23 Eylül 2025 Salı
AYDINLAR MİLLİ OLMALIDIR
HUDUTLARIN KANUNU – SINIRIN, TOPRAĞIN VE VİCDANIN HİKÂYESİ
TÜRKÇE'NİN HAL Ü PÜR MELÂLİ
Kişisel Gelişimde Zaman Yönetiminin Rolü
Polis memurundan duyarlı davranış
EDİRNESPOR: KENT KİMLİĞİNİN KAYBOLAN RENKLERİ
‘Millet’, ‘devlet’ kavramları birbirleri ile iniltilidir. Milletin olmadığı yerde devlet, devletin olmadığı yerde de millet olmaz. Bu kuramsallık günümüzün koşulsuz anlayışıdır. Devleti oluşturan halklar kendi içlerinde dinsel/dilsel ve kültürel çeşitlilik içerebilmektedir. Devletler bu farklı toplumları kendi içinde harmanlayarak ulus devletlerini inşa etmiştir. Ulus devleti, Tek bir milletten oluşan veya tek bir millet tarafından yönetilen bir devlete genellikle ulus-devlet denir. Millet tanımı; ortak bir dile/dine, tarihe, kültüre, genel bir yaklaşımla coğrafi bölgeye sahip bir halk topluluğudur. Devlet ise; oluşturduğu yasalarla, kalıcı toprak sınırları ve egemenlik (siyasi bağımsızlık) gibi resmi yönetim kurumlarıyla karakterize edilen örgütlü bir yapıdır.
Ulus devletinin inşasında genelde aynı kökenden, ortak bir tarihi olan, dinsel, dilsel ve aynı kültürel bağlara bağlı sahip kimlikler ön plana çıkar. Ve devletin asli milleti olarak kabul edilir. Farklı etnik halkları devletin bütünselliğinde bütünleştirmek için vatandaşlık tanımı getirilmiştir. Bu durum Amerika, İtalya, Almanya, İngiltere ve demokrasinin hâkim olduğu ülkelerde de böyledir. Kimliğin bütünselliği ulus devletidir, vatandaşlık bağı ile bağlamsallık kazanır. Türkiye Cumhuriyet’i madde 66’ya göre: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” İşte bu tanımlama birleştirici olmak üzere konulmuştur. Diğer kimlikleri dışarda bırakma amaçlı değildir. Türkiye Cumhuriyet’ini oluşturan halklar kendi içerisinde farklı etnik kimlikleri sahiptir. Dinsel, dilsel ve kültürel farkların olmaması mümkün değildir. Meseleye bir bütün olarak baktığımızda, kültürel çeşitlilik, kültür zenginliğimizi yansıtır. Araplar, Arnavutlar, Boşnaklar, Ermeniler, Çerkezler, Gürcüler, Hemşinliler, Kürtler, Lazlar, Pomaklar, Romanlar(Çingeneler), Zazalar ve azınlıklar Türkiye’nin halklarıdır. Bunların her biri devletin bütünlüğünü bozacak siyasi uzantı haline geldiğinde devleti Ulus Devleti olmaktan çıkarır.
Ülkemizde tarihsel bağlarından dolayı azınlıklar(Hristiyan halklar) ve İslamiyet’te olmak üzere farklı dini inanç grupları bulunmaktadır. Günümüzde her biri Anayasa’nın belirlediği vatandaşlık temelinde hukuk kuralları ile korunmaktadır.
OSMANLI SARAY HANEDANLIĞI TÜRKLERE ÜVEY EVLAT GİBİ DAVRANDI.
