13 Ocak 2025 Pazartesi
DUYGULAR BUZ TUTUNCA VEYA SİYASETİN KARAKIŞI
TÜRKÇE'NİN HAL Ü PÜR MELÂLİ
Z Kuşağı İş Gücünün Yükselişi: Dijital Yerlilerin Mobil Teknoloji İhtiyaçlarının Karşılanması
İpsala’da 10 milyon sazan yavrusu üretildi
BEYİN ÇÜRÜMESİ
Kolaj Nedir. 2
2004 yılında Romanların sivil örgütlenmeye başlaması çok değerliydi. 2009’da AKP’nin Roman Dernekleriyle yaptıkları ilk toplantı da Roman Dernek başkanlarından meseleye ihtiyatlı davrananlar kadar, beklentiyi yüksek tutanlar da olmuştu. Bir de devletin sürekli dışarıda tuttuğu Roman vatandaşlar, nasıl bir siyasi politika ile karşılaşacaklarını merak ediyordu.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan Çingene algısı, Roman sivil toplum yapıları sayesinde kurtulabilecek miydi? 2010 yılında Roman Açılımıyla siyasi iradenin algıların tümden değişeceğine ilişkin açıklamaları gerçekleşebilecek miydi? Algının değişeceğini uman Roman Dernekleri gelişmeleri kendilerine bir lütuf olarak gördüler. Roman kimliğinin ana sorunu ‘ayrımcılık’ ve ‘dışlanma’ olarak gösterildi. Oysa tarihsel bir sonunun parçası olarak ‘dışlanma’ ve ‘ayrımcılık’ olarak gösterilmesi çok yetersizdi. Konuya çağdaş yaklaşımlar üzerinden gidilmedi, sığ kalıplar içinde bırakıldı. Oysa temel sorun; yoksulluk, kültürel ve kültürel sorunun nasıl aşılacağıydı. Romanların istihdam yetersizliği veya iş bulamama sorunları iç dinamiklerinde sorunu derinleştirdiği ön plana çıkarılmadı. Roman vatandaşlar için daha yakıcı olan bu sorun, tüm kimlikler için geçerlidir. Dışlanma, barınma, sağlık, eğitim yetersizliğinin ana kaynağı yoksulluk olduğu gerçeği hep görmezden gelindi. Yoksulluk, Roman/Çingenelerin tarihsel derinliğinden gelen ayrımcılığı ve dışlanmayı daha da kolaylaştırdığı hep göz ardı edildi.
Roman Dernekleri; tarihsel derinliği olan ve içinde çok karmaşık, sosyolojik, psikolojik eğilimleri olan Çingene topluluklara yönelik ortak bir yol haritası çizebildiler mi? Veya meseleyi içselleştirme gibi bir dertleri var mıydı?
Küçük parçalar halinde büyüyen Roman dernekleri kurumsallaşmaya yönelmelerine rağmen, gerçek anlamda kurumsal özellik kazanamamıştır. Roman sivil toplum yapıları, zaman zaman basında Romanlar hakkında çıkan ön yargı kalıpları, yine basın yoluyla protesto veya kınama bildirileriyle karşılık buldu. Bu eylem girişimleri hak arayışları değil, bir kimliğin algılanma biçimlerine yönelik tepkileridir.
Roman Dernekleri Roman toplumunun gerçek anlamda sesi olamamışlardır. Vizyon ve misyonu olmayan kişilerin oluşturduğu niteliksiz örgütlemeler olmaktan kurtulamamıştır. Yine çoğu halen “İndireGandi” peşindedir. Benim düşüncelerim herkesin genel kanaati olduğunu buradan yinelemiş olayım.
Türkiye’de gerçekten Çingene/Roman sorunu var mı? Tarihsel hafıza ne diyor; “Osmanlı idarecileri, gezginci Çingeneleri “kavm-i şenâat” (kötülük yapan kavim) olarak tanımlamış ve çeşitli asayiş düzenlemeleri ve zorunlu iskânla kontrol altına almaya çalışmıştır. Gerek devlet gerekse toplum katında Romanların fuhuş, cinayet, serserilik, hırsızlık, sahtecilik, avarelik, yağma ve karmaşayla özdeşleştirilmesi yaygındı. Romanların dinsiz ya da sözde dindar olduklarına ilişkin yaygın kuşku, onların dini cemaatler tarafından da dışlanmasına yol açmıştı. Bu topluluklara atfedilen açgözlülük, hilekârlık, hasislik gibi olumsuz ahlaki tutum ve davranışlar, kadınlara atfedilen gayri ahlaki cinsel tutumlar, müzisyenlik gibi toplumsal statüleri düşük meslekler, Romanları sapkın ve tehlikeli topluluklar olarak damgaladı. Osmanlı idarecileri gibi, Osmanlı toplumu da Romanları şüphe ve mesafeyle karşılamış ve aralarına almamıştır. Romanlar, kent ve kasabaların çeperinde kendilerine ait mahallelerde ya da kasabaların dışında çadırlarda ve derme çatma kulübelerde diğer topluluklarla karışmadan yaşamışlardır. Kıpti mahalleleri şehrin iç mahallelerine doğru bir hareketlenme önemli gerilimlere yol açıyor ve yeniden dışlanıyorlardı. Bazen de kentlerden tümüyle atılıyorlardı” Bu yazıların büyük bir çoğunluğu güncelliğini korumaktadır.
Romanların/Çingenelerin tarihsel kodları tam bir sorun yumağıdır. Günümüzde halen Romanların yoksulluk ve kültürel davranışsal özelliklerin değişememe sorunu vardır. Bunların aşılmasında siyasi iktidarın yeterli çabayı göstermediği, Roman vatandaşlarında genelde hallerinden memnun oldukları yönünde bir görüntü ortaya çıkıyor. Sosyolojik bir karmaşa içinde yaşayan Romanlar, kendi içlerinde adı konulmayan bir sınıf değişimiyle karşı karşıyadır. Avrupa Birliğinin dezavantajlı olarak sınıflandırdığı Romanlar, Sosyal içerme (Dışlanma riski altında olan kişilerin, ekonomik, sosyal ve kültürel hayata tam katılımları ve yaşadıkları toplumda normal olarak kabul edilen hayat ve refah standardına kavuşmaları için gerekli olan fırsat ve kaynakları kazanmalarını sağlayan süreçtir) politikasını fon kullandırılarak yaşama geçirilmesini hedeflemeye devam etmektedir.
