27 Ocak 2025 Pazartesi
Çingene topluluklar, içinde yaşadıkları devletlerin siyasal rejimlerine muhalefet olma gibi bir gayretleri olmadıkları bilinmektedir. Bunun en büyük etkileri demokrasi bilincine yeterince sahip olmadıkları, ekonomik yoksunlukları kendilerini bu düşüncelerden sürekli arındırmıştır. Bu durum, aynı zamanda yoksullukla sindirilmiş toplum özelliğine dönüştürülmüştür. En büyük eksiklikleri hak arama bilincinin olmamasıdır.
Doğal olarak, Çingene topluluklar kendi aralarında etno-kimlik duygusu gelişmemiştir. Sürekli sosyal yaşamın uçlarında kalan, ezilmiş, hor görülmüş olmalarının da payı vardır. Sürekli yönetenlerin insafına kalmış uygulamalarda yerini kabullenmiştir. AKP iktidarının Roman Açılımıyla kimliğini, benliğini yeniden şekillendirme adına Roman sivil toplum yapıları kurulmuştur. Bu yapıların hak arama mücadelesinin yoksunluğunun son yıllarda siyasal yapılanmalara döndüğünü görmekteyiz. Sivilleşmesini tamamlayanların Roman Dernek başkanlarının bazıları siyasal iktidarın siyaset payandasına soyunduğunu, beklentisinin gerçekleşmemesi sonrasında kendisine siyasette yeni mevziler aradığı da açıkça görülmektedir. “Kıymeti kendinden menkul’ olan bu kişilerin amacını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Siyasette kendine uygun mevzi alanları yaratamayanların, çareyi siyasal parti kurma girişimlerine yöneltmiştir. Bu girişimler aynı zamanda Romanların siyasi bir parti etrafında bütüncül olarak toplanması, siyasal bir güç haline getirilmesi anlamını taşımaktadır. Burada sorulması bir soruyu bir tarafta tutmak gerekir; Roman kimliğinin oy devşirmek için siyasette pazarlık haline getirilmesi mi olacak? Özü itibariyle Çingene gruplar siyasi kimlik olmayı günümüz itibariyle reddeder. Yazımı nereye bağlayacağıma gelince; Cumhuriyet tarihinde Çingene toplumlardan siyaset mekanizmasında iki Roman milletvekili mecliste temsil yetkisine haiz oldu. Bazı Romanlara ilham kaynağı olan vekil olma süreçleri başladı. Umutlarını yitirenlerden bazıları, yeni siyasal parti kurma gayretine düştüler
2020 yılında Edirne’ye Kocaeli’nden biri gelmişti. 10 Kasım Pazar, Atatürk’ün vefat ettiği bir günü seçmişti. Antik Hotel’de düzenlediği cılız bir basın açıklamasıyla Romanlar güya artık kendi göbeklerini kendi kesecekti. AKP iktidarına ayar veriyordu. Hüseyin Akbulut, Türkiye’de kuracağı bir partinin müjdesini vermişti. Adı da, ‘Güzel Parti’, Romanlara şukar(Güzel) parti yakışırdı. Enteresan ve tuhaf olan yanı, adam Edirneli değildi, memleketi Kocaelinde niye basın açıklaması yapma gereği duymadı. Kısa bir internet aramasıyla adamın uyuşturucuyla Mücadele Derneği Başkanı olduğunu, CHP saflarında siyaset yaptığını, milletvekili seçilmesi için olanaklar sağlanmasını, imkanın verilmemesiyle AKP saflarında kendine yer bulmaya çalıştığını, bu da gerçekleşmeyince birilerinin kendine verdiği gazla harekete geçmişti. Kendisine verilen gaz LPG değil, hidrojen gazıydı. Gazın uçucu etkisiyle epeyce havalandı. Bazı yazarlara göre; Romanlar iktidarın Roman Açılımını yetersiz bulmuş, örgütlü bir toplum yapısında, demokratik katılım süreçlerinde etkili olmaları, sosyal sorunlarını, ezilmişliğe, dışlanmışlığa karşı mücadele edeceklerdi.
Romanlarında siyasal bir güç haline geleceğini açıklayan İşçi emeklisi Hüseyin Karabulut, daha sonraki zamanlarda kuracağı partinin sadece Romanlara değil, tüm ezilmişlerin sesi olacağını beyan ediyordu. Heyecanı hayli yüksek olan Hüseyin Akbulut, parti kurma işini tüm Roman toplumunun kabul sonrası olmadığı, kendisini destekleyenlerin Roman olmayan kişilerden olduğu belirmeye başladı. Akbulut, olgunlaşmayan bir meyvenin daldan düşmesine benzer bir anlayışla yola çıktığı, kendi sosyal medya paylaşımlarından anlaşılmaya başlamıştı.
Türkiye’de kendisini ilk eleştirenlerin biri de bendim. Bir ara sosyal medyadan bana mesaj göndermişti. Bana sitem ediyordu. Kendisine, ‘olgunlaşmayan bir meyve gibi ortaya çıktın,’ mealinde yazarak, ‘vizyonu, misyonu yetersiz ve niteliksizsin’ demiştim. Çünkü bu tip kişiler Roman meselesini farklı siyasal mecralara götürme olasılığı her zaman vardır. Akbulut, kurduğu partinin sadece Romanlara özgü olmadığını söylemesi sonrası, Abdal, Dom, Lomları da parti çatısında görmek istediğini açıkladı. Bu gruplarla birlikte on milyon bir nüfusa sahip olduklarını, baraj sorunu bulunmadığını, en az beş milyon bir seçmen kitlesine sahip olduklarını iddia ediyordu. Özetle; siyasette etkin olacakların açıklamıştı. Burada en önemli konu; Güzel Parti, Türkiye’nin daha demokratik bir sürecin inşasında aktif rol oynayabilecekler miydi? Olgunlaşmamış bir ağaçtan düşen bir elma gibi ortaya çıkan Akbulut, Güzel Partiyi Türkiye’nin daha bir demokratik gelişmesinde önemli bir rol üstlenme başarısını halen gösteremedi. En büyük hatası Türkiye’de Romanların örgütlü bir mücadelesinin olmadığı, etnokimlik yaklaşımları benimsemediği, halen büyük bir çoğunluğu devletin sosyal politikalarına muhtaç olduğu gerçeğini iyi analiz edemeyişidir. Bu özellikler doğal olarak Roman vatandaşların temel haklar ve özgürlükleri gündeminde tutmamasından kaynaklanmaktadır.