Bir devletin tarihi sadece kendi çevresiyle sınırlı kalmamış, tarih boyunca farklı milletlerle yakın temaslar kurulmasını sağlamıştır. Yakın temaslar genelde yaşanılan savaşların bir sonucudur. Örneğin; Osmanlı’nın 1453 yılında İstanbul’u fethetmesi, Bizans İmparatorluğuna son vermesi ile İslam inancı dışında yaşayan halklarla tanışmıştır. Dinsel/dilsel ve farklı kültüre mensup halklardı. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Çingeneler dikkat çeken unsurlardı. Bu duruma kimlik çeşitliliği veya farklı etnik unsur çeşitliliği de denebilir. Osmanlı, Rum, Ermeni ve Yahudilere tanıdığı imtiyazlı fermanlarla, dini ve ekonomik özgürlükler sunmuştur. Bu halklar bir zaman sonra, kendi içlerinde geliştirdikleri siyasi ayrımlar ve eylemleri devletin bütünlüğüne zarar verdi. Sebebi; ortak bir tarihe, dinsel/kültürel bağımızın olmayışıdır. Osmanlı’nın en büyük hatalarından biri, Türklere üvey evlat olarak görmesiydi. Devletin iktisadi ve sosyal işleyişini yabancı unsurlara teslim etti. Türkleri Çingeneler gibi dışarda bıraktı
KAVRAM TARTIŞMALARI ULUS DEVLETİNİ BÖLME ÇALIŞMALARIDIR.
Osmanlı’nın çöküşü sonrasındaki kurtuluş mücadelesinde Osmanlı’nın gayri Müslimleri (Ermeni, Rum, Yahudi) Kurtuluş savaşında etkin bir şekilde Türk halkının yanında olmadılar. Kurtuluş Mücadelesinde Anadolu ve Trakya’nın vatana sahip çıkan yoksul ve kendilerini vatana adayan milletler vardı. Onlar kimliklerini geri bırakarak vatan mücadelesi verdiler. Bedenlerini toprağa gömmüş bu milletler “önce vatan” sevdasıyla aramızdan ayrıldılar. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet’i emperyalistlere karşı direnmenin gücünün Ulusal Devlet yapısı ile mümkün olacağına karar verdi.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sının 66. maddesinin şekillenmesi ulusal birliğin korunması esasına dayanmaktadır. Vatandaşlık tanımı bunun üzerine kurulan ruhi bir anlayıştır. Vatana sahip çıkma ruhudur. Kurtuluş mücadelesini yok etmeye çalışan emperyalist ülkeler, Anadolu’da farklı etnik yapıları ayrımcı düşüncelerle sürekli besledi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunan etnikleri Cumhuriyet’e karşı sürekli kışkırttılar. Avrupalı emperyalistler ve ABD halen bu coğrafyadan elini çekmiş değiller. Türk varlığını ve dolayısıyla bu coğrafyayı Türkiye’den ayırma hedefindeler. Devleti Türkler, Kürtler, Araplar yönetsin istiyorlar. Bunun altından sağlıklı bir toplumsal uzlaşı çıkması mümkün değildir. Türkiye’nin ulusal bağımsızlığı yolunda toprağa bedenlerini veren kimliklerin kökünü ortadan kaldırmaktır. Günümüzün Ortadoğu bölgesine baktığımızda kimliklerin totaliter rejimin altında ezildiğini, şekillendiğini görürüz. Bu ülkelerde genelde Arap kökenliler egemendir. Diğerleri yok sayılmaktadır, çekmedikleri eziyet kalmamıştır. 66. maddenin yeni bir tanım altında şekillenmesi, Türklük ruhunu ortadan kaydırmaya yönelik siyasi düşüncelerdir, Cumhuriyet’i eritme planlarıdır.
Maalesef, günümüzde millet ve millet kavramları siyaset eliyle yön bulmaya, devşirilmeye çalışılmaktadır. Ve hatta 66.maddede deki vatandaşlık tanımı tartışmalara açılıyor. Yerine Osmanlı’nın yönetim şekli gizliden yörüngeye sokulmaya çalışılıyor. Türkiye’de yeni rejimin adı, “Millet Sistemi” olsun, demeye getirilmeye çalışılıyor. Tek devlet, tek millet, tek bayrak söyleminin ortadan kaldırılma planlarıdır.
Osmanlı’nın çöküş nedenlerinden biriydi Millet Sistemi. Tarihsel emellerinden vaz geçmeyen Küresel işbirlikçiler yine işbaşında. Türklüğü kaldırmak isteyenler bize hiçte yabancı değiller. Günümüz siyasi iklimini anlayabilmek için Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinin iyi analiz edilmesi gerekir.
