25 Ekim 2025 Cumartesi
1880’lı yıllar. Mustafa Kemal’in babası Ali Rıza Efendi, gümrük memurluğunu bırakmış, kereste tüccarlığı yapmaktadır. Selânik’te Olimpos Ormanlarından aldığı keresteleri satarak geçimini sürdürmektedir. Ancak, içinde bulunulan zaman çok sıkıntılıdır. Ortalık eşkıya kaynamaktadır. Bu eşkıya, yol kesmekte, sevkiyatı durdurmakta, tomruklara el koymakta, kereste ticareti yapanlardan zorla baç(vergi, haraç)almaktadır.
Ali Rıza Efendi de bir kereste tüccarı olarak bu durumdan muzdariptir. Baç vermek istemez. Kanuni yollara baş vurur. Vilâyette asayiş işlerine bakan Ali Paşa’ya derdini anlatır. Paşa, asayişi sağlamaya çalışacağını söylemek yerine, insanı beyninden vurulmuşa döndüren şu cevabı verir: “Ali Rıza Efendi! En iyisi sen bu kereste işini bırak!” Ali Rıza Efendi, bu acayip karşılık karşısında daha da bastırınca, bu sefer çok daha ilginç bir cevapla karşılaşır. Paşa, eşkıyayı kovalamaktansa, eşkıyanın dağlarda barınmaması için Olimpos Ormanları’nı yaktırmaya karar verdiğini söyler. Böylece, orman ortadan yok olunca, hem keresteciliğin hem de eşkıyalığın ortadan kalkacağını ifade eder. Kestirmeden, mesele kökünden halledilmiş olacaktır.
Kanunsuzlukları ortadan kaldırmaya, asayişi temin etmeye yarayan bir hareketi gerçekleştirmek yerine, orman yakmayı göze alabilen bir despot idareci kafası. Onu bu göreve tayin eden bir sürü kifayetsiz, bilgisiz, çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, ne vatana, millete, ne tabiata en ufak bir saygıları olmayan, bütün üst düzey idarecilere karşı;
Ne yaptığını bilen, liyâkatı olan, devletin ve milletin hizmetinde, hakka, hukuka sonuna kadar saygılı idarecilerin olduğu bir “cumhuriyet” zarurî hale gelmişti.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, yabancılara verilen ekonomik, adlî, idârî, hak ve ayrıcalıklara, kısaca Osmanlı kapitülasyonları diyoruz. Bu kapitülasyonlar, zaman içinde, yabancılar lehine öylesine gelişmiştir ki, özellikle ekonomik alanda, yabancı ülkeler ticaretin büyük bir kısmını ele geçirmişler ve Osmanlı Devleti’ni adeta kıpırdayamaz hale getirmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun baş aşağı gitmesi özellikle Kırım Harbi’nden(1853-1856)sonra, son derece hız kazanmıştır. Bu tarihten itibaren devletin aldığı borçlar daha da çoğalmaya başlamış, ekonomik sıkıntı daha da derinleşmiştir. Üstelik, alınan borçlarla saraylar, kasırlar, yalılar yapılması yoluna gidilerek, “üretim” denilen mefhum en ufak bir şekilde akla getirilmemiştir. Meselâ,
her şeye rağmen yapılan en hayırlı işlerden biri donanmanın yenilenmesi bile güzel bir sonuca ulaşamamıştır. Oysa, Abdülaziz döneminde yenilenen bu donanma-ki o zamanlar dünyanın üçüncü armadası olarak anılmaktadır-yıllarca Haliç’te çürütülmüş,1897’deki Osmanlı-Yunan savaşı sırasında, halka bir güç gösterisi sunması için Marmara’dan Çanakkale’ye doğru yürütülmesi düşünülmüş ama armada daha Sarayburnu açıklarında bir sürü sıkıntıyla karşılaşarak hareket yetersizliğini ortaya koymuştu.
Kısaca, bütün yaşanan sıkıntılardan sonra başımıza bir de Düyûn-ı Umumiye belâsı çıkmıştı. Yani, “Genel Borçlar” anlamına gelen ve Osmanlı İmparatorluğu’nun faizlerini bile ödeyemez duruma düştüğü iç ve dış borçlarının yabancı devletler tarafından denetlenmesi ve tahsil edilmesi durumu. Taaaaa, 1881’den başlayarak,1954 yılına kadar tam yetmiş üç yıl ümüğümüzü sıkan bir borç batağı.
Bir daha kapitülasyonların, Düyûn-ı Umumiye’lerin yaşanmayacağı iktisaden de hür bir rejime “cumhuriyet”e ihtiyaç vardı.
Bugün bile, yurdumuzun bazı yerlerinde, bazı babalara “Kaç çocuğun var?” diye sorulduğunda, alınacak cevap, “İki oğlum var.”, “Bir oğlum var.” şeklinde olabilmekte. Sanki kendilerine “Kaç oğlun var?” diye sorulmuş gibi. O tip insanlara biraz üsteleyince “İki de kızım var.”” Bir de kız çocuğu sahibiyim.” gibi, istemiyerek verilen cevaplar ortaya çıkabilmekte. Bu sıkıntının ortadan kaldırılabilmesi için neredeyse bir asırdır verilen mücadeleye rağmen.