Çingene topluluklar diğer etnik veya sosyal gruplara benzemezler, bütüncül anlamda kültürel felsefesi Güzel Parti’ye yakınlığını zorlaştırmaktadır. Görünmeyen bir yüzü de sosyolojik taban Güzel Partiye ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü bunun koşulları Kürt toplumundan epeyce farklıdır. Akbulut’un temel yaklaşımı kimlik odaklı, ezilmişler, ötekiler üzerinde konumlanmıştır. Demokrasi vurgusu temel önceliği de olmadığı anlaşılmaktadır.
2023 genel seçimlerine katılamayan Güzel Parti başkanı ikinci tur seçimlerinde iktidarı destekleyeceğini tüm Romanların kendisine saygısından dolayı oylarını iktidardan yana kullanacağını beyan etmişti. İyi güzel de, arkanda Roman toplumu yok! Ortaya çıkan sonuç siyasetten bana ne düşer anlayışından başka bir şey değildir. Romanların büyük bir kısmı kendilerine sunulan devletin sosyal yardımlarını bir lütufmuşçasına alıyor, Roman Partisine ihtiyaç duymuyor.
Türkiye’de ikinci kimlik siyasallaşmasını Doğuş Partisinde görmekteyiz. 2021 yılında Gaziantep Abdalların kurduğu partidir. Romanlar parti kurar da Abdallar kuramaz mı? Doğuş Partisinin genel başkanı benim 15 yıl önce bir toplantıda tanıştığım ve konuştuğum bir kişidir. Siyasal heyecanını o yıllardan bilirim. Karalar, çokça milletvekili aday adaylığı süreçlerinden geçmiş, ancak hiçbir zaman beklentisine kavuşamamıştı. Karalar 2019 yılında Gaziantep Büyükşehir Belediye başkanlığı seçimlerine bağımsız olarak katılmış, seçilme yeterliliğine sahip olamamıştı. Mahmut Karalar’ın başkanlığında kurulan Doğuş Partisi, “ülke genelinde kimsesizlerin kimsesi olmak için yola çıkıyoruz” demişti.
Gaziantep’te yaşayan abdalların sayısının 35 bin civarında olduğuna dikkat çeken Karalar, “Örgütlü olduğumuz için şimdi sesimizi daha gür çıkartıyoruz. Gençlerimiz çok eğitimsiz, işsizlik ve fakirlik had safhada. Ben iktidar partisinden milletvekili aday adayı olduğum halde derdimizi kimseye anlatamadım. Gaziantep, Kahramanmaraş Türkoğlu, Hatay, Oğuzeli, İslahiye, Nurdağı, Keferdiz, gibi pek çok il ve ilçede örgütlendik. Barış, Karşıyaka, Serinevler, Çıksorut, Yukarıbayır başta olmak üzere birçok mahallede varız. Horasan’dan gelmiş Türkmen aşireti olarak Türkiye’nin her yerinde varız. Bu varlığımızı ve gücümüzü seçimlerde göstermek istiyoruz. Tüm siyasi partilere eşit mesafedeyiz. Ancak, kendi adayımızı çıkararak yerel seçimlerde varlığımızı ve gücümüzü ispatlayacağız” demişti. Mahmut Karalar, farklı bir siteminde; medyanın kendilerine yer vermesini isterken, 41 ilde örgütlenerek medyada yer verilen partilerden daha fazla oy alacaklarını söyleyip, aksi bir durumda partiyi kapatacağını belirtmişti. Yapılan seçim süreçlerinde temsil ettiğine inandığı, Abdal aşiretlerden ve kimsesizlerin kimsesi olmasını hedeflediği kesimlerden yeterli ilgiyi ve desteği göremedi. Yani Abdalar Doğuş Partisini yarı yolda bıraktılar.
Doğuş Partisi Genel Başkanı Mahmut Karalar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 20 Ocak’ta düzenlenen “2023 Roman Buluşması-Yüzyılın Romanını Birlikte Yazıyoruz” programındaki açıklamalarına tepki göstermişti: “Türkiye’de 8 milyon Abdal ve Dom toplumu olduğu halde neden bizler yok görülüyoruz” demişti. Karalar; “Güneydoğu Anadolu, İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesinde yaşayan birçok toplumumuz bu konudan huzursuz olduklarını bizleri arayarak, mesaj atarak beyan ettiler. Bugün Türkiye’de 8 milyon Abdal ve Dom toplumu olduğu halde neden bizler yok görülüyoruz ve birçok partinin Roman göstererek bizleri silmelerinin anlamı nedir, ne amaçla böyle kararlar alınıyor? Türkiye’nin Trakya bölgesi dışında Romanın olmadığını beyan etmek istiyorum, tabii ki Romanlar bizim kardeşimiz ve diğer halkımız da huzursuz olduklarını ve her gittiğimiz toplantılarda bunu dile getirdiklerini söylemek istiyorum.” Demesi ayrı bir sitemdir. Öncelikle şunu bilmekte fayda vardır; Roman kimlikli vatandaşlar diğer sosyal gruplara nazaran daha bir görünürlük içinde olmuşlardır. Siyasetçiler oy devşirmenin nerelerden çıkacağını çok iyi bilmektedirler.
Hem Güzel Parti, hem de Doğuş Partisinin en büyük eksiği ve hatta hatası, temsil ettikleri grupların sosyolojik yönlerini iyi analiz edemeyişleridir. İki partinin de arkasında kitlesel bir halk desteği yok. Bunu iyi bilen siyasiler bu partilerle siyasal birlik kurmaya ihtiyaç duymamaktadırlar. Yazımın üst bölümünde yer aldığı üzere; sosyolojik taban siyasette kendisine zemin aramıyor, Roman toplumu ve diğer Roman gibi yaşayan toplumlar olsun, kendi yaşamlarını adeta kast sisteminde götürmeye devam ediyor, Toplumsal bir hak mücadeleleri bulunmamaktadır. Bu yaklaşımlar doğal olarak siyasal mücadeleyi güçsüzleştirmektedir.
Kimlik, bir özellik, bir nitelik belirtisidir. Bunun en belirginliği Roman toplumlarda görebiliyoruz. Kimliğin oluşumunda kültürel, ekonomik değer ve davranış kalıpları önemli etmenlerdir. Kimlik aynı zamanda insanın fiziksel ve genetik özellikleri kimliğin belirleyicisi olmuştur. Kültür, insan toplulukları arasındaki farklılıkları derinleştirmekte ve uyum sorununa dönüştürebilmektedir. Bu durum dışlanmanın tetikçisi de olabilmektedir. Çingene kimlikli toplulukların en büyük özelliği komünal (kapalı toplum) olmasıdır. Aynı zamanda çok farklı bir yaşam kültürü ve farklı davranış biçimlerine sahiptirler.
