25 Temmuz 2025 Cuma
Son dönemde yaşanan siyasi ve ekonomik sorunlar, depremler, orman yangınları, zeytinliklerin ve doğanın tahrip edilmesi gibi olumsuz gelişmeler, toplumda derin bir ruhsal çöküşe neden olmaktadır.
Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde gözlemlenen bu durum, kolektif depresyon olarak adlandırılabilecek yaygın bir umutsuzluk ve karamsarlık hali şeklinde kendini göstermektedir.
Polis Parkı’nda çay içmek bile artık keyif vermiyor.
Saraçlar’da, İstiklal’de, Enteller Caddesi’nde boş gözlerle vitrinlere bakmak, sevdiğimiz insanları gördüğümüzde selam verip hâl hatır sormak bile insanı mutlu etmiyor. Derin bir mutsuzluk hâkim.
***
Geçenlerde Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü ve En İyi Erkek Oyuncu (Muzaffer Özdemir, Mehmet Emin Toprak) ödülünü kazanan Uzak filmini izlediğimde, hayatımızdan nelerin kayıp gittiğini görmek üzücü.
Filmin bir sahnesinde, Mahmut (Muzaffer Özdemir) ve Yusuf’un arkadaş toplantısında geçen diyaloglar, içinde bulunduğumuz ruh halini çarpıcı bir biçimde yansıtıyordu:
(…) Çünkü paranın artık mutlu etmediğinin farkındasın. Sen şu masada geçmişini arıyorsun, ne dersen de bana.
Mahmut Özdemir: Ruh gibi konuşuyorsun lan.
(…) Ruh gibi konuşuyorum, sen de bunun farkındasın. Beyaz Su Vadisi’nin tek bir kare fotoğrafını daha iyi açıdan çekebilmek için Reşko Tepesi’ne tırmandığımız günleri ne çabuk unuttun? Bize derdin ki: “Ben sinemaya geçip Tarkovski gibi filmler yapacağım.” O zaman niye, niye kendini saklıyorsun ki bugünün için?
Mahmut Özdemir: Oğlum, bitti bitti, fotoğraf bitti. Hiçbir şey kalmadı.
X: Bitmedi.
Mahmut Özdemir: Dağlar da bitti.
X: Hiçbir şey bitmedi. Biten sensin. İnsanlar kendileriyle yaşar ve kendileriyle ölürler. Sen ölümünü çok erkenden ilan ettin abi. Sen gitmiyorsun diye hayat devam etmiyor anlamına gelmiyor.
Bir zamanlar Beyaz Su Vadisi’nin tek bir kare fotoğrafını çekebilmek için Reşko Tepesi’ne çıkan Mahmut’un “her yerin aynı olması”, “dağların ve fotoğrafın bitmesi” bugün bizim de sıkça kullandığımız sözlere dönüşmüş durumda.
Her ne olursa olsun insan, içinde bulunduğu duruma çare bulabilecek kudreti ve yaratıcılığı her zaman göstermiştir, gösterecektir de. Beyaz Su Vadisi’nin tek bir kare fotoğrafını çekebilmek için yine bütün gücümüzle, canlılığımızla Reşko Tepesi’ne çıkacağız.
Bu kolektif depresyona teslim olmamak lazım.
Şair Adnan Yücel’in dediği gibi:
Şiirler doğacak kıvamda yine
Duygular yeniden yağacak kıvamda.
Ve yürek,
İmgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
Ey her şey bitti diyenler
Korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
Ne kırlarda direnen çiçekler
Ne kentlerde devleşen öfkeler
Henüz elveda demediler.
Bitmedi daha, sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Dr. Musa Çelik
Sinefillerin merakla beklediği, dünyanın en seçkin film festivali Cannes Film Festivali bu yıl 78’inci edisyonu ile 13-24 Mayıs tarihlerinde Fransa’nın Cannes şehrinde sahne alacak. Jüri başkanlığını ise ünlü aktris Juliette Binoche yapacak. Biz de Cannes Film Festivali’nin sene-i devriyesi itibarıyla filmlere, festivale alternatif bir bakış sunacağını umduğum yazı ile karşınızdayım.