Kadın veya kızların sayısının bile hesabının tutulmadığı, adeta yok sayıldığı, sıradan bir meta gibi kabul edilip kullanıldığı zamanlardan, onların kanun önünde eşit olmalarını sağlayan, hür bir şekilde yaşamalarının gerçekleşmesine yer veren, güvenlik ve her türlü mülkiyet haklarına toplumda ayırımsız olarak hakkı olduğunu savunan ve her şeyden önemlisi en demokratik haklardan biri olan seçme ve seçilme hakkının olmasını kanunla garanti altına alan bir yönetim şekli,”cumhuriyet” vacip olmuştu.
Birinci Dünya Savaşı, ülkemizi her konuda çok korkunç bir fakr ü zaruret içine düşürmekle kalmamış, milletimizin okur yazar oranına da büyük ölçüde zarar vermişti. Bu oran bazılarına göre yüzde beş, bazılarına göre yüzde yedi civarında nitelendiriliyordu; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra. Nitekim harf inkılâbı yapılmadan bir yıl önce, yani 1927’deki istatikler bile bu oranın ancak yüzde on bir civarına ulaştığını gösteriyordu.
Memlekette, hem okur yazar oranını yükseltmek, hem ne okuduğunu, yazdığını doğru analiz edebilmek, hem de çoğaltılmaya çalışılan bu okur yazar kitlesi içinden, ülkemizin acil ihtiyacını gidermek için bilim adamları yetiştirmek gerekiyordu. Bunun için de mutlakiyet (devletin temel gücünün ve yetkilerinin bir kişide toplanması)ve meşrutiyet(hükümdarın yönettiği bir ülkede, hükümdarın başkanlığı altında bir hükümet ve bir parlamentonun olması)idarelerinin ötesinde, milletin egemenliğini kendi elinde tuttuğu bir “cumhuriyet”in lüzumu ortaya çıkmıştı.
“Büyük sanılan adamlar, bazen büyük ölçüde karar aldıklarını zannederler. O kararlar ki, ancak hatadırlar. Fakat, bu büyük sanılan küçük insanlar, birer tarihî rastlantı eseri olarak büyük insan kitlelerinin ve milletlerin kaderlerine hükmedecek durumda bulundukları için, onların bu hataları bazen binlerce, yüz binlerce insanın kanına, hayatına mal olabilir.” diye güzel bir yorumu var, üstat Şevket Süreyya AYDEMİR’in, Tek Adam’ının II.cildinde.
Bundan böyle, küçük insanların rastgele ortaya çıkıp da, büyük insan kitlelerinin kaderlerini etkilememeleri için özünde demokrasinin, adaletin, hürriyetin, bağımsızlığın olduğu bir rejim,”cumhuriyet” iktiza ediyordu.
“Bir millet var, koyun sürüsü. Ona bir çoban lâzım. O da benim.” diyen bir tek adam rejiminden “Aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür” pırıl pırıl yeni nesillerin yetişeceği bir idarî yapı, yani “cumhuriyet” elzem olmuştu.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, gelişmiş dünya ülkeleri seviyelerine ulaşmak, hatta gerekirse onlarla boy ölçüşmek için kurduğu ve ilelebet yaşayacağına candan inandığımız “CUMHURİYET” dönemimizin bir yıldönümünü daha idrak ediyoruz.
“Türkiye Cumhuriyeti”ni binbir mihnet, acı, sıkıntı, mal ve can pahasına, adeta kendilerini adayarak gerçekleştiren bu milletin aziz evlâtlarını bir kez daha minnet, şükran ve rahmetle anıyoruz.
Akıp giden hayatımız içinde sıkıntıya düştüğümüz, eleştirdiğimiz, hatta sert çıkışlarda bulunduğumuz birçok konu var. Bu eleştirdiğimiz durumlarla hemhal, haşır neşir olurken çok önemli bir konuyu gözden kaçırıyor, ıskalıyoruz Dilimiz, Türkçe. Öteden beri hırpalanan, örselenen dilimiz hakkında yazan, fikir beyan eden, yozlaşmalara karşı eleştirilerde bulunan hemen hemen kimse kalmadı gibi. Kimsenin umurunda değil; dilimizdeki kaos. Bu nedenle, bu yazıda, Türkçemiz ile ilgili olarak yaşadığımız bazı garipliklere birkaç örnekle de olsa değinmek istedim.
Maç anlatıcıların ağzından sık sık duyduğumuz bir cümle var Topa yükseklik kazandırdı. Şimdi, bu cümleye nereden bakarsan bak, netameli.