Çingeneler hakkında binlerce yazılar, çokça belgeseller bulunmaktadır. Akademisyenler nicel ve nitel yöntemler kullanarak bilimsel araştırma çalışmaları yapmıştır. Tarihsel uzantısında kültürel kodları kendileri için sorun yumağına dönüşmüştür. Yaşam karakteristiğinde sosyolojik ve psikolojik eğilimlere sahiptir. Romanlar, yaşamsal varlığını sürdürmek için kaçınılmaz olarak kendi yaşam pratiğini yaratmak zorundaydı. Çingenelerin tarih izlerini “İstanbul Tarihi” isimli bir kitapta görebiliyoruz. Eremya Çelebi Kömürcüyan, 17. yüzyılda İstanbul’u anlatan kitabında Çingenelerden de bahsetmiştir:
“Yirmiüçüncü kapı Topkapıdır. Bu kapının iç ve dış taraflarında Ermeni poşalar(Çingeneler) oturur. Erkekler elek yapar, kadınlar da bunları satmak için sokak sokak gezerler. Yüzleri açık olarak gezen bu hayasız kadınların erkeklerinden çoğu Müslüman olmuştur. Edirne’ye gidip gelen, bağırıp çağıran, küfürbaz yük taşıyan, kiracı Ermeni katırcılar burada otururlar. Bu Çingenelerin kadınları hanende olup, evlere girerler ve sokak ortasında şarkı söylerler. Bunlar meyhanelere giderek, başı sevdalılar için çalgı çalarlar ve raks ederler ve öğrendikleri yeni şarkılar ve masallar okurlar:
Ey derdimend gel gira
Koynuma hemen bir zaman
Buse ihid-u füruht…
Heyecana gelen sarhoşlar, onların alınlarına para yapıştırır ve Çingene kadınlar bir zaman bu paralarla gani gani doyarlar. Rumlarla münakaşaya tutuştuğumuz vakit: “Bizim poşalar ekmeklerini alın teri ile kazanırlar; halbuki sizinkiler ellerinde dablaklarla meyhanelerde dolaşırlar ve zevk ticareti yaparlar. Yanık yüreklere şeftali ver, hele koynuma gir gibi açık saçık şarkılarla sevdalı, garip gençleri tahrik ederek onların karşısında göbek atarlar” diye anlatmaktadır.
Kendi iç tarihimizde; Gezginci Romanlar yerel idareciler ve yerleşik toplum tarafından gayri ahlaki ve gayri dini bir yaşam süren, geçtikleri mahallere zarar veren, asayiş ve düzeni tehdit eden gruplar olarak görüldü. Osmanlı idarecileri bu toplulukları çeşitli asayiş düzenlemeleri ve zorunlu iskânla kontrol altına almaya çalışmıştır. Gerek devlet gerekse toplum katında Romanların fuhuş, cinayet, serserilik, hırsızlık, sahtecilik, avarelik, yağma ve karmaşayla özdeşleştirilmesi yaygındı. Bu topluluklara atfedilen açgözlülük, hilekârlık, hasislik gibi olumsuz ahlaki tutum ve davranışlar, kadınlara atfedilen gayri ahlaki cinsel tutumları toplumsal ayrımı sürekli derinleştirmiştir. Romanların toplumun geri kalanından farklı ve aşağı bir statüde konumlandırılmasında Osmanlı Devleti’nin bu topluluklara ilişkin idari, adli ve mali düzenlemelerinin önemli payı vardır. Şu da bir gerçektir ki, günümüzdeki dışlanmanın ve algılanma biçimlerinin hangi evrelere dayandığının belgeleri yukarıda belirtilmiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinde Çingenelere yönelik ıslah çalışmalarına girişilmesine rağmen istenilen sonuç elde edilememiştir. Çingenelerin sosyal sorunları son 20 yıldır gündemde.
Çingene veya Roman sorunlarının ana sorunu; ekonomik, kültürel ve sosyal uyum(entegrasyondur). En yakıcı olanı yoksulluk kültürüdür. Yoksulluk kültürü; işsizlik, barınma, sağlık ve eğitim sorunlarına yol açmaktadır. Dışlamanın ana öğesi ekonomiktir. Sorun, aynı zamanda çok katmanlıdır. Bu katmanı aşmak için Avrupa Birliği fonları devreye sokulmuştur. Devletin çözemediği Çingene sorunlarına yeni aşılar, merhemler arandı. Hasta sürekli gündemde, başarılı hekimler arandı. Çingene sahasına Roman Dernekleri, vakıf dernekleri Üniversitelerin sosyal çalışmacıları girdi. Çingene sahası çok geniş ve çokça malzeme doluydu. Ortalıkta yüklü miktarlarda proje bütçeleri bulunmaktaydı. Çalışmalar yürütücülerin kendi vicdanlarında kaldı. Yapılan çalışmalar Romanlara ne aşı, ne merhem çare olmadı. Bura da küçük bir vurgu yaparak kendim de projelerin içinde yer aldığımı özellikle belirtmek isterim. Roman meselesinde çok önemli bir figürü görebilmekteyiz. Kadın olmanın kendisine sağladığı avantaj, medya görünürlüğü, Sıfır Ayrımcılık Derneği Başkanı ve siyasetçi Elmas Arus’u görmekteyiz. Sivil toplum adına Romanlar için faydalı denebilecek çalışmalar yapmıştır, ancak hepsi AB projeleri kapsamında olmuştur. Özetle; Sıfır Ayrımcılık Derneğinin vizyonu ve misyonu kendisini siyasete taşımıştır. Hedefi Roman toplumu üzerinden milletvekili seçilebilmesidir.
ELMAS ARUS’UN HAYATI DEĞİŞTİ, BİZİM Kİ DEĞİŞMEDİ
Dernek başkanı, çokça Avrupa Birliği projelerine imza atmıştır. Kendisi Çingene/Romanlar üzerinden proje pratiğini yaratmıştır. Bu pratik Roman toplumuna fayda sağlamadığı kadar, tarihsel gerçeklerin günümüze taşınan toplumsal gerçeğin yarattığı sorunları kendisine malzeme alanı olarak sürdürmeye devam etmektedir. Tarihsel gerçeği ortaya koyan anlatımlar yukarıda yazılıdır. Dışlanma ve damgalanma süreçlerinin neler olduğu açıkça ortadadır. Bunların hepsi tarihsel gerçeklerimizdir. Günümüzde kamusal alandaki Çingene rahatsızlığını irdelemek yerine dışlanma, ajitasyon, mağduriyet yaklaşımlarını sürdürülebilirlik içinde götürmek sorunu çözmüyor. Aşılma noktası tartışılması gerekir.