****
Son zamanlarda, dünyanın en önemli film festivallerinde, “The Room Next Door filmi 17 dakika alkışlandı, The Brutalist filmi 12 dakika alkışlandı, Nuri Bilge Ceylan’ın çok konuşulan filmi Kuru Otlar Üstüne 10 dakika alkışlandı” gibi haberlerle kültür sanat hayatımızda gündeme geliyor, gelmekte, hatta geleceği de beklenmekte. Hatta denilebilir ki, filmin beğenildiği, kalıcı bir eser olup olmadığına dair görüşler “alkışmetre” ile ölçülür hale gelmiş durumda. Hazin.
****
Cannes, Venedik Film Festivallerinde bazı filmlerin dakikalarca alkışlanması bizim gibi kıyıda kenarda oturup sigarasını içen sinefilleri hiç yanıltmıyor, hatta acı bir tebessüm beliriyor yüzümüzde. Daha düne kadar bu seyirci topluluğu geçmiş festivallerde, sinemanın en önemli birkaç isminden biri diyebileceğimiz koyu Katolik Robert Bresson’un “L’argent” filmini yuhalamıştı. Tarihin bir cilvesi midir, bilinmez, Andrei Tarkovsky’nin en sevdiği filmlerinin yönetmeni Bresson’la Nostalgia filmi ile en iyi yönetmen ödülünü paylaşmıştı. Bresson’un ödül konuşması yapmadığı, Tarkovsky’nin ise tek cümle ile geçiştirdiği konuşmasının ardından protesto dalgasının ortasında koluna girerek salondan uzaklaşmışlardı.
****
Sahi, çok muhterem Cannes seyircisi geçmişte kimleri protesto etmemişti ki! İtalyan sinemasının en saygın isimlerinden olan Michelangelo Antonioni’nin “I’Avventura” filmini anlaşılır olmadığı gerçekçisiyle Cannes Film Festivali’nde yuhalanmıştı. Film protestolara rağmen festivalde büyük jüri ödülünü almıştı. Antonioni’nin yanı sıra Luis Buñuel’in El’i, Carl Theodor Dreyer’in Gertrud’u, Martin Scorsese’nin Taxi Driver’ı, Lars von Trier’in Dancer In the Dark’ı protesto edilen yönetmen ve filmler arasında yer aldı. Bu filmlere bakan gerçek bir sinefil, bugünkü filmlerle kıyas etme zahmetine bile girmez. Hayata dair hakiki, somut, gerçek hikâyeler peşinde koşan karakterlerdi bu filmler.
****
Seyircinin geçmişte olduğu gibi tek terdi, beyaz perdede gördüğü görüntülerin bir çırpıda tüketilebilmesi. Filmlerin “Katarsis” yaşatması bir yana filmlerin, kolay algılanabilmesi, sıkıcı olmaması, elbette hoş zaman geçirtmesidir kayda değer olanı. Bereket versin, L’Eclisse (1962) ve L’Avventura (1960) gibi filmleri protesto eden kitlenin tam karşı açısında konumlanan bir avuç sinefil, insanın bu hüzünlü hikâyesine “tanıklık” etmek için orada bulunuyor. Tıpkı Scorsese gibi. Scorsese, Antonioni’nin L’Avventura (1960)filmine istinaden yazmış olduğu New York Times’ta yayımlanan “Sinemayı Özgürleştiren Adam” başlıklı yazısına kayıtsız kalmak mümkün değil.
“(…) L’Avventura, sinemada yaşadığım en derin şoklardan birini verdi bana, ‘Breathless’ veya ‘Hiroshima, Mon Amour’dan bile daha fazla (ikisi de halen hayatta ve çalışan diğer modern ustalar Jean-Luc Godard ve Alain Resnais tarafından yapılmıştı). Veya ‘La Dolce Vita.’ O zamanlar iki kamp vardı, Fellini filmini sevenler ve ‘L’Avventura’yı sevenler. Antonioni’nin tarafında olduğumu biliyordum, ama o zaman sorsanız nedenini açıklayamamış olabilirdim. Fellini’nin filmlerini seviyordum ve ‘La Dolce Vita’yı takdir ediyordum, ama L’Avventura beni zorluyordu.