Acaba diyorum kendi kendime Topun eni, boyu vardı da bir tek yüksekliği mi eksikti O da gerçekleşince mütekâmil bir top mu çıktı ortaya
Yoksa, topla birileri ortak mı Ona, ikide bir yükseklik gibi kazançlar sağlayarak, topun servetine servet mi katıyorlar Hay Allah’ım. Ya sabır ki, ya sabır.
Bir de, hangi aklı evvel icat ettiyse Maç, en az üç dakika daha oynanacak. Maç, en az beş dakika daha oynanacak. tantanası sürüp gidiyor. Bu en az hikâyesi ne yahu! Peki, o zaman insanlar da sormazlar mı Maç, en çok kaç dakika daha oynanacak diye. Ağzınızdan çıkanı, kulağınız duysun be kardeşim. Öyle böyle değil, milyonlardan oluşan insan kitlelerine hitap ediyorsunuz.
Çok güzel Türkçe bir kelimemiz var tanıtım diye. tanımaktan, tanıtmak, tanıtmaktan tanıtım olarak yapılmış. Her yerde bol bol kullanılıyor. Şimdi, biz bu güzel kelimemizi bir tarafa itip, yerine lansman denen, ithal malı bir kelimeyi yerleştirmeye çalışıyoruz. Haydi, yabancı dillerden gelip dilimize yerleşen Türkçe’de karşılığı olmayan kelimelere bulunan karşılıklara eyvallah da, bu neyin nesi yahu tanıtım yerine lansman koyarak daha mı batılı oluyoruz, daha mı çağdaş uygarlık düzeyine yaklaşıyoruz. Biraz kendimize gelelim lûtfen.
Efendim, kelimemiz berber Kökeni İtalyanca imiş. Anlamı da Saç ve sakalın kesilmesi, taranması ve yapılması işiyle uğraşan veya bunu meslek edinen kimse. demekmiş; hepimizin de bildiği gibi. Meşhur barbaros kelimesindeki barba sakal, ve rossa kızıl dan kızıl sakal şekliyle kullanılmış şekli de var.
Bizim çocukluğumuzda berber kelimesinin başka bir karşılığı yoktu. Ve biz, bu kelimenin Türkçe olup olmadığını aklımıza bile getirmezdik. Berber aşağı, berber yukarı. Zamanla annelerimiz de saç kestirme ve yaptırmaya merak salınca ortaya kadın berberi ibaresi ortaya çıktı.
Ama kardeşim, eskilerin asrilik, günümüzdeki insanların da modernleşme, çağdaşlaşma dedikleri mefhum var ya, güzelim berberimizin canına okudu.
Kadın berberimiz önce kuaför oldu. Ama bu keser mi insanımızı. Batıcılığın taaaaa göbeğine saplayacağız ya mızrağımızı. kuaförün Fransızca yazılışını arayıp bulduk hemen ve tabelâmıza kazıdık coiffeur
Bu da yetmedi tabiî, asrilikte ön almamıza. Bu sefer İngilizce hair kelimesine el attık; saç anlamına gelen. Ve başladık bununla ilgili tamlamalar üretmeye. Aman geç kalmayalım, çağdaşlık vapurunu kaçırmayalım. Dımdızlak kalırız sonra adada.
Efendim, o kadar çok ki bu yarışta kapışanlar. Ben, sadece birkaç örnek vermekle yetineceğim. Ne diyeyim, Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete.
Meselâ, hair maker var efendim. Saç yapımcısı, saç yapan, saça değişik şekiller veren anlamında.
Hair shop var. Bizdeki berber dükkânı değil haaaaa. Öyle ucuz iş olur mu hiç. Berber mağazası anlamında. Kallâvi dükkân yani! Çoğunda birçok insanın çalıştığı.
Hair art var. Berberin işi sanata dökmüş olanı. Öyle, zırt pırt, baştan savma iş olmaz. Yaptığın işin sanat kısmını da göz önünde tutacaksın.
Hair design var. Saç tasarımcısı demekmiş.
Tamam kardeşim. Her mesleğe saygımız sonsuz. Ona hiçbir itirazımız yok, olamaz da. Berber kardeşlerimizin içinde de saç yapımcısı, sanatçısı, tasarımcısı da olacak. Olmalı da. Benim itirazım batıdan aynen aktarılarak konan isimlere. Böyle yaparak batılılaştığımızı mı, millet olarak, diğer ülkelerden ileri gittiğimizi mi sanıyoruz Allah aşkına. Bir berber kardeşimin dükkânının tabelâsında saç tasarımcısı ibaresini görmek, çağdışılık diye mi nitelendirilir sanılıyor gerçekten.
Efendim! Anlamadım. “Boşuna akıntıya karşı kürek çekme!”mi diyorsunuz. Tamam. Noktayı koyuyorum ben de.
İhsan KÖSE
Pendik, 9 Aralık 2024, Pazartesi.