Roman Dernekleri AB projelerine pek eğilmediği ki, zorluğundan ötürü bu işi profesyonel olarak yürütebilen derneklerin elinde kalmıştır. Fon kaynakları yürütücülere ekonomik getiri sağladığı gerçeği açıkça ortadadır. Avrupa Birliği ve özelikle Avrupa Konseyi kendi iç anayasasından kaynaklanan ilkeler doğrultusunda Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakereleri kapsamında Roman sorunlarına eğilmiştir. Sıkça vurguladığımız hatta dilimize yapışan; istihdam, eğitim, barınma, sağlık sorunları temel haklardan yararlanamama anlamına gelmektedir. Roman sorunları, farklı konular işlenerek zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Hatta ülkemizde çok sayıda Romanlar ile ilgili bilimsel ve sosyal çalışmalar yürütülmüştür.
Romanlar ve buna benzer kimlikler üzerinden Sıfır Ayrımcılık Derneği ve başkanı yıllardır AB projelerini yürütmektedir. Dernek kurumsal kapasiteye sahip olmasa da bu işleri en iyi bilen bir özelliği sahiptir. Derneğin hak temelli bir özne ile basında görünürlüğü bulunmaktadır. Derneğin başkanı Elmas Arus’u tanımakla birlikte uzun bir süre Roman yolculuğunda yer aldım. Çokça yaptığı toplantılara katıldım. Roman meselenin ana çizgisini göremedim. Yol haritasında Elmas Arus’tan başka bir şey çıkmıyordu. Konuların özü çok sığ ve çözüme odaklı değildi. Sürdürülebilir bir “Roman kalıbı” yaratmayı tercih etti. Çünkü buna muhtaçtır. Roman meselesini kendi aramızda öz eleştiri olarak konuşulmasını hiçbir zaman istemedi. Eleştirilerime hep kulak tıkadı. Gerçeklerle yüzleşmek değil, “Romanların haklarını savunuyor” görünümlü ancak, tarihsel kültürel gerçeğe nasıl bakılması yönündeki düşüncelere kapalı kaldı. Kendi döngüsünü döndürmeyi tercih etti. Yukarıda yazılı devlet ve toplumsal hafızanın silemediği ve halen mevcut olan Roman kültürel çıkmazların nasıl aşılacağından çok, kendince ürettiği “Roman kalıbı” ile kendine görünürlük sağlamaktadır. Tarihsel bir sorunun farklı şekillerde devam ettiğini, sürekli yeni sorunlar gibi lanse etmesi, hele de ajitasyon yüklemeleriyle gündeme getirmesi Roman toplumuna çare olmuyor. Elmas Arus, Roman sorunlarını kendine malzeme etmek yerine, kültürel sosyal gerçeğin nasıl aşılacağı üzerine projeler üretmesi gerekir. Adına görünürlük veya farkındalık denebilir, ancak bunlardan ne kamu yönetimi ne de toplum hafızası etkilenmiyor. Yıllarca fon kullanıldı, ortaya toplumsal bir proje konulamadı.
Roman Dernekleri, tarihsel kodlarının aşılmasında etkin bir rol oynayamadıkları kadar, sivilleşmeyi de öğrenemediler. Çoğunluğu Mide ideolojisine teslim oldular. Diğer bir anlatımla çoğunluğu “beygir cambazı” oldular. Roman kimliğini siyasete meze ettiler. Yoksulluğu da AB projelerinde kendilerine gelir kaynağına dönüştürdüler. Hiçbir Roman Derneği, Sıfır Ayrımcılık Derneği de dahil, Roman sorununu içselleştirmedi, meseleye parasal yaklaşımlarla baktılar. Sorunun sadece kimlik sorunu olmadığını, temel haklardan mahrum kalma olduğunu dillendirmediler. Hem kimliği, hem de temel haklar ve özgürlükleri beygirin nalı altında ezdirdiler
KAYNAK: Nurşen Gürboğa- Türk-Yunan nüfus mübadelesi ve devletin mübadil Romanlara ilişkin söylem ve politikaları
Değerli okurlarım, yazı dizisi içinde Orta Doğu coğrafyasında bulunan halkların Osmanlı egemenliğinden Batılı devletlerin eline geçmesi ve bağımsızlıklarını ilan ettikten sonraki aşamaları çok kısa özetler halinde yazmıştım. Amacım; Orta Doğu ülkelerinde diktatörler eliyle inşa edilen toplumsal yaşam ve aydınlanmacı düşüncelerin totaliter rejimlerin altında ezilmesinin getirdiği sonuçları anlatmaktır. Bir anlamda monarşinin halk üzerinde bıraktığını ağır tahribattır. Orta Doğu coğrafyasında halen Ortaçağ döneminin izlerini görmek mümkündür. İslam dinini aydınlanmacı olmaktan çıkarıp, yozlaştırılarak yaşam biçimine sokulduğunu görürüz. Bilimsel eğitime, bilime, teknolojik gelişmeye, hak ve özgürlüklere kapalı toplumların liderler tarafından inşasıdır. İnşanın temeli; ümmettir, biat kültürüdür, aynı zamanda Arap toplumların kanayan yarasıdır. Coğrafyanın totaliter yönetime sahip olması, halkların sisteme direnme gücünü kırsa da, kitlesel güç olabilmek iyi organize ve kararlı olmak çok önemlidir.
Esad hanedanlığının yıkılmasının ardından başka ülkelere sığınan Suriyeliler, bulundukları ülkelerde sokaklara çıkarak Esad rejiminin çöküşünü kutladı. Kutlamalar, “yeter artık ülkenize dönün, misafirlik bitti” eleştirilerine neden oldu. Sokaklara çıkanlar, evlerinin önlerine Suriye bayrağı asanlar çokça görüldü. Hem de yeni belirlenen Suriye bayrağıyla. Edirne’de küçük bir grup Suriyeli Eski Cami’nin önünde basın açıklaması yaptı. O gün bende oradaki konuşmalara tanık oldum. Konuşmaların içinde ‘İslam Devrimi’ geçiyordu. Özgürlükler ve demokrasiden hiç bahsedilmedi. Görülen o dur ki, halk halen devrimin tam olarak ne olduğunu bilmediği, kaderine razı olduğunun göstergesidir.
ARAP SUNUCUNUN İÇİNİN YANIŞIYLA; ‘EY ÜMMET NE ZAMAN VAZ GEÇECEĞİZ’
2023 yılının sonlarına doğru Kuveyt merkezli bir televizyon kanalında erkek sunucu, ‘İslam ve Müslümanlar’ içeriğinde İslam ve bilime özeleştiri getirmişti. Cesaretle, içinin tüm burukluğuyla Orta Doğu coğrafyasının içine düştüğü hazin durumu anlatmıştı.