Fellini’nin filmi beni duygulandırıyor ve eğlendiriyordu, ama Antonioni’nin filmi sinema algımı ve çevremdeki dünyayı değiştirdi ve her ikisini de sınırsız hale getirdi. (İki yıl sonra Fellini’ye tekrar rastladığımda, ‘8 ½’ ile aynı türden bir aydınlanma yaşadım.) Antonioni’nin ele aldığı insanlar, F. Scott Fitzgerald’ın romanlarındaki insanlara çok benziyordu (daha sonra Antonioni’nin bunlara çok düşkün olduğunu keşfettim), benim hayatımdan mümkün olduğunca uzaklardı. Ama sonunda bu önemsiz görünüyordu. L’Avventura ve Antonioni’nin sonraki filmleri tarafından büyülenmiştim ve filmlerinin herhangi bir geleneksel anlamda çözümsüz olması, beni geri çekmeye devam etti. Gizemleri – ya da daha doğrusu kim olduğumuz, birbirimize, kendimize, zamana ne olduğumuz gibi gizemi – ortaya koyuyorlardı. Antonioni’nin ruhun gizemlerine doğrudan baktığını söyleyebilirsiniz. Bu yüzden geri dönmeye devam ettim. Bu filmleri tekrar tekrar deneyimlemek, içinde dolaşmak istiyordum. Hâlâ istiyorum.
Antonioni, her filmle yeni olanaklar açmış gibi görünüyordu. “L’Avventura” ile başladığı gevşek bir üçlemenin üçüncü filmi olan L’Eclisse’in son yedi dakikası, önceki filmin son anlarından bile daha ürkütücü ve etkileyiciydi. Alain Delon ve Bayan Vitti buluşmak için sözleşirler ve ikisi de gelmez. Bir şeyler görmeye başlarız – bir yaya geçidi çizgileri, bir varilde yüzen bir tahta parçası – ve onların bulundukları yerleri gördüğümüzü fark ederiz, varlıklarından yoksun. Yavaş yavaş Antonioni bizi zaman ve mekânla yüz yüze getirir, ne eksik ne fazla. Ve onlar doğrudan bize bakar. Bu hem korkutucuydu hem de özgürleştirici. Sinemanın olanakları aniden sınırsız hale gelmişti. (…)”
Latin Amerika Edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Meksikalı Carlos Fuentes, eserinin bir yerinde Michelangelo Antonioni’nin filmlerinin kendi eserine ilham olduğunu hatta kaleme aldığı eserinin bir bölümünde, Antonioni’nin kadınlarının güçlü, özgür, bir başınalıkları, erotik gerilimlerin bir nesnesi olmasının ötesinde canlı kanlı bir varlık olduğunu dile getirmiştir.
“Katlanamadıkları, bir kadının yalnızca romantik bir aldanışa bürünmüş bir nesneden öte bir varlık olması. Kadının, erkek kadar özgür ve onun kadar bir kişilik olduğu bir sevinin doğuşunu görmek çileden çıkarıyor onları. Vitti ile Delon apartmana gidip kendilerini doğrudan yatağa atacak yerde, kendilerini yavaş yavaş birbirlerine açıklıyorlar, küçük tavşanlar gibi birbirleriyle oynuyorlar; bunu, önce kendilerini açıklamak, yatağa ancak daha sonra, yalnızca yalvaçça bir açıklama yaparcasına girmek, bir gülüşü, bir oyunu bölüşmek için yapmak zorunda oldukları için yapıyorlar. Meksikalı erkek-adam Macho’yu (maçoyu) inciten de bu.” (Carlos Fuentes akt. Lacivert kadife ve kırmızı vişne)
****
Bauman’ın “…asla tam olarak tatmin etmeyen tatmine, asla sonuna kadar içilememesi, hep yarım bırakılması gereken bir ilaca…” şeklinde değerlendirdiği “tüketim” olgusu tam da seyircinin “konumunu” tanımlar haldedir. Asla bu seyir deneyimi tamamlanmamalı, hatta izleyiciyi rahatsız etmemeli ki, bir sonraki filmi, önemli bir etkinlikten mahrum kalıyor hissiyatına kapılmalı ki, izleyebilmeli. Bu istek hep arzulanabilir olsun.
Bu “tüketim toplumunun” tam karşı mevziisinde konumlanan Scorsese’nin L’Avventura’ı izlerken edindiği deneyim, bu “hafif” seyirci için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Kıyıda, köşede kalmış, hayatla bağını her zaman canlı tutan seyirci için ise hiç yabancı değildir.