Önceleri Pendik, daha sonraları da Kartal pazarlarından geç dönen Büyükbakkal Köyü köylülerini, babam arabasıyla köylerine götürürdü. Araba bazen beş altı kişiyle gider, kişi başına taşıma ücreti de düşük olurdu. Diyelim ki adam başı yüz elli kuruş. Ama babamın cebine giren para uygun olurdu. Bazen de gidecek olan iki, üç kişi bulunurdu. Ancak kişi başına alınan para değişmezdi; yine yüz elli kuruş. Bu para da köye gidiş gelişte kullanılan benzin parasına ancak denk gelirdi. Böyle, az kişiyle köye gittiğimiz bir gün, dönüşte babama sormuştum merakla. ” Yahu baba! ” demiştim. ” Arabayla az kişi götürdüğümüzde, onlardan kişi başına daha yüksek ücret talep etmemiz gerekmez mi? ” Biraz da kaşlarını çatarak şöyle cevap vermişti babam bana : ” Senin bu durumlara daha aklın ermez. İnsanlardan kazandığımız cebimize giren parayla zarar etmeyelim, yeter. Önemli olan insanları mutlu, huzurlu etmektir. Onun için ne kazanırsak kazanalım bize düşen ” Bereket versin.” demektir.
” Bereket versin. ” Günümüzde artık çok az kullanılan çok güzel ve anlamlı sözlerden biri. O günkü kazandığınla yetinip,ileriye yönelik bu kazancın daha da iyi olmasını dilemek, istemek. Ama önce insani ilişkilerin ayakta kalmasını dileyerek, isteyerek. Rahmetli Kasap Fethi Ağabey de,az ya da çok yapılan her alışverişten sonra, şöyle hafifçe bir burnunu çekerek,öylesine içten bir ” Bereket versin. ” çekerdi ki,anılmaya değer.
” Merhaba ” Farsça, güzel bir selâmlaşma nişanesi olan bu kelime ile de daha az yüzleşir olduk. Halbuki, Bodrum’u Bodrum yapan ünlü yazarımız Halikarnas Balıkçısı’nın ( Cevat Şakir Kabaağaçlı ) karşılaştığı her dostuna, canı gönülden ve çok yüksek bir sesle söylediği
” merhaba ” lar nasıl unutulur. Ya da Aziz Nesin’in ” merhaba ” diye başlayan unutulmaz, nefis yazısı. Her şey bir yana 1351 – 1422 yılları arasında yaşamış, 15. yüzyıl şairlerinden Süleyman Çelebi’nin Türk Edebiyatı’na hediye ettiği Mevlid’in, dinleyenlerin gözyaşlarını tutamadığı ” merhaba ” bahri, yani bölümü.Bence,yaşamak ve daha çok yaşatmak lâzım kültürümüzle ilgili bu hazineleri.
Allah rahmet eylesin kamyoncu Hulusi Amca. Kamyoncu deyince,öyle şehirler arası çalışan bir nakliyatçı anlamayın haaaaa! Hulusi Amca, kamyonuyla mahalli çalışan bir köylümüzdü. Bir zamanlar çok makbul olan dere kumunu çekerdi genellikle Ömerli’den. Zaman zaman da Samandıra’daki tuğla ocaklarından tuğla taşırdı ev yaptıranlara.
Yakacık.Otobüs Meydanı. Bir yaz sabahı, kuma gitmek için kamyonu-
nu kontrole gelen Hulusi Amca bir de bakar ki sağ ön tekerlek fısssss! ” Hay Allah, şimdi ne olacak? ” falan derken muavini belirir yanında. Tekerleği söküp tamir edeceklerdir etmesine de, bu iş de o kadar kolay değildir o zamanlar. Neyse. Yine o yıllarda otobüs meydanında tamirhanesi olan Mecit Usta’nın yanında çalışmaya gelen çıraklardan birini de çağırırlar yanlarına. Başlarlar uğraşmaya.
Dedim ya, o zamanlar kamyon lâstiği tamiri başlı başına bir iş. Önce kamyonun kasasına bağlı olan ” pehlivan kriko ” yu indirir muavin ve genç çırak zar zor. Krikoyu gereken yere yerleştirdikten sonra, kriko kolunu ıkına sıkına çevirerek tekerleği yerden iki karış yukarı kaldırırlar. Bu arada oluşan ter de gömleklerin rengini yavaş yavaş değiştirmeye başlamıştır.
Ama bu bir şey değil. Asıl sıkıntı bijonları sökmede.Epey bir zamandır sökülmemiş olan bijonlar iyice kaynamışlardır yerlerine. Sadece bijon anahtarı ile sökmek mümkün değildir bunları. Bijon anahtarının kolunun ucuna çelik bir boru geçirilerek kol uzatılır.
” Çıkın ulan ikiniz de kolun üzerine. Zıplayın bakalım, zıplayın. ” diye bağırır çocuklara Hulusi Amca. Çocuklar birkaç kere çelik borunun üzerinde zıpladıktan sonra
” gaaaaarç ” diye bir ses duyulur ve bijonun biri çözülür. Sonra aynı yöntemle diğerleri. Bijonların hepsi sökülür sökülmesine de, çocuklar ve onlara destek olan Hulusi Amca kan, ter içinde kalırlar ve sucuk gibi olan gömleklerini bir tarafa atarak atletleri ile çalışmaya devam ederler.