“1400 yıldır bize ne dediler, ne demek istediler neyi demek istiyorlar diye, dediklerini tefsir ediyoruz.
1400 yıldır Yahudi ve Hristiyanlara beddua ediyoruz, salavat getiriyoruz, gözyaşları daha fazla olsun diye. Ama bizim gözlerimizde yaş kalmadı! Vatanları yıkılsın diye, bizim elimizde vatan kalmadı! Onların kadınlarına hakaret olsun diye bizim kadınlarımız hakaretler içinde kaldı.
1400 yıldır yağmur duaları ettik her yer yağmur doldu. Sadece Müslüman çoğunluklu devletler hariç?
1400 yıldır zekat topladık, her geçen gün açlık ve sefalet daha da arttı, Müslüman çoğunluklu devletlerde. Ey uyuyan ümmet, beddua ettikleriniz uzaya çıktılar, aydan uzanıp dünyaya baktılar, hücreyi böldüler, ikinci bir bilimsel devrim yaptılar. Sizler sadece iki bacak arası devrimlerle uğraştınız! Bu günlerde bile derslerinizde cinsellik nasıl olur, abdesti ne bozar, kadın ve siyah köpek önünde namaz kılmayı öğretmeye devam ediyorsunuz. İçtihat ve alimleriniz cihatta nikah için yaşlı adamı emzirme ve ölen eşiniz son defe cinsellik üzerinde ittifak ettiler. Bunlar hakkında kitaplar yazdılar ve buna ek olarak barışçıl bir şekilde tecavüze uğramış kadınla nikahı yazdılar.
Ey uyuyan ümmet! Bizler aklımızı ve mantığımızı kullanmayı hak etmiyor muyuz? Akıllarınız bu bilimden, teknolojiden, uygarlıktan faydalanmayı hak etmiyor mu? Hayret etmiyor muyuz? Aklımızın 1400 yıllık rehin oluşuna. Bizler atı ile tarla sürüyoruz, eşeği de koşuya hazırlayıp koşturuyoruz. Bundan ne zaman vaz geçeceğiz.” Sözleriyle Orta Doğu coğrafyasını içindeki acıyla anlatmıştı. Sunucunun “Bundan ne zaman vaz geçeceğiz” cümlesi çok önemli bir vurgudur. Sonucun vardığı yer, “her toplum laik olduğu şekilde yönetilir.”
ATATÜRK OSMANLI’NIN ÜMMETÇİLİĞİNE SON VERDİ.
600 yüzyıllık Osmanlı hanedanlığı da Müslüman halkına ümmetçiliği bir yaşam biçimi haline getirdi. İnsan haklarına temel özgürlüklere kapalıydı. Müslüman halkını dini referansla yönetti. Osmanlı’nın Türk Müslümanlarına bıraktığı en büyük yıkım; ümmetçilik, cahillik ve yoksulluk olmuştur. Atatürk, yeni kurulacak Türk devletinde, bunları aşmanın ancak Cumhuriyet rejimiyle mümkün olacağını görmüştü. Halk demokrasiyle tanışmalı, içinde hak hukuk, adalet. Liyakat, kavramlarının bütünlüğünü oluşturan ‘Demokrasi’ rejimi içinde yaşamalıydı. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 6. Maddesi “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” denilerek halka verilen değer ortaya konulmuştur. Ümmetçilik ve biat sona erdirilmiştir. Atatürk, Cumhuriyet’in gerçek bir devrim olduğunu da dünya milletlerine kanıtlamıştır. Türkiye Cumhuriyetini; demokratik, bilimsel, aydınlanmacı, çağdaş hukuk, temelleri üzerine oturtmuştu.
Atatürk’ün önemli devrimlerinden biri olan “Laiklik “ilkesi Türk ulusuna bıraktığı en büyük devrimler arasında yerini almıştır. Dinin devlet siyasetinde yeri olmamalıydı. İslam dini korunmalı ancak yozlaştırılmamalıydı. Bugün Orta Doğu coğrafyasının geri kalmışlığın nedenlerinden biri de, İslam dini yozlaştırılarak halkın aydınlanmacı düşüncelerden arındırılmasıyla sağlanmıştır. Yine, Orta Doğu ülkelerinin en büyük şansızlığı; Atatürk gibi bir liderin etrafında toplanan aydınlar ve halkın olmamasıdır. Bir söz vardır, ‘her toplum laik olduğu şekilde yönetilir’ Arap halkları da bu durumdadır. Cumhuriyet bir anlamda demokrasidir, hak ve özgürlükler demektir. Osmanlı’da görülen eğitim sistemindeki aksaklıkları cemaat ve tarikatlar üstlenmiştir. Bu tür yapılar, İslami bilgileri topluma yaymak yerine, daha çok siyasal mekanlar olmuştur. Günümüzde ümmetçilik ve biat kültürü bu yapılar eliyle büyütülmektedir. Demokrasiyle yönetilen ülkelerdeki demokrasi kazanımı hiç te kolay olmamıştır. Binlerce insan özgürlük ve demokrasi mücadelesinde yaşamını kaybetmiştir.
Şayet bir ülkede, temel haklar ve özgürlüklere yönelik (Hukuken devletin güvenliği dışında) engelleme girişimleri var ise, bu durum demokrasinin halkın elinden alınması veya kısıtlanması anlamına gelir. Bu duruma demokrasinin köreltilmesi de denebilir. Yönetim sistemlerinin en değerlisi ve kıymetli olanı gerçek demokrasidir. Demokrasi temel haklar ve özgürlüklerin temel taşıdır. Bu taşın ortadan kaldırılmasının getireceği sonuç; “Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.” Olacaktır.
“Değerli okurlarım, yeni yılınızı şimdiden kutlar, cebinizdeki paranın eksilmemesini, sağlığınızın ve ruh halinizin bozulmaması dileklerimle.
KAYNAKLAR: 1- https://www.youtube.com/watch?v=31Sqmotk3x4
NOT BİLGİSİ: TEFSİR: Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını hedefleyen ve bununla ilgili yöntem ve teknikleri ortaya koyan ilim dalıdır. Tefsir, Kur’an-ı Kerim’i sistematik bir şekilde yorumlayarak diğer dinî ilimlere kaynaklık etme anlamındadır.
İÇTİHAD: sosyal hayatta şeriatın birincil kaynaklarında yer almayan sorunları çözmek amacıyla fıkıh usûlü prensiplerini kullanarak hükme varmak için zihinsel çaba harcamasına verilen Arapça terim.