“Nerede izlemiştim? New York’taki Sekizinci Cadde’deki Art Tiyatrosu muydu? Yoksa Beekman mıydı? Hatırlamıyorum, ama o açılış müzik temasını ilk kez duyduğumda içimden geçen elektriklenmeyi hatırlıyorum – tehditkâr, kısa kesik, telli çalgılarla çalınan, çok basit, çok yalın, bir boğa güreşinde bir sonraki tercios’u duyuran borular gibi. Ve sonra, film. Bir Akdeniz gezisi, parlak güneş ışığı, siyah-beyaz geniş ekran görüntüler; daha önce hiç görmediğim türden, o kadar titizlikle oluşturulmuş ki… Neyi vurguluyordu ve ifade ediyordu? Çok garip bir rahatsızlık türü.”
Scorsese’nin heyecanına ortak olmak dileğiyle.
Türkiye, tarihin en sert ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Ekonomistler, krizin etkilerinin 2026’yı bulacağını söylüyor.
Kriz, iğneden ipliğe kadar birçok şeyin fiyatını yüzde 1000 seviyesinde artırmış durumda. Bu da haliyle, alım gücü zayıf olan yurttaşlarımızı etkilemekte. Bu krizi en yoğun şekilde hisseden kesimlerden biri de hiç şüphesiz üniversite öğrencileri.
Ellerindeki parayı idareli kullanmaya çalışan aileler de zor durumda. Hatta, çocuklarını il dışına “buruk” bir şekilde gönderiyorlar. Bunun en somut örneklerinden birini Edirne Yenigün’ün deneyimli muhabiri Ergin Yıldız’ın “Öğrenciye ev tutmak hayal” başlıklı haberinde görmek mümkün. Yıldız’ın, üniversite okumak için Edirne’ye gelen öğrencinin sözlerini okuyunca hayıflanmamak elde değil:
“Kiralar 10-15 bin TL’den başlıyor, baya pahalı. Öğrenciler toplu şekilde eve çıkarsa ancak uygun olabilir. Tek kişi çıkmak çok zor. 2-3’ncü sınıfta toplu öğrencilerle eve çıkmayı planlıyorum ama fiyatlar düşerse. Şu an 5-6 kişinin aynı evi tutması gerekiyor, başka türlü imkân yok.”
“Ailem aylık 5 bin lira gönderiyor”
“İstanbul’a göre biraz pahalı, öğrenci olarak burada kalmak zor. Eşyalı evler daha da pahalı. Eşyasız evde kalamayacağımız için eşyalı evleri kiralayamıyoruz. Bir arkadaşla ev tutmak zorundayız ama ilk yılımız olduğu için zorlanıyoruz, şimdilik yurtta kalıyoruz. Ailem aylık 5 bin lira gönderiyor, bu sadece yurtta kaldığım için yetiyor. Evde kalsam masraflar daha da artar.”
“Yurtta kalmaya mecburuz”
” Buraya öğrenci olarak il dışından geldik, başlangıçta arkadaşlarla ev tutmayı düşündük, ancak kiralar çok pahalı olduğu için bu mümkün olmadı. Yurtta kalmak zorunda kaldık ve yurdumuz fakülteye çok uzak. Her gün git gel yapmak zorundayız. Ev fiyatları tutulacak gibi değil, yurtta kalmaya mecburuz.”
Edirne Belediyesi’nin çözüm üretmesi lazım
Edirne’nin eski belediye başkanlarından Recep Gürkan döneminde öğrencilerin hayatını olumlu manada etkileyecek bir proje, bir çalışma görememiştik. Hatta, 31 Mart seçimlerinde CHP’nin yıllar sonra birinci parti haline getiren unsurlardan birisi de İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Ankara Büyükşehir Belediyesi ve benim de memleketim olan Mersin Büyükşehir Belediyesi’nde öğrencilerin hayatına dokunan projelere imza atmış olmasıydı. Kent Lokantaları, öğrencilerin uygun fiyata konaklayacağı belediye yurtları, kente gelen öğrencilere burs imkanı gibi birçok başarılı projelere imza atmışlardı.
Mersin’in vizyoner belediye başkanı Vahap Seçer, öğrencilerin piyasanın yarı fiyatına seyahat edebilmelerine, çamaşırlarını uygun fiyata yıkayabileceği çamaşır kafeler, kente gelen öğrencilere burs imkânı, uygun fiyata yemek verilmesi gibi olanaklar sağlayarak şehri gerçek manada “öğrenci şehri” yapmayı başardı.