Öyle anlar olur ki gacomu bizi dışlıyor, biz mi kendilerini dışlıyoruz anlaşılamıyor. Elmas Arus, Romanların entegrasyon sürecinden söz etmeyi tercih etmediği gibi, buradan çıkan olumsuzları malzeme olarak kullanmayı tercih ediyor, Romanların sosyolojik ve psikolojik eğilmelerinden hiç söz etmez. Romanların kısmen de iş disiplini yönünden eksiklikleri bulunduğunu, içlerinde kolaycılığı seçenlerin, yeterince mücadele etmediklerine ilişkin gerçekleri duymadık, duyamayız. Tarihsel uzantıya bağlı olarak değil, kendi uzantısıyla konuyu dilendirmektedir. Elmas Arus, hem sivil toplum hem de siyasetçi kimliğini kullanarak kendi Roman paradikmasını yaratma peşindedir. Paradikma, dışlanma, ajitasyon ve mağduriyet hikayeleri üzerinden değil, tarihsel gerçeğin çok iyi anlatılmasıyla olur. Sürdürülebilir mağduriyet ve ajistasyon yüklemeleri Roman toplumuna asla bir kazanım sağlamaz. Meseleye kendi Roman paradikması ile yön bulması kendisine avantaj sağlayabilir, fakat soruna değil, kendisine çare oluyor. Diyarbakır Dom –Der başkanı Mehmet Demir’in son sözüyle yazımı bitireyim; Elmas Hanım’ın hayatı değişti. bizim ki değişmedi.
2004 yılında Romanların sivil örgütlenmeye başlaması çok değerliydi. 2009’da AKP’nin Roman Dernekleriyle yaptıkları ilk toplantı da Roman Dernek başkanlarından meseleye ihtiyatlı davrananlar kadar, beklentiyi yüksek tutanlar da olmuştu. Bir de devletin sürekli dışarıda tuttuğu Roman vatandaşlar, nasıl bir siyasi politika ile karşılaşacaklarını merak ediyordu.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan Çingene algısı, Roman sivil toplum yapıları sayesinde kurtulabilecek miydi? 2010 yılında Roman Açılımıyla siyasi iradenin algıların tümden değişeceğine ilişkin açıklamaları gerçekleşebilecek miydi? Algının değişeceğini uman Roman Dernekleri gelişmeleri kendilerine bir lütuf olarak gördüler. Roman kimliğinin ana sorunu ‘ayrımcılık’ ve ‘dışlanma’ olarak gösterildi. Oysa tarihsel bir sonunun parçası olarak ‘dışlanma’ ve ‘ayrımcılık’ olarak gösterilmesi çok yetersizdi. Konuya çağdaş yaklaşımlar üzerinden gidilmedi, sığ kalıplar içinde bırakıldı. Oysa temel sorun; yoksulluk, kültürel ve kültürel sorunun nasıl aşılacağıydı. Romanların istihdam yetersizliği veya iş bulamama sorunları iç dinamiklerinde sorunu derinleştirdiği ön plana çıkarılmadı. Roman vatandaşlar için daha yakıcı olan bu sorun, tüm kimlikler için geçerlidir. Dışlanma, barınma, sağlık, eğitim yetersizliğinin ana kaynağı yoksulluk olduğu gerçeği hep görmezden gelindi. Yoksulluk, Roman/Çingenelerin tarihsel derinliğinden gelen ayrımcılığı ve dışlanmayı daha da kolaylaştırdığı hep göz ardı edildi.
Roman Dernekleri; tarihsel derinliği olan ve içinde çok karmaşık, sosyolojik, psikolojik eğilimleri olan Çingene topluluklara yönelik ortak bir yol haritası çizebildiler mi? Veya meseleyi içselleştirme gibi bir dertleri var mıydı?
Küçük parçalar halinde büyüyen Roman dernekleri kurumsallaşmaya yönelmelerine rağmen, gerçek anlamda kurumsal özellik kazanamamıştır. Roman sivil toplum yapıları, zaman zaman basında Romanlar hakkında çıkan ön yargı kalıpları, yine basın yoluyla protesto veya kınama bildirileriyle karşılık buldu. Bu eylem girişimleri hak arayışları değil, bir kimliğin algılanma biçimlerine yönelik tepkileridir.
Roman Dernekleri Roman toplumunun gerçek anlamda sesi olamamışlardır. Vizyon ve misyonu olmayan kişilerin oluşturduğu niteliksiz örgütlemeler olmaktan kurtulamamıştır. Yine çoğu halen “İndireGandi” peşindedir. Benim düşüncelerim herkesin genel kanaati olduğunu buradan yinelemiş olayım.
Türkiye’de gerçekten Çingene/Roman sorunu var mı? Tarihsel hafıza ne diyor; “Osmanlı idarecileri, gezginci Çingeneleri “kavm-i şenâat” (kötülük yapan kavim) olarak tanımlamış ve çeşitli asayiş düzenlemeleri ve zorunlu iskânla kontrol altına almaya çalışmıştır. Gerek devlet gerekse toplum katında Romanların fuhuş, cinayet, serserilik, hırsızlık, sahtecilik, avarelik, yağma ve karmaşayla özdeşleştirilmesi yaygındı. Romanların dinsiz ya da sözde dindar olduklarına ilişkin yaygın kuşku, onların dini cemaatler tarafından da dışlanmasına yol açmıştı. Bu topluluklara atfedilen açgözlülük, hilekârlık, hasislik gibi olumsuz ahlaki tutum ve davranışlar, kadınlara atfedilen gayri ahlaki cinsel tutumlar, müzisyenlik gibi toplumsal statüleri düşük meslekler, Romanları sapkın ve tehlikeli topluluklar olarak damgaladı. Osmanlı idarecileri gibi, Osmanlı toplumu da Romanları şüphe ve mesafeyle karşılamış ve aralarına almamıştır. Romanlar, kent ve kasabaların çeperinde kendilerine ait mahallelerde ya da kasabaların dışında çadırlarda ve derme çatma kulübelerde diğer topluluklarla karışmadan yaşamışlardır. Kıpti mahalleleri şehrin iç mahallelerine doğru bir hareketlenme önemli gerilimlere yol açıyor ve yeniden dışlanıyorlardı. Bazen de kentlerden tümüyle atılıyorlardı” Bu yazıların büyük bir çoğunluğu güncelliğini korumaktadır.
