman zincirleme şekilde gelişir Yağışlar azalır, Toprak kurur, Su kaynakları tükenir. Ve bu zincir sadece doğayı değil, ekonomiyi, göç hareketlerini, gıda fiyatlarını ve hatta sosyal huzuru etkiler. İklimsel değişimlerle birlikte, kuraklık artık sadece sıcak bölgelerin değil, neredeyse tüm coğrafyaların meselesi haline geldi. IPCC (İklim değişikliği Raporu) raporlarına göre, Akdeniz havzası’nda (Türkiye dahil) 2050 yılına kadar tarımsal kuraklık riski %50’nin üzerinde artacak! Bu, suyun yalnızca tarımsal üretim için değil, içme suyu temini açısından da kritik bir hale geleceği anlamına geliyor. Nitekim son dönemlerde, özellikle ülkemizin tatil bölgelerinde, suyun daha çok insana ulaşabilmesi ve tamamen susuz kalınmaması için günün belirli saatlerinde su kesintilerine gidiliyor. Son günlerde Edirne’de de bu uygulamaya geçildi.
Unutmayalım ki, yer altı suları, binlerce yılın sabırla biriktirdiği hazineler gibidir!
Uzmanların bu konudaki önerileri ise şöyle;
Kuraklıkla mücadele yalnızca göğe bakıp yağmur beklemekle veya büyük barajlar inşa etmekle sınırlı değildir. O, bilimin rehberliğinde, aklın ve vicdanın ortak iradesiyle atılacak adımların toplamıdır. Rabbimiz elbette yağmuru dilediğine verir; ama biz de üzerimize düşeni yapmalı, suyu nerede, ne kadar ve nasıl kullandığımızı bilmeliyiz. Sulamayı takvimdeki tarihe bakarak değil, toprağın nemine, bitkinin susuzluğuna bakarak yapmalıyız. Modern basınçlı sulama sistemleri -Damla ve Yağmurlama- yalnızca bir teknoloji değil ayni zamanda suya verilen değerin göstergesidir. Suyu kaybetmeden doğrudan kök bölgesine ulaştırmak, bu ülkenin geleceğine atılmış büyük yatırımdır.
Günümüz dünyasında bir de “manevi” kuraklık var!
Soluduğumuz hava, girdiğimiz deniz temiz değil, yediğimiz gıdalar doğal değil, gölgesinde dinlendiğimiz ağaçların sayısı her geçen gün azalıyor. Bütün bu maddesel kuraklığa, bizim “manevi” kuraklığımız sebep oluyor olmasın!?
Rabbimiz (cc) Kuran’da şöyle buyuruyor; “Biz her şeyi bir ölçü ile yarattık” (Kamer Suresi-49). Ölçüyü korumak, suyun hakkını gözetmek demektir. Ve Peygamberimiz (sav) “Akan bir nehrin kenarında olsan bile, suyu israf etme” diye bizleri uyarır! Çünkü su, yalnızca toprağın değil, kalplerin de hayat kaynağıdır. Her damla, Rahmet’in bir tecellisidir. Onu korumak, aslında kendimizi korumaktır. Ve biz, suyu muhafaza ettikçe, o da bize, torağa can, ürüne bereket, gönüllere huzur olarak dönecektir.
Çözüm; Kuraklık ve benzeri musibetlerden kurtulmanın yolu, Allah’ın ve kullarının hukukuna riayet ederek, işlenen günahlardan pişmanlık duyup tövbe etmektir. Ülkemizde ve Dünyada Allah’ın gazap ettiği ve lanetlediği ne kadar günah varsa, işlenmeye devam ediliyor. Ve bu günahlar, toprağı kurutuyor! Kuraklığın insanlık için bir “uyarı” olduğunu da unutmayalım!
Dostça kalın…