Turan ŞALLI
Edirne kent Konseyi Roman Çalışma Grubu Başkanı
Cumhuriyet tarihimizde siyasi partilerin kurulmasıyla birlikte, parti içi düşünce ayrılıkları yerini hep korumuştur. Kimi düşünceler bireysel, kimileri de toplumsal anlayışın ürünüdür. Cumhuriyet’in ilk kurulan partisi CHP. Yeni kurulan devleti, ilk zamanlarda sadece CHP yönetimine bırakmama düşüncesinden farklı siyasi partiler kurulmasına rağmen etken olmayı başaramadılar. Cumhuriyetin kurucu kadroları ve Atatürk, devlet düzenini yeniden inşa edebilmek(ulus devleti) için toplumsal kalkınmanın şartı tarım politikalarından geçeceğine inanmaktaydı. Halkın çok büyük bir çoğunluğu yoksul, cahil ve eğitimsizdi. Tarımda makineleşme olmadığından toprakların büyük bir kısmı üretim amaçlı kullanımın dışındaydı. Bir de en büyük dert ve sorun; Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde toprak ağalığı sistemi, köylü sınıfını ağanın kulları haline getirmesiydi. (süreç yerini koruyor) . Özetle ülkede çok büyük bir oranda toprak eşitsizliği vardı. Toprak ağalık sistemi, sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi değildi. Trakya ve Ege bölgelerinde de irili ufaklı toprak ağaları yerini koruyordu.
Türk siyasal tarihinde 1930’lu yıllarda Aydın ili önemli bir siyasi figür ile tanıştı. Tam adı, Ali Adnan Ertekin Menderes idi. 1899 yılında Aydın’da doğdu. Varlıklı bir ailenin oğluydu.
Adnan Menderes, yabancı okullarda iyi bir eğitim aldı. 1931 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nden Aydın milletvekili olarak seçildi. Bazı yazılı kaynaklara göre CHP saflarına katılmasını bizzat isteyin Atatürk idi. 1945 senesine kadar, TBMM’de komisyon raportörlüğü yaptı. O yıl Saracoğlu Hükümeti’nin gündeme getirdiği Toprak Kanunu tasarısını şiddetle tenkit ederek, komisyondan istifa etti. Partide yaptıkları muhalefetten dolayı, 12 Haziran 1945’te, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte, CHP Disiplin Kurulu tarafından ihraç edildiler. Sonradan bu üç kişi Demokrat Partiyi kurdular. Cumhuriyet’i on yıl yönettiler.
11 Haziran 1945’te Şükrü Saracoğlu hükûmeti tarafından topraksız ya da az topraklı çiftçilere toprak dağıtmak amacı gütmekteydi. Toprak Kanunu ve Arazi Kullanımı Kanunu. Madde 1 – Bu Kanunun amacı; toprağın doğal veya yapay yollarla kaybını ve niteliklerini yitirmesini engelleyerek korunmasını, geliştirilmesini ve çevre öncelikli sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak, plânlı arazi kullanımını sağlayacak usûl ve esasları belirlemekti.
Neden bu üç milletvekili şiddetle Toprak Kanununa karşı çıkıyordu, özellikle Adnan Menderes. Sebebi şuydu: Hacı Ali Paşa dedesinden miras yoluyla kalan Aydın’daki Çakırbeyli Çiftliği ile Menderes Ovası’nın büyük bir çoğunluğuna sahipti. Çiftliğin topraklarının yüzölçümü net olarak bilinmemekle birlikte, o dönemki tapu kadastro işlemleri resmi bir şekilde net olarak tutulmuş değildir. Arazinin sınırları değişik kaynaklardaki bilgilere göre o yıllarda tahmini olarak 40.000-60.000 dönüm civarındadır (Aydemir, 2019, s.22). Adnan Menderes, Toprak Kanunu ile topraklarının elinden alınması kaygısı yaşıyordu.