Romanların/Çingenelerin tarihsel kodları tam bir sorun yumağıdır. Günümüzde halen Romanların yoksulluk ve kültürel davranışsal özelliklerin değişememe sorunu vardır. Bunların aşılmasında siyasi iktidarın yeterli çabayı göstermediği, Roman vatandaşlarında genelde hallerinden memnun oldukları yönünde bir görüntü ortaya çıkıyor. Sosyolojik bir karmaşa içinde yaşayan Romanlar, kendi içlerinde adı konulmayan bir sınıf değişimiyle karşı karşıyadır. Avrupa Birliğinin dezavantajlı olarak sınıflandırdığı Romanlar, Sosyal içerme (Dışlanma riski altında olan kişilerin, ekonomik, sosyal ve kültürel hayata tam katılımları ve yaşadıkları toplumda normal olarak kabul edilen hayat ve refah standardına kavuşmaları için gerekli olan fırsat ve kaynakları kazanmalarını sağlayan süreçtir) politikasını fon kullandırılarak yaşama geçirilmesini hedeflemeye devam etmektedir.
Roman Dernekleri AB projelerine pek eğilmediği ki, zorluğundan ötürü bu işi profesyonel olarak yürütebilen derneklerin elinde kalmıştır. Fon kaynakları yürütücülere ekonomik getiri sağladığı gerçeği açıkça ortadadır. Avrupa Birliği ve özelikle Avrupa Konseyi kendi iç anayasasından kaynaklanan ilkeler doğrultusunda Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakereleri kapsamında Roman sorunlarına eğilmiştir. Sıkça vurguladığımız hatta dilimize yapışan; istihdam, eğitim, barınma, sağlık sorunları temel haklardan yararlanamama anlamına gelmektedir. Roman sorunları, farklı konular işlenerek zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Hatta ülkemizde çok sayıda Romanlar ile ilgili bilimsel ve sosyal çalışmalar yürütülmüştür.
Romanlar ve buna benzer kimlikler üzerinden Sıfır Ayrımcılık Derneği ve başkanı yıllardır AB projelerini yürütmektedir. Dernek kurumsal kapasiteye sahip olmasa da bu işleri en iyi bilen bir özelliği sahiptir. Derneğin hak temelli bir özne ile basında görünürlüğü bulunmaktadır. Derneğin başkanı Elmas Arus’u tanımakla birlikte uzun bir süre Roman yolculuğunda yer aldım. Çokça yaptığı toplantılara katıldım. Roman meselenin ana çizgisini göremedim. Yol haritasında Elmas Arus’tan başka bir şey çıkmıyordu. Konuların özü çok sığ ve çözüme odaklı değildi. Sürdürülebilir bir “Roman kalıbı” yaratmayı tercih etti. Çünkü buna muhtaçtır. Roman meselesini kendi aramızda öz eleştiri olarak konuşulmasını hiçbir zaman istemedi. Eleştirilerime hep kulak tıkadı. Gerçeklerle yüzleşmek değil, “Romanların haklarını savunuyor” görünümlü ancak, tarihsel kültürel gerçeğe nasıl bakılması yönündeki düşüncelere kapalı kaldı. Kendi döngüsünü döndürmeyi tercih etti. Yukarıda yazılı devlet ve toplumsal hafızanın silemediği ve halen mevcut olan Roman kültürel çıkmazların nasıl aşılacağından çok, kendince ürettiği “Roman kalıbı” ile kendine görünürlük sağlamaktadır. Tarihsel bir sorunun farklı şekillerde devam ettiğini, sürekli yeni sorunlar gibi lanse etmesi, hele de ajitasyon yüklemeleriyle gündeme getirmesi Roman toplumuna çare olmuyor. Elmas Arus, Roman sorunlarını kendine malzeme etmek yerine, kültürel sosyal gerçeğin nasıl aşılacağı üzerine projeler üretmesi gerekir. Adına görünürlük veya farkındalık denebilir, ancak bunlardan ne kamu yönetimi ne de toplum hafızası etkilenmiyor. Yıllarca fon kullanıldı, ortaya toplumsal bir proje konulamadı.
Roman Dernekleri, tarihsel kodlarının aşılmasında etkin bir rol oynayamadıkları kadar, sivilleşmeyi de öğrenemediler. Çoğunluğu Mide ideolojisine teslim oldular. Diğer bir anlatımla çoğunluğu “beygir cambazı” oldular. Roman kimliğini siyasete meze ettiler. Yoksulluğu da AB projelerinde kendilerine gelir kaynağına dönüştürdüler. Hiçbir Roman Derneği, Sıfır Ayrımcılık Derneği de dahil, Roman sorununu içselleştirmedi, meseleye parasal yaklaşımlarla baktılar. Sorunun sadece kimlik sorunu olmadığını, temel haklardan mahrum kalma olduğunu dillendirmediler. Hem kimliği, hem de temel haklar ve özgürlükleri beygirin nalı altında ezdirdiler
KAYNAK: Nurşen Gürboğa- Türk-Yunan nüfus mübadelesi ve devletin mübadil Romanlara ilişkin söylem ve politikaları
Değerli okurlarım, yazı dizisi içinde Orta Doğu coğrafyasında bulunan halkların Osmanlı egemenliğinden Batılı devletlerin eline geçmesi ve bağımsızlıklarını ilan ettikten sonraki aşamaları çok kısa özetler halinde yazmıştım. Amacım; Orta Doğu ülkelerinde diktatörler eliyle inşa edilen toplumsal yaşam ve aydınlanmacı düşüncelerin totaliter rejimlerin altında ezilmesinin getirdiği sonuçları anlatmaktır. Bir anlamda monarşinin halk üzerinde bıraktığını ağır tahribattır. Orta Doğu coğrafyasında halen Ortaçağ döneminin izlerini görmek mümkündür. İslam dinini aydınlanmacı olmaktan çıkarıp, yozlaştırılarak yaşam biçimine sokulduğunu görürüz. Bilimsel eğitime, bilime, teknolojik gelişmeye, hak ve özgürlüklere kapalı toplumların liderler tarafından inşasıdır. İnşanın temeli; ümmettir, biat kültürüdür, aynı zamanda Arap toplumların kanayan yarasıdır. Coğrafyanın totaliter yönetime sahip olması, halkların sisteme direnme gücünü kırsa da, kitlesel güç olabilmek iyi organize ve kararlı olmak çok önemlidir.
Esad hanedanlığının yıkılmasının ardından başka ülkelere sığınan Suriyeliler, bulundukları ülkelerde sokaklara çıkarak Esad rejiminin çöküşünü kutladı. Kutlamalar, “yeter artık ülkenize dönün, misafirlik bitti” eleştirilerine neden oldu. Sokaklara çıkanlar, evlerinin önlerine Suriye bayrağı asanlar çokça görüldü. Hem de yeni belirlenen Suriye bayrağıyla. Edirne’de küçük bir grup Suriyeli Eski Cami’nin önünde basın açıklaması yaptı. O gün bende oradaki konuşmalara tanık oldum. Konuşmaların içinde ‘İslam Devrimi’ geçiyordu. Özgürlükler ve demokrasiden hiç bahsedilmedi. Görülen o dur ki, halk halen devrimin tam olarak ne olduğunu bilmediği, kaderine razı olduğunun göstergesidir.