Suriye 1516’dan sonra Osmanlı egemenliğine geçmiş, bölge 1918 yılına kadar kesintisiz olarak 402 yıl boyunca Türklerin hâkimiyeti altında kalmıştır. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nda “Hicaz, Suriye, Yemen ve Irak’taki bütün garnizonlardan ” Osmanlı ordusu çekilmek zorunda kalmıştı. Bu süreçten sonra Suriye Fransa’nın sömürge toprağı olmuştu. Hatay, Misâk-ı Millî sınırları içinde kabul edilmesine rağmen, Millî Mücadele döneminin olağanüstü şartları içinde Fransa ile savaşın durdurulması pahasına 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara İtilâfnamesi ile millî sınırlar dışın da bırakılmak zorunda kalınmıştır. Ancak, TBMM Hükümeti, bu antlaşmaya Hatay Türklerinin menfaatlerini koruyacak ve bölgeye özerklik verilmesi için gerekli zemini hazırlayacak özel hüküm koydurmayı ihmal etmemişti.
Avrupa’da değişmeye başlayan siyasal gelişmeler (Nazilerin iktidara gelmesi) Fransa’nın bu bölgeden ayrılmasına neden oldu. Türkiye, Fransa’nın Suriye’ye bağımsızlık vermeye hazırlandığı 1936’da Hatay konusunu iç ve dış kamuoyunda plânlı bir şekilde gündeme getirmiştir. Türkiye’nin şartlarını kabul etmek zorunda kalan Fransa, 23 Haziran 1939 tarihinde Hatay’ın Türkiye’ye bırakılmasına ilişkin antlaşmayı imzalamıştı. Suriye, 1936’da Fransa’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmasına rağmen devlet yapısını tam olarak oluşturamamıştı. Suriye 1936 yılından 1954 yılına kadar iç çekişmeler sonucu; 3 hükümet darbesi, 21 kabine değişikliği, 3 kez askeri diktatörlük dönemleri yaşamıştır.
HAFIZ ESAD’IN ASKERİ DARBESİ, KENAN EVREN ASKERİ DARBESİNE BENZİYORDU.
Suriye, Arap sosyalist rejimle (BAAS PARTİSİ) tarafından yönetilmekteydi. Hafız Esad, 13 Kasım 1970’ de kansız askerî darbeyle iktidarı ele geçirdi. Suriye 4. Kez askeri yönetimle buluşmuştu. Hafız Esad, aynı zamanda Baas Partisinin başkanı olmuştu. Mart 1971’de yapılan halk oylamasıyla çok büyük bir oy çokluğuyla devlet başkanı seçildi. Tıpkı; 1980 askeri darbesiyle iktidara gelen Kenan Evren ve arkadaşları gibi. Hafız Esad, uzun süre Orta Doğu’nun en etkili aktörlerinden birisi olmayı başarmıştı. Ülkesinin siyasi yakınlık kurduğu SSCB ile ilişkilerine önem vermeye devam etti. Siyasi, askeri, ekonomik ilişkilerini Sovyetlerle sürekli sıcak tuttu. Dış politikada Sovyet yanlısı tutum izledi. Esad, ülkesinde bulunan farklı, etnik kimliklerin dilsel, dinsel/mezhepsel farklılıklarını inşa ettiği rejim sayesinde tutabilmişti. Bu başarısını kendisine tamamen bağlı, sadakatine güvendiği askerler ve bürokratlardan oluşturduğu kişiler sayesinde olmuştur. Bu örnek çok sayıda monarşi yönetiminde görülen bir uygulamadır. 2. Abdülhamid bile 33 yıllık Osmanlı iktidarında ülkeyi istibdat politikasıyla yönetmişti. Ancak devrilmekten kurtulamamıştı.
TÜRKİYE –SURİYE PKK SORUNU
Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasını hazmedemeyen Suriye, Hatay’ın kendi toprağı olduğu iddialarını sürdürdü. Fırat ve Dicle ırmaklarının suları su problemi yanında sınır güvenliği sorunları çıkarmaya başlamıştı. Suriye’nin PKK silahlı terör örgütünün ülkesinde kamplar kurmasına ve örgütlenmesine izin vermesi, iki ülkeyi savaşın eşiğine kadar gelmesine neden olmuştur. Şam yönetimi, diplomatik yoldan yapılan bütün ihtar ve uyarılara kulak tıkamıştı. Milli Güvenlik Kurulu’nda önemli bir karar alınmış ve Suriye’yi yola getirme görevi askere havale edilmişti. Bu çerçevede dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş 16 Eylül 1998’de Hatay’a gitti. Suriye sınırının sıfır noktasında tarihe not düşen bir konuşmasının sonunda; ‘sabrımız tükenmiştir’ sözü diplomatik çevrelerde heyecan ve tedirginlikle karşılanmıştı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, paşanın sözlerine sahip çıktı, ’kararlıyız’ mesajını vermişti. Başta Arap ülkeleri olmak üzere derin bir savaş korkusu sarmıştı. Bu gelişmelerden sonra Suriye, Abdullah Öcalan’ın barındığı Bekava Vadisi’nden çıkarmak zorunda kalmıştı. Öcalan Rusya’ya gitmişti. Türkiye’nin kararlı tutumunu gören Suriye, 1998 yılında Adana Mutabakatı’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Mutabakat; başta PKK olmak üzere her iki devlet de kendilerini tehdit eden terör örgütlerine karşı önlemler alacak ve onların kendi toprağındaki tüm faaliyetlerine engel olacaktı. Adana Mutabakatı Suriye tarafından yeterince uygulanmamakla birlikte, PKK’nın yuvalandığı Suriye topraklarında Türk Ordusunun sınır operasyonları yapmasının uluslararası zeminde kabulü anlamına gelmekteydi.
Hafız Esad, 10 Haziran 2000 tarihinde vefat etmesiyle yerine oğlu Beşar Esad, devlet başkanı oldu. Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın iktidara gelmesinden hemen sonra Suriye’de demokratikleşme, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanlarında kısa süren nispi bir açılım dönemi yaşanmıştır. “Şam Baharı” olarak adlandırılan bu dönemde, Ulusal İlerici Cephe içinde yer almayan grup ve partilerin kamuya açık toplantılar düzenlemelerine ve farklı görüşler seslendirmelerine imkân tanınmıştır. Bu olumlu gelişmeler 2001 yılında sona erdi.