Lâstik bulunduğu yerden sökülmüştür. Ancak, işin sıkıntılı bir yanı daha vardır. Yanaklarından janta iyice yapışan lâstiği oradan kurtarmak. Bu da, oldukça pis, yorucu, sıkıntı veren bir iştir. Neyse, Hulusi Amca ve iki yardımcısı çekiçlerle, levyelerle dış lâstiği janttan kurtarma işine girişirler. Sonunda,lâstiği janttan kurtarırlar ama canları da burunlarına gelmiştir.
Alı al moru mor bir halde burnundan soluyan Hulusi Amca, ” Alın ulan iç lâstiği, pompayla şişirin de kontrol edin bakalım delik ya da delikler nerelerde? ” diye çıraklarına seslendiği sırada,bir anda yanında saka “Hayat” ı görür. Hayat,omuzluğundan yere indirdiği iki teneke suyla kendisine gülümsemektedir. ” Hay ömrüne bereket be Hayat. Seni Allah mı gönderdi? ” deyince, Hayat, bütün sâfiyetiyle tekrar tatlı tatlı gülümser onlara. Şoförler Kahvesi’nin set üstündeki yazlık kısmından olanı biteni izleyen, Hulusi Amca ve yamaklarının sıcakta çok darlandığını gören Hayat Mustafa’nın amcası Arif Ağa, iki teneke dolusu Çarşı Çeşmesi suyu yollamıştır onlara. Tenekenin biri ile ellerini, kollarını, yüzlerini,ayaklarını yıkayıp kalanını da birbirlerinin kafalarından aşağı boşaltırlar. Diğeriyle de kana kana su içerek yorgunluklarını atarlar Hulusi Amca ve avenesi.
” Ömrüne bereket. ” Ben bu deyişi duymuyorum artık günümüzde. Belki bu yazıyı okuyanlar arasında tek tük duyanlar vardır. Çok sıkıntılı bir anınızda size el uzatan bir kişi için, ömrünün artmasını, çoğalmasını dilemek,istemek. Eskilerin pek dillerinden düşürmedikleri bir güzellikti.
Haaaaa! Unutmadan söyleyeyim.Lâstik tamirinden sonra bir de elle çalışan pompa ile lâstik şişirmek vardı. Vallahi o da insanı canından bezdiren bir işti. Lâstiğe hava basayım derken, insanın içindeki hava boşalırdı acayip sesler çıkararak. Sahi, insan zayıflatmak için, bu el pompasıyla lâstik şişirtmeyi niye denemez spor salonu sahipleri? Bence zayıflatmak için bire bir alet.
Sabah, Kartal’a ilk trene götürdüğü Yakacıklı yolculardan Aşçıoğulları’ndan Salih Amca, ya da Taş Ocağı’na ( Yunus Çimento’nun ) sabah vardiyasına ulaştırdığı
tekkenin ” Hafız ” lâkaplı kişiler; hava çok kötü, fırtınalı, yağışlı veya yoğun kar tipisinin olduğu zamanlarda babama sorarlarmış kaygıyla: ” Emin Efendi! Bu havada acaba vaktinde varabilir miyiz istasyona ya da Taş Ocağı’na? ” diye. Babam, gayet sakin, kendinden emin bir şekilde cevap verirmiş onlara : ” Evelallah.”
Sevgili dostlar.Siz de Salih Amca, Tekke’nin Hafız gibi kaygılanmayın sakın. Benim de sağlığım yerinde olup,elim de kalem tuttuğu müddetçe, gerek yöremizde eskiden yaşadığımız güzelliklerden gerekse de insanlarımızı mutlu edecek,rahatlatacak dünya ahvalinden dem vurmaya devam edeceğim ” hem vallah hem billah. “
Bu yazıyı gündüz gözüyle okumak, işi akşama bırakmamak lutfunu gösterenlerin günü aydın, aydınlık olsun. Ancak, gündüz işlerini tamamlayıp, akşam el ayak çekildikten sonra, ” Bir ara rahat rahat yazıyi okurum. ” diyenlere de “Allah rahatlık versin. ” efendim.
Kalın sağlıcakla.
İhsan KÖSE
Kapaklı/ARMUTLU, 20 Temmuz 2018,Cuma.
” Kolay gelsin”, ” selâmünaleyküm”, “Allah razı olsun”, ” Hayırlı işler” vb. birkaç kelime grubu. Son zamanlarda, özellikle gençler, yukarıdaki kelime gruplarını ve buna benzer birkaçını daha sıkça kullanıyorlar. Kullansınlar. Buna hiçbir itirazım yok. Olamaz da. Zira, sözü edilen kelime ya da kelime grupları öncelikle Türkçemizin söz dağarcığına, zenginliğine katkıda bulunan unsurlar. Ayrıca, bu unsurların işaret ettikleri anlamlar da milletimiz arasında oldukça büyük saygınlık oluşturan kavramları ortaya koymuş durumdalar.