ARAP SUNUCUNUN İÇİNİN YANIŞIYLA; ‘EY ÜMMET NE ZAMAN VAZ GEÇECEĞİZ’
2023 yılının sonlarına doğru Kuveyt merkezli bir televizyon kanalında erkek sunucu, ‘İslam ve Müslümanlar’ içeriğinde İslam ve bilime özeleştiri getirmişti. Cesaretle, içinin tüm burukluğuyla Orta Doğu coğrafyasının içine düştüğü hazin durumu anlatmıştı.
“1400 yıldır bize ne dediler, ne demek istediler neyi demek istiyorlar diye, dediklerini tefsir ediyoruz.
1400 yıldır Yahudi ve Hristiyanlara beddua ediyoruz, salavat getiriyoruz, gözyaşları daha fazla olsun diye. Ama bizim gözlerimizde yaş kalmadı! Vatanları yıkılsın diye, bizim elimizde vatan kalmadı! Onların kadınlarına hakaret olsun diye bizim kadınlarımız hakaretler içinde kaldı.
1400 yıldır yağmur duaları ettik her yer yağmur doldu. Sadece Müslüman çoğunluklu devletler hariç?
1400 yıldır zekat topladık, her geçen gün açlık ve sefalet daha da arttı, Müslüman çoğunluklu devletlerde. Ey uyuyan ümmet, beddua ettikleriniz uzaya çıktılar, aydan uzanıp dünyaya baktılar, hücreyi böldüler, ikinci bir bilimsel devrim yaptılar. Sizler sadece iki bacak arası devrimlerle uğraştınız! Bu günlerde bile derslerinizde cinsellik nasıl olur, abdesti ne bozar, kadın ve siyah köpek önünde namaz kılmayı öğretmeye devam ediyorsunuz. İçtihat ve alimleriniz cihatta nikah için yaşlı adamı emzirme ve ölen eşiniz son defe cinsellik üzerinde ittifak ettiler. Bunlar hakkında kitaplar yazdılar ve buna ek olarak barışçıl bir şekilde tecavüze uğramış kadınla nikahı yazdılar.
Ey uyuyan ümmet! Bizler aklımızı ve mantığımızı kullanmayı hak etmiyor muyuz? Akıllarınız bu bilimden, teknolojiden, uygarlıktan faydalanmayı hak etmiyor mu? Hayret etmiyor muyuz? Aklımızın 1400 yıllık rehin oluşuna. Bizler atı ile tarla sürüyoruz, eşeği de koşuya hazırlayıp koşturuyoruz. Bundan ne zaman vaz geçeceğiz.” Sözleriyle Orta Doğu coğrafyasını içindeki acıyla anlatmıştı. Sunucunun “Bundan ne zaman vaz geçeceğiz” cümlesi çok önemli bir vurgudur. Sonucun vardığı yer, “her toplum laik olduğu şekilde yönetilir.”
ATATÜRK OSMANLI’NIN ÜMMETÇİLİĞİNE SON VERDİ.
600 yüzyıllık Osmanlı hanedanlığı da Müslüman halkına ümmetçiliği bir yaşam biçimi haline getirdi. İnsan haklarına temel özgürlüklere kapalıydı. Müslüman halkını dini referansla yönetti. Osmanlı’nın Türk Müslümanlarına bıraktığı en büyük yıkım; ümmetçilik, cahillik ve yoksulluk olmuştur. Atatürk, yeni kurulacak Türk devletinde, bunları aşmanın ancak Cumhuriyet rejimiyle mümkün olacağını görmüştü. Halk demokrasiyle tanışmalı, içinde hak hukuk, adalet. Liyakat, kavramlarının bütünlüğünü oluşturan ‘Demokrasi’ rejimi içinde yaşamalıydı. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 6. Maddesi “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” denilerek halka verilen değer ortaya konulmuştur. Ümmetçilik ve biat sona erdirilmiştir. Atatürk, Cumhuriyet’in gerçek bir devrim olduğunu da dünya milletlerine kanıtlamıştır. Türkiye Cumhuriyetini; demokratik, bilimsel, aydınlanmacı, çağdaş hukuk, temelleri üzerine oturtmuştu.
Atatürk’ün önemli devrimlerinden biri olan “Laiklik “ilkesi Türk ulusuna bıraktığı en büyük devrimler arasında yerini almıştır. Dinin devlet siyasetinde yeri olmamalıydı. İslam dini korunmalı ancak yozlaştırılmamalıydı. Bugün Orta Doğu coğrafyasının geri kalmışlığın nedenlerinden biri de, İslam dini yozlaştırılarak halkın aydınlanmacı düşüncelerden arındırılmasıyla sağlanmıştır. Yine, Orta Doğu ülkelerinin en büyük şansızlığı; Atatürk gibi bir liderin etrafında toplanan aydınlar ve halkın olmamasıdır. Bir söz vardır, ‘her toplum laik olduğu şekilde yönetilir’ Arap halkları da bu durumdadır. Cumhuriyet bir anlamda demokrasidir, hak ve özgürlükler demektir. Osmanlı’da görülen eğitim sistemindeki aksaklıkları cemaat ve tarikatlar üstlenmiştir. Bu tür yapılar, İslami bilgileri topluma yaymak yerine, daha çok siyasal mekanlar olmuştur. Günümüzde ümmetçilik ve biat kültürü bu yapılar eliyle büyütülmektedir. Demokrasiyle yönetilen ülkelerdeki demokrasi kazanımı hiç te kolay olmamıştır. Binlerce insan özgürlük ve demokrasi mücadelesinde yaşamını kaybetmiştir.
Şayet bir ülkede, temel haklar ve özgürlüklere yönelik (Hukuken devletin güvenliği dışında) engelleme girişimleri var ise, bu durum demokrasinin halkın elinden alınması veya kısıtlanması anlamına gelir. Bu duruma demokrasinin köreltilmesi de denebilir. Yönetim sistemlerinin en değerlisi ve kıymetli olanı gerçek demokrasidir. Demokrasi temel haklar ve özgürlüklerin temel taşıdır. Bu taşın ortadan kaldırılmasının getireceği sonuç; “Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.” Olacaktır.
“Değerli okurlarım, yeni yılınızı şimdiden kutlar, cebinizdeki paranın eksilmemesini, sağlığınızın ve ruh halinizin bozulmaması dileklerimle.
KAYNAKLAR: 1- https://www.youtube.com/watch?v=31Sqmotk3x4
NOT BİLGİSİ: TEFSİR: Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını hedefleyen ve bununla ilgili yöntem ve teknikleri ortaya koyan ilim dalıdır. Tefsir, Kur’an-ı Kerim’i sistematik bir şekilde yorumlayarak diğer dinî ilimlere kaynaklık etme anlamındadır.