Günümüzde Aydın ilinde siyasi çalkantı ve siyasi iddialar göğe ermek üzere. CHP’de iki dönem milletvekili, iki dönem Aydın Belediye başkanı ve şimdi de Aydın Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Özlem Çerçioğlu’nun AKP’ ye katılma hikayesi. Rivayet muhtelif demek isterdim ancak, yazılanlar ve söylenenler rivayetin değil, siyasetin himayesinde olduğunu öğreniyoruz. Özlem Çerçioğlu’da Adnan Menderes gibi Aydınlı. CHP’ye nasıl sızdığı bir muamma. Geçmişi toprak ağalı olmasa da sanayicilik yönü var. 14 Ağustosta parti değiştirdi. Namı diğer ‘Topuklu Efe’. Herkesin bildiği Özlem Çerçioğlu’nun Jantsa’ diye bir aile şirketi var. Borsadaki hisseleri değer kaybediyordu, şirket zorda. Yeni siyasi tercihi şirket hisselerine değer kazandırdı. Ticari ve siyasi kaygılarından dolayı siyasi taraf değiştirdi. Hakkında epeyce ciddi anlamda soruşturmaların olduğunu basından öğreniyoruz.
Merhum Adnan Menderes siyaset yaptığı dönemde Toprak Kanununa karşı çıksa da, zamanla kendi isteği ile topraklarının büyük bir kısmını kendi köylüsüne bırakmıştır. Siyasi yaşamında başarıları olduğu kadar başarısız olduğu siyasi alanlarda olmuştur. İki Aydınlı siyasetçiden tarihe geçen iki fotoğraf hazin olarak kaldı. Biri demokrasinin kuşatılması, diğerinin de Topuklu Efe’ olarak adlandırılan Özlem Çerçioğlu’nun topuğunun kırılması…
Asıl adı Bahriye Tokmak idi. Manisa’nın bir köyünde yaşayan sekiz çocuklu bir Roman ailenin kızıydı. Yoksulluk içindeki yaşamı sesinin güzelliği ile değişti. Şarkıcı yapıldı, sesi güzel ama fizik güzelliği olmadığı kadar, okuma-yazması da yoktu. Kendisine sanat camiasına yakışır bir isim verildi. Adı Kibariye oldu. kibar olmalıydı. Sesinin güzelliğini kıskananlar ona “Çingene parçası” bile diyenler oldu. Türkiye onu, ‘Ben sanatçı değilim, şarkıcıyım, Roman’lığımdan da utanmıyorum’ sözleriyle bağrına bastı.
Kibariye, 19 yaşındayken taksicilik yapan Tunay adıyla biriyle evlendi. Annesi evliliği hiç hazmedemedi, kendince damat kızına lâyık değildi. Kibariye şarkıcılıktan epeyce paralar kazanmaya başlamıştı. Damat sürekli Kibariye’nin paralarına çöküyor, Kibariye’nin parası ile zevk-i âlem yaşıyor, başka bir kadınla aldatıyordu. Bu duruma oldukça sinirlenen Kibariye’nin annesi Makbule, zaten hiçbir zaman kızına makul görmediği damadına Televizyon ekranlarından avazı çıktığı kadar bağırıyordu: ”Kızımın parası ile hava atıyor, şoför Tunay şoför Tunaaayyy,” Bir zaman sonra Kibariye Tunay’ı boşadı. Şoför Tunay şaşalı günlerini geri de bıraktı.
Şoförlük mesleği insanlarımızın geçim kapısıdır. Emeğidir, alın teridir. Kimilerinin şansı yaver gider hayatı değişir. Bunlardan biri de bir dönem Necmettin Erbakan’ın ve Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü olarak şoförlüğünü yapan eski milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı’dır. Kendisine bahşedilen milletvekilliğini iki dönem yapmıştır. Kamuoyu kendisini sosyal medya hesabındaki ‘Yeliz’ takma adıyla tanır. Geçtiğimiz günlerde kendi sosyal medya hesabından 1923 yılında kurulan Cumhuriyet’i kanlı bir darbe olarak nitelendirmiştir. Hızına alamayan bu şahsiyetsiz, Cumhuriyet’e “Çamuristan” deme cesaretini göstermiştir. Amacı Cumhuriyet’in meşruîyetine halel getirmektir. Amacı Atatürk ve Cumhuriyet’e karşı olanların sesi olmaktır. Üstelik bu şahsiyetsiz, beğenmediği Cumhuriyet’in Meclis kürsüsünden iki defa milletvekili yemini etmiştir:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve
şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve
Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve
adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması
ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve
şerefim üzerine andiçerim.”