2002’de Türkiye-Suriye ile ilişkileri iyileştirilmiş, ortak bakanlar kurulu yapılacak düzeye kadar gelmişti. Liderler arasındaki yakın dostluk ağabey-kardeş durumuna kadar varmıştı. Hatta iki ülke arasındaki sınırların kaldırılması bile planlanmıştı. Bu planlar, Suriye’de 2011 yılında Arap Baharı’nın etkisiyle Esad rejimine karşı bir direniş başlamış ve bu iç savaşla bozulmuştur. Türkiye’nin Suriye politikası değişmiş, karşı muhalifler güçleri desteklemeye başlamıştı. Bu sürecin Türkiye’nin de içinde olduğu Büyük Ortadoğu Projesi “BOP” olduğu yönünde çok sayıda yazılar mevcuttur. Zaten Cumhurbaşkanı da bunu doğrulayan sözleri bulunmaktadır.
2011’de Suriye’de başlayan iç ve dış desteli isyanlar, milyonlarca Suriyeliyi başta Türkiye olmak üzere Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda kalmışlardı. Suriye, İslami cihatçılar ve farklı terör yapılanmalarının eline geçti. 2011 yılından beri saldırılara direnin Esad rejimi 08 Aralık 2024 tarihinde tamamen çöktü. Suriye’de 61 yıldır BAAS Partisi ve 54 yıllık “Esad” dönemi tarihe karışmış oldu. Şimdilerde ailesi ile birlikte Rusya’da. Unutmamak gerekir; her lider yabancı ülkeye kaçışında yanında yüklü miktarda altın ve nakit para götürür. Beşar Esad’ da aynı yöntemi kullanmıştır.
Dünya tarihinde diktatörlerin devrilmesi sonrasında önce kamu binaları, zenginlerin evleri yağmalanır. Seçkin askerler diktatörün yaşadığı saraya girer, rejimin sarayda yarattığı zenginliğin, lüks şatafatın izlerini görürler. Halkının çok büyük bir çoğunluğu yoksul olan Suriye’de saray lüks ve şatafat içinde yaşadığının kanıtları ortaya çıktı. Rejimin gizli resmi hapislerde bulunuyordu. Basında çıkan haberlere göre; Esad’ın hapishanelerinde 157 bin mahkumun olduğu, 72 çeşit işkence uygulandığı haberleri yaygınlaşmaya başladı. İşkence odaları, toplu mezarlar, kimin neden öldürüldüğü sayılara belli olmayan insanlar. Hapishanelerde bulanan cesetler rejimin inşa ettiği uygulamalarının açık belgesidir. Suriye hapishanelerinde basit suçlara dayalı Türk mahkûmların varlığı fazla dillendirilmese de veya dillendirilmesi istenmese de hep vardı. Suriye hapishanelerinde yıllarca tutuklu bulunanlar arasında Kilisli Mehmet Ertürk’te vardı. Rejimin çökmesiyle o da özgürlüğüne kavuştu. Türk Dışişleri Bakanlığı, Suriye hapishanelerinde tutuklu bulunan Türklerin serbest kalması için bir girişimde bulunmamış mıydı? Suriye hapishanelerinde tutuklu Türklerin durumları hiç mi haber olarak kamuoyuna yansımadı?
21 YIL HAPİSHANEDE TUTULAN TÜRK VATANDAŞI
Tarih 11 Haziran 2019 -‘İndependent Türkçe’ adlı haber portalında Cihat Arpacık imzalı bir haber yayımlandı. Haberin başlığı: “Suriye’de savaşın ortasındaki kaçakçı Türk mahkûmdan yıllardır haber yok” şeklindeydi. Haberin özü; 2004’de Suriye’de kaçakçılık yaparken Suriye polisi tarafından yakalanan ve cezaevine konulan Mehmet Ertürk’ün 2013 yılında Halep cezaevi muhalifler tarafından basıldıktan sonra Şam’da bir yeraltı hapishanesine nakledilmişti.
Ertürk’ün yeğeni Ümit Öztürk, Suriye ile Türkiye arasında iyi ilişkilerin yaşandığı yıllarda zaman zaman Kilis’ten Halep’e giderek amcasını ziyaret edebildiklerini ve bazı ihtiyaçlarını karşılayabildiklerini söylüyordu. Ümit Ertürk, amcasıyla en son üç yıl önce temas kurabildiklerini anlamıştı: “Beni telefonla aradı, yer altında bir cezaevinde kaldıklarını ve durumunun kötü olduğunu söyledi. Bir daha da hiçbir şekilde izini bulamadık” demişti. Ertürk ailesi, 2011 yılında Şam’a giderek Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı ziyaret eden CHP Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz’a da ulaşan ve Eryılmaz’dan yardım istemiş, bu girişimden de bir sonuç alamamış. Dışişleri Bakanlığı’na da başvuran aile, Şam yönetimiyle herhangi bir diplomatik ilişkinin bulunmadığını gerekçe göstererek kendilerine bir yanıt verilmemiş.
Esad rejiminin çökmesiyle Suriye hapishanelerinden çıkarılanların arasında Mehmet Ertürk isimli bir Türk’ün olduğunu da öğreniyoruz. Başka kimlerin olduğu şimdilik belli değil. Mehmet Ertürk. Gazetecilere şu açıklamayı yapmıştı: “O cezaevine girenlerin yüzde 99’u ölür. Cezaevinde af çıkarıldı, tüm yabancıları bıraktılar ancak Türkleri bırakmadılar. Cezam bitmesine rağmen beni ve diğer Türkleri bırakmadılar. Çok işkence gördüm, düşmanım dahi öyle işkence görmesin. Yemekler çok kötüydü. Bir gün pirinç, bir gün bulgur pilavı veriyorlardı. Bize ‘yiyin eşekler’ diye hitap ederlerdi.” Suriye’de 21 yıl cezaevinde kaçakçılık suçlamasıyla hapse atılan Kilisli Türk vatandaşının en dikkat çekici sözleri; “Cezaevinde af çıkarıldı, tüm yabancıları bıraktılar ancak Türkleri bırakmadılar” cümlesi tarihsel bir kinin ifadesi olduğu açıktır.
DEVAM EDECEK.