İÇTİHAD: sosyal hayatta şeriatın birincil kaynaklarında yer almayan sorunları çözmek amacıyla fıkıh usûlü prensiplerini kullanarak hükme varmak için zihinsel çaba harcamasına verilen Arapça terim.
Suriye 1516’dan sonra Osmanlı egemenliğine geçmiş, bölge 1918 yılına kadar kesintisiz olarak 402 yıl boyunca Türklerin hâkimiyeti altında kalmıştır. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’nda “Hicaz, Suriye, Yemen ve Irak’taki bütün garnizonlardan ” Osmanlı ordusu çekilmek zorunda kalmıştı. Bu süreçten sonra Suriye Fransa’nın sömürge toprağı olmuştu. Hatay, Misâk-ı Millî sınırları içinde kabul edilmesine rağmen, Millî Mücadele döneminin olağanüstü şartları içinde Fransa ile savaşın durdurulması pahasına 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara İtilâfnamesi ile millî sınırlar dışın da bırakılmak zorunda kalınmıştır. Ancak, TBMM Hükümeti, bu antlaşmaya Hatay Türklerinin menfaatlerini koruyacak ve bölgeye özerklik verilmesi için gerekli zemini hazırlayacak özel hüküm koydurmayı ihmal etmemişti.
Avrupa’da değişmeye başlayan siyasal gelişmeler (Nazilerin iktidara gelmesi) Fransa’nın bu bölgeden ayrılmasına neden oldu. Türkiye, Fransa’nın Suriye’ye bağımsızlık vermeye hazırlandığı 1936’da Hatay konusunu iç ve dış kamuoyunda plânlı bir şekilde gündeme getirmiştir. Türkiye’nin şartlarını kabul etmek zorunda kalan Fransa, 23 Haziran 1939 tarihinde Hatay’ın Türkiye’ye bırakılmasına ilişkin antlaşmayı imzalamıştı. Suriye, 1936’da Fransa’dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmasına rağmen devlet yapısını tam olarak oluşturamamıştı. Suriye 1936 yılından 1954 yılına kadar iç çekişmeler sonucu; 3 hükümet darbesi, 21 kabine değişikliği, 3 kez askeri diktatörlük dönemleri yaşamıştır.
HAFIZ ESAD’IN ASKERİ DARBESİ, KENAN EVREN ASKERİ DARBESİNE BENZİYORDU.
Suriye, Arap sosyalist rejimle (BAAS PARTİSİ) tarafından yönetilmekteydi. Hafız Esad, 13 Kasım 1970’ de kansız askerî darbeyle iktidarı ele geçirdi. Suriye 4. Kez askeri yönetimle buluşmuştu. Hafız Esad, aynı zamanda Baas Partisinin başkanı olmuştu. Mart 1971’de yapılan halk oylamasıyla çok büyük bir oy çokluğuyla devlet başkanı seçildi. Tıpkı; 1980 askeri darbesiyle iktidara gelen Kenan Evren ve arkadaşları gibi. Hafız Esad, uzun süre Orta Doğu’nun en etkili aktörlerinden birisi olmayı başarmıştı. Ülkesinin siyasi yakınlık kurduğu SSCB ile ilişkilerine önem vermeye devam etti. Siyasi, askeri, ekonomik ilişkilerini Sovyetlerle sürekli sıcak tuttu. Dış politikada Sovyet yanlısı tutum izledi. Esad, ülkesinde bulunan farklı, etnik kimliklerin dilsel, dinsel/mezhepsel farklılıklarını inşa ettiği rejim sayesinde tutabilmişti. Bu başarısını kendisine tamamen bağlı, sadakatine güvendiği askerler ve bürokratlardan oluşturduğu kişiler sayesinde olmuştur. Bu örnek çok sayıda monarşi yönetiminde görülen bir uygulamadır. 2. Abdülhamid bile 33 yıllık Osmanlı iktidarında ülkeyi istibdat politikasıyla yönetmişti. Ancak devrilmekten kurtulamamıştı.
TÜRKİYE –SURİYE PKK SORUNU
Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasını hazmedemeyen Suriye, Hatay’ın kendi toprağı olduğu iddialarını sürdürdü. Fırat ve Dicle ırmaklarının suları su problemi yanında sınır güvenliği sorunları çıkarmaya başlamıştı. Suriye’nin PKK silahlı terör örgütünün ülkesinde kamplar kurmasına ve örgütlenmesine izin vermesi, iki ülkeyi savaşın eşiğine kadar gelmesine neden olmuştur. Şam yönetimi, diplomatik yoldan yapılan bütün ihtar ve uyarılara kulak tıkamıştı. Milli Güvenlik Kurulu’nda önemli bir karar alınmış ve Suriye’yi yola getirme görevi askere havale edilmişti. Bu çerçevede dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş 16 Eylül 1998’de Hatay’a gitti. Suriye sınırının sıfır noktasında tarihe not düşen bir konuşmasının sonunda; ‘sabrımız tükenmiştir’ sözü diplomatik çevrelerde heyecan ve tedirginlikle karşılanmıştı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, paşanın sözlerine sahip çıktı, ’kararlıyız’ mesajını vermişti. Başta Arap ülkeleri olmak üzere derin bir savaş korkusu sarmıştı. Bu gelişmelerden sonra Suriye, Abdullah Öcalan’ın barındığı Bekava Vadisi’nden çıkarmak zorunda kalmıştı. Öcalan Rusya’ya gitmişti. Türkiye’nin kararlı tutumunu gören Suriye, 1998 yılında Adana Mutabakatı’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Mutabakat; başta PKK olmak üzere her iki devlet de kendilerini tehdit eden terör örgütlerine karşı önlemler alacak ve onların kendi toprağındaki tüm faaliyetlerine engel olacaktı. Adana Mutabakatı Suriye tarafından yeterince uygulanmamakla birlikte, PKK’nın yuvalandığı Suriye topraklarında Türk Ordusunun sınır operasyonları yapmasının uluslararası zeminde kabulü anlamına gelmekteydi.
Hafız Esad, 10 Haziran 2000 tarihinde vefat etmesiyle yerine oğlu Beşar Esad, devlet başkanı oldu. Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın iktidara gelmesinden hemen sonra Suriye’de demokratikleşme, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanlarında kısa süren nispi bir açılım dönemi yaşanmıştır. “Şam Baharı” olarak adlandırılan bu dönemde, Ulusal İlerici Cephe içinde yer almayan grup ve partilerin kamuya açık toplantılar düzenlemelerine ve farklı görüşler seslendirmelerine imkân tanınmıştır. Bu olumlu gelişmeler 2001 yılında sona erdi.