Ettiği yemine sadık kalmamış, şeref yoksunu olduğu paylaşımından da kendisini belli etmiştir. Kendisine bahşedilen milletvekilliğini aklınca ahde vefa olarak bu şekilde tamamlamıştır. Büyük Türk ulusunun vicdanında asla yer bulmayacak paylaşımı ve düşünceleri bazılarını memnun edebilir. Unutulmamalıdır; bugün ilkbahar ise, sonbaharı da düşünmek gerekir. İnsanların hak etmeyecekleri makamlara getirilmesinin sonuçlarını yaşamaktayız. Ahmet Hamdi Çamlı, kendisine bahşedilen milletvekilliği sayesinde zenginleşmiş ve halen hak etmediği emekli milletvekili maaşı olmaktadır. Aldığı maaş kendisine haram olsun Yeliiizzz, Yeiiizzzy!
Turan ŞALLI
Edirne Kent Konseyi Roman Çalışma Grubu Başkanı
Devletlerin tarihinde gelenek ve görenekler ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Doğal olarak tarihsel belleği de yansıtır. Gelenek ve görenekler; bir toplumda veya bir toplulukta çok eskilerden kalmış tarihsel yaşanmışlıkları saygın bir halde kuşaktan kuşağa aktaran olguların bütünlüğüdür. Bu olguya en iyi örnek, Edirne Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleridir. Osmanlı’nın Balkanlarda hâkimiyet sürdüğü dönemde oluşan Kırkpınar, yıllardır her yıl Edirne Tarihi Kırkpınar Yağlı Güreşleri olarak yapılmaktadır. Gelenekselleşen bu ata sporumuzun yaşatılması için yıllar öncesine dayanan Kırkpınar Ağalığı müessesesi oluşturulmuştur.
Kişinin gönül rızasına ve kabulüne dayanan ağalık müessesesi Kırkpınar etkinliklerinde yapılacak tüm harcamaların karşılanması anlamına gelir. İşin özünde yüklü miktarda para vardır. Gelenekselleşen ve bir kültür mirası olan güreş ağalığı, aynı zamanda Kırkpınar ağalığı ile bütünleşen kıyafet ile tamamlanır. Bugüne kadar tüm Kırkpınar ağaları, gelenekselleşen ağa kıyafetini giymiştir. Hatta 1980 yılında Roman kökenli Cemal Pul, gelenekselleşen Kırkpınar Ağa kıyafetini giymiştir.
2025 yılı 664. Kırkpınar Ağası Ufuk Özünlü, Bu yıl giydiği ağalık kıyafetiyle oldukça eleştirildi. “Tarz güzel ama geleneksel değil” dendi. Eleştirilere hak vermemek mümkün değildir. Gelenekselleşen kıyafetin şekil değişikliğine uğraması, kültür bozulmasına sebep olacağı endişesine yol açmaktadır. Ne yazık ki, günümüzde kültürel öğeleri korumak daha zor hale gelmiştir.
Örneğin: Romanların bin yıllık geleneği olan Kakava’da suya girme ritüeli, dilek dileme geleneği günümüzde modernizasyon altında yozlaşmıştır. Kakava Romanların bayramı olmaktan çıkmıştır. Romanların Kakava ve Hıdrellez kıyafetleri de özünden kopmuştur. Türkiye Toplumunun son 25 yıl içindeki toplumsal ve kültürel değişimin farkındayız. Ayrıca Türkiye sosyolojik bir değişimin içindedir. Kırkpınar Ağası Ufuk Özünlü’nün durumu biraz da buna benziyor. Kendisi Kırkpınar Ağalık kıyafetini modernize etti. 2026 yılı ağalık ücretini de yeniden revize ederek, 40 Milyon 664 Bin 665 TL’ ye yükseltti.
PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALAR
Globalleşen dünyamızda gelenek, göreneklerin değişime uğramaması mümkün değildir. Ayrıca Edirne halkının Kırkpınar’a ne kadar sahip çıktığı da sorgulanmalıdır. “Tarz güzel ama geleneksel değil” sözlerine katılmamak mümkün değil. Şu da bir gerçek, ‘parayı veren düdüğü çalar.’