KAYNAKLAR:
www.ntv.com.tr/galeri/dunya/esadin-hapishanelerinde-neler-yasandi-157-bin-mahkum-72-cesit-iskence,7xaWYiDuDkSvMBQ4O6rYFg/1HDigu706EOa6suOpfqUqQ
www.indyturk.com/node/40456/dünya/suriye’de-savaşın-ortasındaki-kaçakçı-türk-mahkumdan-yıllardır-haber-yok
Komşumuz Bulgaristan, 1396-1878 yılları arasında yaklaşık 500 yıl Osmanlı egemenliğinde kaldı. 1908’de bağımsızlığı ilan etti.1Tarihsel bağları nedeniyle Sovyetler Birliği ile yakın askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ilişkilerini geliştirdi. Bulgaristan, bağımsızlığını ilan etmesiyle, Bulgaristan topraklarında kalan Osmanlı kökenli halklar (Türkler, Pomaklar, Çingeneler) Osmanlı’nın mirası olarak kaldı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu kimliklerin haklarını korumak maksadıyla Bulgaristan ile 18 Ekim 1925 yılında beş maddeden oluşan Dostluk Antlaşması ve Ek Protokol süreciyle ‘İkamet Sözleşmesi’ imzalanmıştı.
TÜRKİYE-BULGARİSTAN ARASINDA ‘ÇİNGENE KRİZİ’
Osmanlı tarihinde, göçlerin Osmanlı’nın Rusya’ya yenilgisi olan 1877-1878 ‘93 Harbi’nden sonra başladığını bilmekteyiz. Göçlerin Cumhuriyet döneminde de süreklilik kazandığını görürüz. Cumhuriyet’in İskan Kanunu (1934 -2510 sayılı İskan Kanunu 4. madde (ç) şıkkı) Bu madde; yurt dışından gelmesi muhtemel Çingenelerin Türkiye için güvenlik sorunu yaratmaması için alınmıştı. 1950’de başlayan ve 1952 yılına kadar devam eden Bulgaristan’ın Türk azınlığa zorunlu göç tehcirleri olmuştur. Bulgaristan, 1925 Dostluk Antlaşması hükümlerine aykırı olarak vizesiz kimseleri (Çingene, Kıpti yani Türk soyundan olmayan kişileri) sınırdan Türkiye’ye sokmaya çalışmıştır. Bu gelişmeler karşında Türkiye, bir süreliğine sınırlarını kapatmak zorunda kalmıştı. İki ülke arasında deyim yerindeyse “Çingene Krizi” çıkmıştı. Göçmen sorunu iki ülke arasında karşılıklı notalara dönüşmüştü.2
1989’da Bulgaristan 350 binden fazla Türk azınlığı zorla Türkiye’ye göçe zorladı, tıpkı 1950 göçleri gibi. Bulgaristan Türkiye’nin mali gücünü yıpratma amacı gütmekteydi. Çünkü bu kadar çok yoğun kitlesel göçler ülkelerin ekonomisini sarsmaması mümkün değildir. Bu gelişmelerle Türkiye –Bulgaristan ilişkilerinde sağlıklı yürümeyen dostluk tamamen çökmüştü. Bulgaristan’ın 1989 göç politikasında, Türkiye’nin Kore Savaşında Amerikan ordusuna destek amaçlı Türk askerlerini Kore’ye göndermesi nedenler arasında sayılmaktadır.
1989 Bulgaristan göçleri, Balkan tarihinde görülen en büyük göç hareketiydi. Bulgar rejimi, uzun yıllardır Türk azınlığa yönelik sürdürdüğü hukuksuz, insani ve vicdani olmayan uygulamaları Avrupa Birliği’nin insani politikalarına uymuyordu. Avrupa Parlamentosu geçte olsa uygulamayı kınamak zorunda kalmıştı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bulgaristan, ekonomi, siyasi, askeri değişime yani ulusal politika değişikliğine gitmek zorunda kaldı. Yıllarca izlediği sosyalist ekonomi, Bulgaristan’ın kalkınmasına yetmiyordu. Bulgaristan, AB ile yakın siyasi ilişkilere yönelmek zorunda kaldı. Bulgaristan’ın Avrupa coğrafyasında olması ve dini özellik (Hristiyan) taşıması ile 2007 yılında Avrupa Birliği’ne tam üye yapıldı.
AŞK GEMİSİNDE VARLIKLARINI KAYBEDENLER OLDU
2000’li yıllarda Bulgar para birimi Leva, Türk Lirası karşısında epey güçsüzdü. Doğal olarak Bulgar halkının alım güçleri de çok sınırlıydı. Edirne’ye gelen Bulgarların metal paraları yerlerde geziniyordu. Kimse yerden almaya tenezzül etmezdi. Tam anlamıyla “beş para etmez” niteliğindeydi. Türkiye, Bulgaristan ile yaptığı ekonomik işbirliği çalışmaları, iki ülke arasında çok sınırlıda olsa bazı ürünlerin iki ülkeye girişlerine imkan sağladı. Bulgar vatandaşlar çok sınırlı da olsa içki, sigara ve bazı gıda ürünlerini Edirne’de bazı yerlerde satabilmekteydi. Bulgaristan’ın para değerinin düşüklüğü, Türk vatandaşlarını Bulgaristan’a yönelmesini sağladı. Dönüşlerinde ucuz buldukları ürünleri (genelde içki, sigara, gıda ürünleri) alabilmekteydiler. Türk Lirasının Leva karşındaki alım gücü Türk vatandaşlarını sürekli Bulgaristan’a çekiyordu. Hafta sonları Bulgaristan’ın yakın yerleşimlerini yoğun Türk vatandaşı kaplıyordu, hafta içi bile Bulgaristan’a gidenler olurdu. Bulgaristan bazı Türk vatandaşları için adeta ‘Aşk Gemisi’ idi. Turistik gezi, alışveriş için gidenler kadar, eğlence ve kumar oynamak için de gidenler de bulunmaktaydı. Bununla yetinmeyenler, Bulgaristan’ın parıltılı gece eğlence mekânlarında ve kumarhanelerde dolanan, erotizm kokan kadınlarla yakınlık kurdular. İçlerinde ekonomik varlıklarını, aile birliğini yitirenler oldu.
2000’li yılların başlarında bir Bulgar levası 0.13-0.43 kuruş seviyelerinden işlem görmekteydi. 3 Şimdilerde yaklaşık 19 Lira değerinde. Nereden nereye… ? Günümüz koşullarında (ticaret dışında) eskisi gibi Bulgaristan’a gitme olanağı kalmadı. Kimileri için Aşk Gemisi de sona erdi. Bulgar vatandaşlar uzun zamandır Edirne’ye, yakın illere çok rahat günü birlik olsa da gelmeye devam ediyorlar. Suyun akışı Bulgar vatandaşlarına döndü.