2002’de Türkiye-Suriye ile ilişkileri iyileştirilmiş, ortak bakanlar kurulu yapılacak düzeye kadar gelmişti. Liderler arasındaki yakın dostluk ağabey-kardeş durumuna kadar varmıştı. Hatta iki ülke arasındaki sınırların kaldırılması bile planlanmıştı. Bu planlar, Suriye’de 2011 yılında Arap Baharı’nın etkisiyle Esad rejimine karşı bir direniş başlamış ve bu iç savaşla bozulmuştur. Türkiye’nin Suriye politikası değişmiş, karşı muhalifler güçleri desteklemeye başlamıştı. Bu sürecin Türkiye’nin de içinde olduğu Büyük Ortadoğu Projesi “BOP” olduğu yönünde çok sayıda yazılar mevcuttur. Zaten Cumhurbaşkanı da bunu doğrulayan sözleri bulunmaktadır.
2011’de Suriye’de başlayan iç ve dış desteli isyanlar, milyonlarca Suriyeliyi başta Türkiye olmak üzere Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda kalmışlardı. Suriye, İslami cihatçılar ve farklı terör yapılanmalarının eline geçti. 2011 yılından beri saldırılara direnin Esad rejimi 08 Aralık 2024 tarihinde tamamen çöktü. Suriye’de 61 yıldır BAAS Partisi ve 54 yıllık “Esad” dönemi tarihe karışmış oldu. Şimdilerde ailesi ile birlikte Rusya’da. Unutmamak gerekir; her lider yabancı ülkeye kaçışında yanında yüklü miktarda altın ve nakit para götürür. Beşar Esad’ da aynı yöntemi kullanmıştır.
Dünya tarihinde diktatörlerin devrilmesi sonrasında önce kamu binaları, zenginlerin evleri yağmalanır. Seçkin askerler diktatörün yaşadığı saraya girer, rejimin sarayda yarattığı zenginliğin, lüks şatafatın izlerini görürler. Halkının çok büyük bir çoğunluğu yoksul olan Suriye’de saray lüks ve şatafat içinde yaşadığının kanıtları ortaya çıktı. Rejimin gizli resmi hapislerde bulunuyordu. Basında çıkan haberlere göre; Esad’ın hapishanelerinde 157 bin mahkumun olduğu, 72 çeşit işkence uygulandığı haberleri yaygınlaşmaya başladı. İşkence odaları, toplu mezarlar, kimin neden öldürüldüğü sayılara belli olmayan insanlar. Hapishanelerde bulanan cesetler rejimin inşa ettiği uygulamalarının açık belgesidir. Suriye hapishanelerinde basit suçlara dayalı Türk mahkûmların varlığı fazla dillendirilmese de veya dillendirilmesi istenmese de hep vardı. Suriye hapishanelerinde yıllarca tutuklu bulunanlar arasında Kilisli Mehmet Ertürk’te vardı. Rejimin çökmesiyle o da özgürlüğüne kavuştu. Türk Dışişleri Bakanlığı, Suriye hapishanelerinde tutuklu bulunan Türklerin serbest kalması için bir girişimde bulunmamış mıydı? Suriye hapishanelerinde tutuklu Türklerin durumları hiç mi haber olarak kamuoyuna yansımadı?
21 YIL HAPİSHANEDE TUTULAN TÜRK VATANDAŞI
Tarih 11 Haziran 2019 -‘İndependent Türkçe’ adlı haber portalında Cihat Arpacık imzalı bir haber yayımlandı. Haberin başlığı: “Suriye’de savaşın ortasındaki kaçakçı Türk mahkûmdan yıllardır haber yok” şeklindeydi. Haberin özü; 2004’de Suriye’de kaçakçılık yaparken Suriye polisi tarafından yakalanan ve cezaevine konulan Mehmet Ertürk’ün 2013 yılında Halep cezaevi muhalifler tarafından basıldıktan sonra Şam’da bir yeraltı hapishanesine nakledilmişti.
Ertürk’ün yeğeni Ümit Öztürk, Suriye ile Türkiye arasında iyi ilişkilerin yaşandığı yıllarda zaman zaman Kilis’ten Halep’e giderek amcasını ziyaret edebildiklerini ve bazı ihtiyaçlarını karşılayabildiklerini söylüyordu. Ümit Ertürk, amcasıyla en son üç yıl önce temas kurabildiklerini anlamıştı: “Beni telefonla aradı, yer altında bir cezaevinde kaldıklarını ve durumunun kötü olduğunu söyledi. Bir daha da hiçbir şekilde izini bulamadık” demişti. Ertürk ailesi, 2011 yılında Şam’a giderek Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı ziyaret eden CHP Hatay Milletvekili Refik Eryılmaz’a da ulaşan ve Eryılmaz’dan yardım istemiş, bu girişimden de bir sonuç alamamış. Dışişleri Bakanlığı’na da başvuran aile, Şam yönetimiyle herhangi bir diplomatik ilişkinin bulunmadığını gerekçe göstererek kendilerine bir yanıt verilmemiş.
Esad rejiminin çökmesiyle Suriye hapishanelerinden çıkarılanların arasında Mehmet Ertürk isimli bir Türk’ün olduğunu da öğreniyoruz. Başka kimlerin olduğu şimdilik belli değil. Mehmet Ertürk. Gazetecilere şu açıklamayı yapmıştı: “O cezaevine girenlerin yüzde 99’u ölür. Cezaevinde af çıkarıldı, tüm yabancıları bıraktılar ancak Türkleri bırakmadılar. Cezam bitmesine rağmen beni ve diğer Türkleri bırakmadılar. Çok işkence gördüm, düşmanım dahi öyle işkence görmesin. Yemekler çok kötüydü. Bir gün pirinç, bir gün bulgur pilavı veriyorlardı. Bize ‘yiyin eşekler’ diye hitap ederlerdi.” Suriye’de 21 yıl cezaevinde kaçakçılık suçlamasıyla hapse atılan Kilisli Türk vatandaşının en dikkat çekici sözleri; “Cezaevinde af çıkarıldı, tüm yabancıları bıraktılar ancak Türkleri bırakmadılar” cümlesi tarihsel bir kinin ifadesi olduğu açıktır.
DEVAM EDECEK.
KAYNAKLAR:
www.ntv.com.tr/galeri/dunya/esadin-hapishanelerinde-neler-yasandi-157-bin-mahkum-72-cesit-iskence,7xaWYiDuDkSvMBQ4O6rYFg/1HDigu706EOa6suOpfqUqQ
www.indyturk.com/node/40456/dünya/suriye’de-savaşın-ortasındaki-kaçakçı-türk-mahkumdan-yıllardır-haber-yok