Benim itirazım, insanlarımızın bu birkaç kelime ya da kelime grubunun dışına çıkmadan, fasit bir daire oluşturarak hep aynı kelimeleri tekrarlamaları. Hatta, bu kelimeleri aklına estiği her yerde kullanarak, gerçek anlamlarından saptırmaları. Geçenlerde bir çay bahçesinin önünden geçiyorum. Bahçenin dışında bir genç, içerde bir şeyler yiyip içenlerle yaptığı sohbeti tamamlamış ve oradan ayrılmak üzere. Tam, ben yanlarından geçerken içerdekilere sesleniyor:
” Haydi kolay gelsin! ” Yahu, adamlara zaten kolay gelmiş! Yiyip içmişler, artık keyiflerine bakıyorlar. Daha ne kolayı gelecek? ” Afiyet olsun.” lâfı yok ortada. Her yere, her şeye kolay gelir mi be kardeşim.
İnanın sevgili dostlar, halâ epeyce sıklıkla karşılaştığım, içlerinde üniversite öğrencisi olan gençler bile olan bazı insanlar ” Afiyet olsun ” ibaresinin anlamını bilmiyorlar. Onun için de olur olmaz bir şekilde, canlarının istediği gibi, istedikleri yerlerde kullanarak dilimizi zedeliyorlar.
“Allah’a ısmarladık ” ve ” güle güle ” kelime gruplarını da yerli yerinde kullanamayanlar dahi var. Adam, bir misafirlikten ayrılıp evine dönmek üzere. Misafir olarak gittiği insanlara dönerek ” güle güle ” diyor. Çocuk yapsa bu hatayı, haydi amenna, diyeceğiz. Durum bildiğiniz gibi değil. Diyeceksiniz ki,
” Yahu, o da bir şey mi? Gençler, kendi aralarında yazışırlarken, kelimeleri artık aynen yazmak zahmetine bile katlanmıyorlar.
” tamam ” yerine ” tmm “,
” selâm ” yerine ” slm ” yazıyorlar. Bazıları, bunları bile yazmaya üşeniyorlar. Eski Mısır hiyorogliflerine benzer bazı işaretleri tıklıyorlar, bilgisayar ya da akıllı telefonlarına. Nasıl olsa ” Arif olan anlar. ” diye.
Kendi dilimize, kültürümüze bu kadar bigâne kalmaya hakkımız yok. Dilimiz, bu konuda kelimelerimiz, atasözlerimiz, deyimlerimiz, deyişlerimizle o kadar zengin ki, demeyin gitsin. Bence, bu güzellikleri iyice öğrenip, yerli yerinde kullanmak da hepimizin boynunun borcu olmalı.
Sevgili okurlar. Ben, şimdi sizlere bizim yetiştiğimiz zamanlarda bugünkü kısır kullanımların dışında, hem de halk arasında, nasıl güzel sözcüklerle, deyimlerle karşılaşarak büyüdüğümüzü, onları nasıl kulaklarımızı küpe ettiğimizi, bu konudaki birtakım güzel hatıralarımı da işin içine katarak anlatmaya çalışacağım.
Benim çoçukluğumda çevremizde ” haminneler ” vardı. Dilcilerin
” hanım nine ” den “haminne” olduğunu söyledikleri bu kelime, aile içindeki saygın, yaşlı kadınlara verilen isimdi. Ben, küçükken, Yakacık’ta üç, Büyükbakkal Köyü’nde ise bir ” haminne” tanımıştım. Tanıdığım ” haminne ” lerden birincisi, köyümüzün meşhur ailelerinden Aşçıoğulları’nın iki oğlu Salih ve Ömer Amcaların annesiydi. İkincisi, yine aynı ailenin gelinlerinden Mahide Hanım teyzenin annesi, benim Kurtköylü
” haminne ” mdi. Üçüncüsü ise, – eski Yakacıklılar iyi hatırlayacaklardır – bizim, çok kibar, beyefendi bir tuhafiyeci amcamız vardı Edirneli Fethi Bey diye. İşte, onun sürekli bastonla gezen annesi benim de ” sopalı haminnem ” , üçüncü ” haminne ” mdi. Bir de babamla sık sık gittiğimiz Büyükbakkal Köyü’nde, şu sıralar Yakacık’ta oturan, eski tapu memuru İhsan Ağabey’in de ninesi ” haminne “mdi, benim hatırımda iz bırakanlar. Allah hepsini gani gani rahmet eylesin.