EDİRNE ALIŞVERİŞ MEKANLARINDA; BULGARCA, ROMANCA, YUNANCA KONUŞULUYOR
Ticaret her ülke için önem taşımaktadır, aynı zamanda birey için kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. ‘Parası olan konuşur’ misali alışveriş, eğlence merkezlerinde farklı insan seslerinin etrafa yayıldığını duyabiliyoruz. Özellikle hafta sonları yoğun bir Bulgar nüfusu, başta Edirne olmak üzere Trakya’nın farklı yerlerinden alışveriş yapabilmekteler. Yaşanan alışveriş yoğunluğunda yerli vatandaşa rastlamak biraz da şansa kalıyor. Cadde ve sokaklarda Bulgarca, Romanes(Çingenece) ve Yunanca konuşmaları duyabilmekteyiz. Seslere destek olarak bazı alışveriş yerlerinden Bulgarca, Yunanca ve Romanes şarkılar etrafa yayılıyor. Ticaret bir anlamda rızıktır. Bu nedenle çoğu işyerlerinin vitrinlerinde Bulgarca yazılmış fiyat listeleri müşteri arayışında.
PARANIN RENGİ, DİNİ YOKTUR, PARA PARADIR.
Restoranların dış masalarının tamamı denecek kadar komşu. Huzur ve neşe içinde yemeklerini yiyorlar. Bizler yanlarından geçerken yemeklerin kokusunu hissederek geçiyoruz. İnsanın içinin burkulmaması mümkün değil. Komşu yiyor, biz bakıyoruz. Bizler, Türkiye ekonomisinin şahlanmasını beklemekle meşgul iken, komşuların ellerindeki poşetler hiç eksik olmuyor. Eh kıskanmamak gerek! Dün biz, bugün onlar. ‘Parası olan konuşur, ekonomisi iyi olan coşar’. Tıpkı; merhum eski Edirneli Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın dediği gibi, ‘parası olanın yürüyüşü değişir’. “Paranın dini imanı olmaz” sözünü hepimiz biliriz. Geçtiğimiz günlerde bu sözü Sayın Cumhurbaşkanı da bir toplantı da dile getirmişti; ‘Paranın rengi, dini yoktur, para paradır’. 4 dese de paranınalım gücü dünya piyasalarındaki değeri de önemlidir. Bir ülkenin itibarı dünya finans çevrelerindeki para biriminin gördüğü işlem ile orantılıdır.
Komşumuz Hristiyan ancak parası var. Türk Lirası karşısında üstünlüğü de var. Dinlerini imanlarını sorgulamıyoruz. Paralarını ticari yönden kazanmak için de şarkılarını çalıyoruz. Durum böyle olunca kendi ekonomik halimizi sorgulamak zorunda kalıyoruz. Türk Lirası’nın, Bulgar Levası karşısındaki ezikliği toplumumuzun her alanına yayılmaktadır. Günümüze baktığımızda; ekonomik sorunlar, derin sosyal yaralar açmaya hazır konuma geldiğini hissediyoruz.
GELDE MUTLU OLMA
Hissetme duygusu, insanın psikolojisini olumsuz etkileyebilmektedir. Benim içinde geçerlidir. Hafta sonları çarşı merkezinde dolanırken azımsanmayacak oranda akrabalarıma(Çingene) rastlarım. Romanes konuşmalarına tanıklık ederim. İçimizdeki elektrik akımından onların Roman olduğunu hemen anlarım. Bazen konuşmalarında araya girerek bir Romanes bir cümle sıkıştırırım. Bazen gülümseme, bazen de şaşkınlıklar yaşanır. Kesik akıcı olmayan bir Türkçe ile “ağbi sen Edirneli misin, Roman mısın?’ Diye soranlar olmaya devam ediyor. Kendilerine sen Çingene misin? Diye sorduğum çok olmuştur. “ Yok! Ben Bulgaristan Romanıyım, ama Türküm” demesi çok şeyi geride bırakıyor. En güzel mutluluk “ben Türküm” demesinde kalıyor, gel de mutlu olma.
BİZDE NANAY LEVA
Yıllarca Türkiye’ye göçmen olarak kabul edilmeyen Bulgar vatandaşı Romanların çocukları, istediği zaman Edirne’ye gelebilmekte, az da olsa bir şeyler alabilmekteler. Neşe içinde aileleri ile gezebilmekteler. Onlar için olumlu gelişmelerdir. Gerçeği Bulgaristan’da yaşam standartları kendileri için istenilen ölçüde olmasa da Leva’nın güzelliğini Edirne’de yaşıyorlar. Kısa bir sohbette ‘durumlarınız nasıldır, hayatınızdan memnun musunuz?’ Soruma; ‘görmez misin ellerimiz dolu, bak bunlarda leva, para, para, sipali ‘ demiştiler. Bu konuşmalardan sonra içimden geleni söyleyemedim. Bizde nanay leva.
KAYNAKLAR:
1- https://nek.istanbul.edu.tr/ekos/TEZ/34828.pdf
2- https://atamdergi.gov.tr/tam-metin/49/tur
3- www.yenicaggazetesi.com.tr/bulgarlarin-parasi-suan-kac-tl-biliyor-musunuz-bugunleri-de-mi-gorecektik-290698h.htm
4- https://www.youtube.com/watch?v=3VYDYDQWdrQ
Devlet, sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yaşayan ve içinde farklı kültürleri, dilsel, dinsel farklılıkları olan insanların bütünlüğüdür. İçinde barındığı toplumu/toplumları, düzen içinde tutabilmek amacıyla yazılı kurallar ve yasalar koyma erkine sahip otorite kullanan siyasal bir örgüttür.
Bu siyasal örgütün başına demokrasiyle gelenlerin izlediği politik çizgilerde farklı olabilmektedir. Kimileri sosyal refaha, demokrasiye, adalete vurgu yapanlar kadar, toplumun değer yargıları üzerinden de politika belirler.
Değer yargıları daha çok dini inanç üzerinedir. Ortaçağ döneminde din adamlarının çokça kullandığı bir yöntemdi. Din olgusunu kullanarak itibar kazanan ve zenginleşen din adamları vardı. Fransız Devrimi ile saltanatları sona erdi. Siyasiler de siyasi varlıklarını sürdürebilmeleri için toplumsal kimliklikler üzerinden siyaset dili geliştirirler. Türk siyasal tarihinde bunun çarpıcı örneğini Adnan Menderes’in Demokrat Partisi’nde görürüz. Merhum Adnan Menderes, 1955 yılında Demokrat Parti meclis grubunda yaptığı bir konuşmasında “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz.”1 Demişti. Bu söylem dili çok tehlikeliydi. Özetle; “Siz isterseniz rejimi bile değiştirirsiniz” anlamını taşıyordu.