Heinrich Karl Bukowski, Amerikalı yazar ve şairdi. 1920 yılında Almanya’da doğmuş, 1994’te Amerika’da vefat etmiştir. Yoksul Amerikalıların sosyal, kültürel ve ekonomik ortamından etkilenmiştir. Etkilenme sonuçlarını farklı anlatımlarla okurlarına sunmuştur. Dönemin Amerika’sında yoksul tabakanın içine düştüğü yaşam zorluğunu ve eğilimi sosyolojik olarak öne çıkardığını görürüz. Afrikalılar, ezilmiş sınıflar, yaşamın bataklığında boğuşan kadınlar yazılarına konu olmuştur.
Bunlardan biri de hayat kadınları ve Çingenelerdir. Bukowski, sosyolojik eğilimle, “Hayat kadınlarını ve Çingeneleri severim, biri namuslu numarası yapmaz, diğeri milliyetçilik ayağına yatmaz.” biçiminde yorumlar. Yazarın hayat kadınlarını ve Çingeneleri aşağılamak gibi bir düşüncesi olmadığı açıktır. Yazar, farklı iki sosyal kimlik için gerçekçi bir yaklaşımın içindeki ruh halini yansıtır. Dürüst ve samimiyetin vurgusunu öne çıkarır. “Diğeri milliyetçi ayağına yatmaz” demekle, yüzyıllardır yaftalanan, toplumun ötekileştirdiği Çingenelerde milliyetçi duyguların güçlü olmadığına vurgu yapmıştır. Esasen yaşam kültürü, toplumda kabul görülmeme, milliyetçi düşünceye set örmüştür. Tabi ki bu söylem ve anlatım dili dönemin Amerika’sında olmuştur.
Günümüz de bu söylem, Türkiye’de yaşayan Roman vatandaşlar için ifade edilemez. Türkiye’de yaşayan Roman/Çingeneler Cumhuriyet’le bağdaşık ve Atatürk ile barışıktır. “Her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık!” söylemini defalarca duyduk. Hatta bu sözü bir dönem önceki Roman kökenli İzmir Milletvekili Cemal Bekle, katıldığı bir resmi toplantıda iştahla söylemişti. Romanlar bağlamında, milliyetçilik kavramı Atatürk Milliyetçiliğidir. Romanlar kültürel bağlamda eleştirilebilir, ancak Türklük, Atatürk ve Cumhuriyet birliği konusunda tek bir olumsuz söz edilemez.
Ülkemizde kimlikleri ayırmak, sınıflandırmak veya siyasi ideoloji savunucusu yaratmak hiçbir ülkemiz insanının hayrına olmayacaktır. Cumhuriyet tarihimizde ne yazık ki, zaman zaman farklı dini örgütlenmeler veya yoksul toplumsal sınıflar üzerinden siyasi rant kazanımı siyasi tarihimizde hiç eksilmemiştir. Romanlarda bu duruma dâhildir. Cumhuriyet Çingeneleri tarihsel kodları sebebiyle yaşamın merkezinden uzak tutmasına rağmen yaşam haklarını her zaman korumuştur.
-Avrupa’da yaşayan Çingene topluluklar sürekli farklı yerleşim alanlarına sürgün edildiler.
-Toplumsal şiddete ve katliamlara maruz kaldılar.
-İsteyen beğenmediği bir Çingeneyi hemen ağaca asması normaldi, cezası da yoktu.
-Çingene kadınlar kısırlaştırıldı.
-Çingeneler köle olarak kullanıldı.
Bunların hiçbiri Cumhuriyet’te yaşanmadı. Bu nedenle, Çingeneler Atatürk’e ve Cumhuriyet’e çok şeyler borçludur. Maalesef günümüz siyasetinin arka yüzü, Roman vatandaşları Cumhuriyet’e ve Atatürk’e yönelik karşı pozisyon aldırmaya çalışıyor (1934 İskân Yasası’na bağlı olarak). Peki, Roman vatandaşlarımız buna boyun eğer mi? Yakında çıkacak olan yeni kitabımdan küçük bir ayrıntı vereyim:
“Tarih çoğu zaman kendi içinde bulanık kalmışsa da kesin olan; padişahlar Çingene çocuklarından hiçbirini Devşirme Sistemi’ne tabi tutmadı. Çünkü Çingenelerin genetik kodlarında biat kültürü oluşmamış, kula kul etme anlayışı gelişmemiştir.”
Turan ŞALLI