Evde iki küçük güğümümüz vardı. Kandil ve arife akşamları babam, bu güğümleri elime verir ve
” Haydi bakalım, haminnelerine su götür, sevaptır.” derdi. Ben de güğümleri yüklenir, ya Aşağı Kâhya Çeşmesi’nden ya da Çarşı Camii Çeşmesi’nden onları doldurur ve haminnelerime yollanırdım. Su getirdiğimi görünce, üçü de sanki söz birliği etmişçesine, bugün artık toplum içinde duymakta zorlandığımız “Su gibi aziz ol evlâdım, e mi. ” diyerek beni karşılarlardı. “Su gibi aziz olmak. ” Aziz, sevgide en üstün tutulan demek. Su da Allah’ın insanlara bahşettiği en güzel nimetlerinden biri. Şu güzelliğe bakar mısınız? Size su getiren birine Allah’ın en büyük nimetlerinden biri olan ” su gibi aziz olma ” dileği, isteği dile getiriliyor. Muhteşem bir şey. Unutmamak lâzım bu hoşlukları.
Şimdi de yola gidenler için söylenen iki deyimin yöremizdeki anlam farklılıklarına, daha doğrusu güzelliklerine değinmeye çalışalım. ” Uğurlar ola.” Genellikle gündüz gidilip akşam dönülecek yerlere gidecek olan kişilere “Güle güle git ve dön.” anlamında bir söz grubuydu. Biz Yakacıklılar olarak bir güzel anlam daha yüklerdik ona.
” Ahmet Ağa,nereye böyle, yolculuk mu var? ” ” He be çucuğum. Valiliğe kadar gidip, gelicem. Bazı resmi işlerim var da. ” ” Haaaaa! O zaman sana uğurlar olsun. “
” İşte,bu, haaaaa, o zaman sana uğurlar olsun. ” deyişinin içinde hem
” Hayırlı yolculuklar; güle güle git, güle güle gel iması var, hem de gittiğin yerde şansın, bahtın açık olsun, işin rast gitsin.” dileği gizlenmekte. Ne güzel, değil mi?
Yola gidenlere – özellikle de uzun yola – söylenen ikinci güzel deyiş de, benim çocukluğumda ihtiyarlardan duyduğum, sonra da Anadolu’da izine rastladığım ” Hızır peygamber yoldaşın ola. ” deyişiydi. Uzun bir yola çıkarken size dilenen dileğin güzelliğine bakın. Halk arasında, darda kalanların imdadına yetişen, onları her sıkıntıdan, dertten kurtaracağına inanılan Hz. Hızır peygamber yapacağınız seyahatte sizinle birlikte. Daha ne olsun.
Yakacık’ta Çarşı ve Çınaraltı Meydanı, yaz günlerinde, eskiden bugün olduğu gibi sanki sahipsiz kalmışçasına, bir kenara itilmiş bir şekilde, sessiz ve sakin değildi. 19 Mayıs’ın hemen ertesinde gelen ve en geç de 29 Ekim’de giden Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşlarımızla şenlenirdi. Yaz günleri, bu şenliğe dahil olan köylülerimizle birlikte adeta oturacak yer bulamazdınız Çınaraltı ve Set Üstü gazinolarımızda.
Bu konuları ayrıca anlattım. Demem o değil şu anda. O günlerde, şu güzel dileği paylaşırdık, ayrım mayrım gözetmeden: “Sabah şerifleriniz hayrolsun madam. ” Ya da ” Akşam şerifleriniz hayrolsun Hikmet Efendi oğlum. ” Bu güzel dilek dolu cümleler, bizim kuşağın sadece anılarında kaldı sanıyorum, ne yazık ki.
Kadri Ağabey ( Evsen ) – ki Yakacık’ın eski belediye başkanlarındandır – ile geçen çok güzel günlerimiz olmuştu. Zaten, o günlerle ilgili anılarımı da değişik yazılarda anlatmıştım uzun uzun. Ama Kadri Ağabey deyince aklıma hep ” Eksik olma. ” deyişi gelir. Sabah ile öğle arası, kuşluk vakti, Çarşı’da onu alışverişte gördüğüm an seslenirdim kendisine: ” Günaydın ağabey. Nasılsın bakalım? ” Cevap unutulmazdı. ” Eksik olma be oğlum, yuvarlanıp gidiyoruz işte.” “Eksik olma.”
Varlığını, Allah inşallah uzun ömür versin, sağlıklı bir şekilde sürdür, anlamında olağanüstü bir dilek karşıdaki kişiye. “Eksik olma. ” Bu dilek, dile getirildiğinde daha başka ne isteyebilir ki karşıdaki insan?
” Sağ ol. ” Eskiden çok sıklıkla karşılaştığımız bu deyiş de yavaş yavaş kullanımdan kalkıyor gibi. Kendisine yapılan bir iyilikten, güzellikten dolayı şükran duygularını karşısındaki kişiye aktaran, sevimli bir sözcük grubuydu o da. Bizim yetiştiğimiz dönemlerde o kadar çok kullanılırdı ki, hal hatır sormaların karşılığı bile “Sağ ol. ” şeklinde cevaplandırılırdı: ” Günaydın Hayri Amca, nasılsın? ” ” Sağ ol evlât. ” ” Merhaba Hrant Usta, ne alemdesin? ” ” Sağ ol evlât. “
Köyümüzde ” sağ ol. ” ve ” evlât ” kelimelerini yan yana getirip de bu kadar güzel telâffuz eden bu iki kişiye hal hatır sormaya bayılırdım.