Türkiye 26 etnik kimlikten oluşmaktadır. Çingeneler(Roman), yaşam kodlarından ötürü “buçuk millet” olarak görüldü. Buçuk milletin özeti şuydu: Osmanlı bürokrasisi gibi Cumhuriyet kadroları da Çingeneleri kültürel özellikler ve davranışsal örüntülerinden dolayı toplumun geri kalanından aşağı bir kavim ya da etnik topluluk olarak damgalamaya devam etti. Romanlarla özdeşleştirilen tembellik, başıboş dolaşma, kolay yoldan geçinme, bu toplulukların ahlaki düşkünlüğünün de bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bu nedenden dolayı merkezi hükümet bu toplulukların hareketini kısıtlayıp oldukları yerde denetim altında tutmaya çalışırken, yerel idareler de bölgelerinden uzaklaştırmaya çalıştılar” 2 şeklinde özetlenmiştir. Bu yaklaşımların yansıması olarak Çingeneler bazı yasal metinlerde ‘güvenilmezler’ sınıfına dahil edildi. Günümüzde bu uygulamalar ortadan kaldırıldı.
Atatürk’ün konuşmalarında “Çingene” yönündeki bir sözüne rastlanmamıştır. Kimliklerin isimlerini kullanmamaya itina gösterirdi. Roman vatandaşlar, Atatürk’ün devlet felsefesindeki “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünde yerlerini almış ve benimsemişlerdir.
BİR ONBAŞI BENİ CİNAYETLERİNE ALET EDEMEZ
1930’larda Türkiye kendi olanakları ile ekonomik yapısını büyütmeye, halkın sosyal refahına çareler ararken, 1933 yılında Almanya’ da iktidara gelen Nazi Partisi lideri Adolf Hitler, Almanya’da yaşayan yabancı unsurları veya kendinden olmayanları, zararlı gördükleri kimlikleri ortadan kaldırma hedefindeydi. Nazi Partisi ırk ve ideolojik sebeplerden üniversitelerdeki profesörleri emekliye sevk etmeye, ihtar ve tehditle görevlerinden uzaklaştırmaya, hatta tutuklamaya başlamıştı. Can ve mal güvenlikleri kalmadığını anlayan Yahudi bilim insanlarından bazıları Almanya’yı terk ederek Türkiye’ye sığınmıştı. Atatürk bu bilim insanlarını sahiplendi.
Ülkesinden kovduğu Yahudilerin Türk Hükümeti’nin sahiplendiğini öğrenen Hitler, 8 Mayıs 1933 günü Berlin’deki makamında öfke içinde “Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi topluluğunu Mustafa Kemal koruyamaz. Buna müsaade veremem!” diye tehditte bulunur ve Atatürk’e “Bu komünist profesörleri ülkenize sokmayınız” mesajını gönderir. Atatürk’e bu bilgi iletildiğinde Hariciye Vekili Tevfik Rüştü ve Maarif Vekili Dr. Reşit Galip’e “Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez”3 demiştir. Bu sözüyle “vicdani olmayan işlere müsaade etmem” diyordu. Atatürk’ün Adolf Hitler’e “onbaşı” demesinin nedeni Hitler’in askerlik yaptığı dönemde sadece onbaşı rütbesi alabilmesiydi. Atatürk bir anlamda Hitler’i küçümsüyordu.
10 yıllık henüz daha yeni kurulmuş, parası, siyasi ve yeterli derece de askeri gücü olmayan Türkiye’nin başındaki lider Hitler’e boyun eğmiyordu. Hem de Avrupa liderlerinin Hitler’den korktuğu bir dönemde.
ATATÜRK ÇİNGENELERİ HİTLERE TESLİM ETMEDİ
Bazı kaynaklarda Hitler, Türkiye’de yaşayan Çingenelerinde toplama kamplarında tutulması talebi olduğu yönünde bilgiler mevcuttur. Yabancı kaynaklarda, Hitler’in işgal ettiği devletlerin dışında işgal etmediği ülkelerde yaşayan Yahudi ve Çingenelerin toplama kamplarına gönderilmesi emrinin olduğu yazılıdır. Bu emri alan ülkeler emri yerine getirmişti. Atatürk Yahudi bilim insanlarını faydalı olacağından Hitler’e teslim etmemişti. Yahudi bilim insanları görev yaptıkları alanlarda Türkiye’ye hizmet ettiler. Atatürk, Hitler’in tepkisini azaltmak için Çingeneleri toplama kamplarına gönderebilirdi. Atatürk, Hitler’in emrine uymuş olsaydı bugün Türkiye’de Roman nüfus varlığından söz etmemiz çok güç olurdu. Türkiye’de Çingeneler toplanmış olsaydı önce toplama kamplarına, sonra da hazırlanan gaz odalarında öldürülüp, fırınlarda yakılacaktı.
Bugün Türkiye’de Roman nüfus varlığı Atatürk ve Cumhuriyet sayesinde olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Günümüzde Atatürk ve Cumhuriyet değerlerine yönelik saldırı için de olan yapıların olduğunun farkındayız. Atatürk’ü ve Cumhuriyet değerlerini itibarsızlaştırma gayretleri sinsice yol almaya çalışmaktadır. Atatürk Çingeneleri neden Hitler’e teslim etmedi? Çünkü zulüm göreceklerini, gaz odalarında öldürüleceklerini tahmin ediyordu. Ülkemizde ne yazıktır ki, Atatürk’ün adını, Cumhuriyetimizin temel değerlerini gaz odalarında boğmak isteyenler bulunmaktadır.
Türkiye’de Roman vatandaşların yaşamsal varlığı Atatürk ve Cumhuriyet sayesindedir. Atatürk’ün kimlik tanımının birleştirici olduğunu görürüz. Günümüzde buna da ‘ayar’ vermeye çalışanlar mevcuttur. Bunların hepsi emperyalist düşüncelere hizmet etme anlamındadır. Bu nedenle Atatürk ve Cumhuriyetimizin temel değerlerini korumak için bu tür yapılara karşı mücadele etmek zorundayız.
KAYNAKLAR:
1 https://www.haber7.com/siyaset/haber/606589-menderesi-ipe-goturen-10-konusmasi
2Nurşen GÜRBOĞA- Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Devletin Mübadil Romanlara İlişkin Söylem ve Politikaları s:134
3Emir Kıvırcık-Büyükelçi kitabı
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.