( Devam edecek. )
İhsan Köse
“Bugün 26 Ağustos 1338 (1922), saat ondan itibaren tekmil cephede taarruza başlanmıştır. Muvaffakiyet Allahtandır.”
Gazi Mustafa Kemal Paşa
30 Ağustos zaferini bu kez bizzat Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın anlattıklarından dinleyelim:
“29-30 ağustos gecesi, sabaha karşı, Garp Cephesi Harekât Şubesi Müdürü Tevfik Bey(Bıyıklıoğlu) bermutat o saata kadar muhtelif karargâhlardan ve her taraftan gelen raporlara göre, harita üzerinde tesbit ve işaret ettiği vaziyeti umumiyeyi Cephe Kumandanı İsmet Paşaya göstermiş ve o da, derhal Paşaya göster emri ile Tevfik Beyi yanıma göndermişti. Afyonkarahisar belediye dairesinde, bana tahsis edilen odada yatmakta idim. Beni uyandıran Tevfik Beyin gösterdiği haritaya baktım. Haritada gördüğüm şey şu idi ki, ordularımız düşmanın mühim kuvvetlerini, kuzeyden, güneyden ve batıdan çevirmeye müsait bir vaziyet almış bulunuyorlardı. Şu halde tasavvur ettiğimiz ve azami neticeyi temin edeceğini ümit ettiğimiz vaziyet tahakkuk ediyordu.
Derhal Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim. Üçümüz toplandık. Vaziyeti bir daha mütalâa ettik ve katiyetle hükmettik ki, Türk’ün hakiki kurtuluş güneşi,30 ağustos sabahı ufuktan bütün şaşaasıyla doğacaktır. Bu karara göre ordulara, saat 6.30’da yeni bir emir ve talimat yazıldı. Fakat durum o kadar mühim, o kadar sürat ve şiddet talep ediyordu ki, bu yazılı emirle yetinmek ihtiyata uygun olmazdı. Onun için Fevzi Paşa hazretlerinden Altıntaş ve güneyinden süvari kolordumuzun yanına bizzat giderek, tasavvurlarımıza göre hareketi tanzim buyurmalarını rica ettim. IV. Kolordu ile de, hedef tuttuğumuz düşman kısmı küllisini(büyük kuvvetlerini)güneyden takip eden I.Ordu karargâhına bizzat ben gidecektim. İsmet Paşanın karargâhta kalıp, umumi vaziyeti idare etmesini münasip gördüm.”
“Efendiler, tıpkı bugün gibi,1338 senesi (1922) ağustosunun 30.günü, saat 14’te,şimdi hep beraber bulunduğumuz bu tepeye (Zafer Tepesi) gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtta, kahraman II.Fırkamız, şu karşıki tepelerde muharebeye mecbur edilen düşman aslî kuvvetlerine taarruz için yayılarak ilerliyordu. Şu gördüğümüz Çal köyü alevler içindeydi. Düşman kuvvetlerini tamamiyle sarmak ve düşmanın inatla savunduğu tepelere süngü hücumları ile girerek kati netice almak lâzımdı. II.Fırkanın kahraman Kumandanı Derviş Bey(Paşa)bizzat ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman mevzilerine ilerliyordu. Kolordu Kumandanı Kemalettin Sami Paşa, güneyden ve batıdan saldırttığı bütün fırkalarına yeniden yeniye, hareketlerini hızlandırmak ve şiddetlendirmek için emirler gönderiyordu. II.Ordunun 16. ve 61.Tümenleri de sarma çemberini daraltıyorlardı. Süvari Kolordumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere olduğu haberini bana bir süvari zabiti getirdi.”
“Arkadaşlar, saatler ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şuydu: Düşman Başkumandanının, şu karşıki tepede, son gayretiyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan vardı. Artık toplarının ve mitralyözlerinin ateşlerinde, sanki öldürücü hassa kalmamıştı.”
“Bu ovanın kuzeyinden ve güneyinden birbirlerini takip eden avcı hatlarımızın, guruba yaklaşan güneşin son şualarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman mevzilerini saran bir daire üstünde mevzi almış olan bataryalarımızın fasılasız ve amansız ateşleri düşman mevzilerini, içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş batıya yaklaştıkça, ateşli, kanlı, ölümlü bir kıyametin kopmak üzere bulunduğu bütün ruhlarda hissolunuyordu.”
Gazi Mustafa Kemal Paşa
30 Ağustos Zafer Bayramı’nın yeni bir yıldönümünde, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, bu zaferin kazanılmasını sağlayan bütün şehit ve gazilerimizi bir daha rahmetle anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.
(Kaynakça: Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Mustafa Kemal, II.Cilt’ten.)