Edirne’nin gerçek manada “öğrenci şehri” olduğunu kanıtlaması lazım. Her sene yayımlanan öğrenci dostu şehirler sıralamasında en üst yerlerde geliyor ama öğrencinin yukarıda saydığım örnekler kapsamında düşündüğümüzde hiç de öğrenci şehri değil. Öğrencilerin konaklamaları dahi hayal iken, bu kriz ortamında Edirne Belediyesi’nin bu kapsamda adımlar atması elzemdir. Bu bir kamusal sorumluluktur.
Siyasilerin “hallederiz, yaparız” sözlerine öğrencileri karnı tok. Sandıkta hesap sorar, icraat zamanı.
Sadece Edirne değil, tüm Türkiye, CHP’deki “değişim” fırtınasına tutuldu. CHP, Ecevit’in 1977 seçimlerinden sonra ilk defa birinci parti olarak tarih sahnesine çıktı. Haliyle fırtınanın “doğru” hamlelerin devam etmesi durumunda “kasırgaya” dönüşmesi çok muhtemel.
***
Türkiye’deki bu değişimi hemen hemen kimse okuyamadı denebilir, belki de Mayıs seçimlerinde beklenen “değişim” fırtınası pazar akşamı çok kuvvetli esti. Uzatmalarda gelen altın gol bir nevi.
Birçok gazeteci, anket şirketleri “olası” değişimi tahmin edemedi. Dün yaşanan büyük sürprizin etkisi hala devam ediyor. Hatta durup durup seçim sonuçlarına bakmamız bunun göstergesi.
Edirne’de seçim öngörüsüne dair yazdığım yazılar Edirneliler tarafından büyük bir istek ve arzuyla yanlışlandı. Sahadaki atmosfer, heyecan “değişim” mottosuyla alev alevdi.
***
Edirne’nin şansı
Av. Filiz Gencan Akın’ın ideolojik söylemlerin “tutmayacağını” söylemiştim ama hiç öyle değilmiş. İnsanlar, artık yaşam tarzlarına müdahale edilmemesini, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olmasını (laiklik), “özgürlük” tutkusu çok somut gerekçeler olduğu görülmüş oldu.
Akın’ın “iletişimde” dönüte (feedback) önem vermesi, samimi, mütevazı olması, en azından benim Edirne’de nadir gördüğüm örneklerden bir sima olarak öne çıkıyor. İnsanlarla kurduğu ilişkide “biz” öğesini kullanması kentte halkı yönetime ortak kılacağı anlayışı çıkıyor. Umarım gerçekleşir.
İstanbul’da meydan projelerinde İmamoğlu, halkı ortak kılarak imza attığı “uzlaşı” 31 Mart gecesi meyvesini vermiş durumda. Umarım Akın, bu süreçte Edirne’de imza atacağı sürece halkı ortak etmesinin yanı sıra, “ihalelerin” canlı yayınla halka aktarılarak şeffaf, hesap verilerbilir belediyeciliği Edirne’ye getirmiş olur. Pazar günü Mansur Yavaş, Cumhuriyet tarihinde ona tarihi bir farkla tekrar Ankara’nın Büyükşehir Belediye Başkanı olması buna örnek gösterilebilir.
***
Gürkan ve Sedefçi dönemi “tamamen” bitti
Galiba yalnızca beni değil, Türkiye’de birçok kişiyi yanıltan, yönlendiren anketlerin “fos” çıkması. Edirne’nin Hamdi Babası anketlerde birinci çıkarken, 5 bin dolayında oy alması büyük fiyaskoydu. Hakkını vermem gerekir ki, anketlerde Sedefçi gibi bir adayı anketlerde birinci göstermesi, Türkiye kamuoyuna sokmak büyük bir algıymış. Kutlarım.
Bu seçimlerden sonra, Sedefçi’nin artık “aday” olmayacağını düşünüyorum. Halkta hiçbir karşılığı olmadığını, yerine Filiz Gencan Akın gibi genç, dinamik, arzulu, en azından şimdilik “ilkeli” “çağın gereklerini okuyan” adayların geldiğini görmüş olduk.
Gürkan’ın Edirne siyaseti bitti
Son olarak Recep Gürkan’a değinmek istiyorum. Gürkan, “10 yılda neler yaptık” toplantısında Kılıçdaroğlu’nun a takımlarından olan Erdoğan Toprak’ın olması bir tesadüf değildi.
Gazeteci Levent Gültekin’in iddiasına göre Kılıçdaroğlu’nun adaylığını organize eden isimlerden. Gürkan, olası bir hezimette, Kılıçdaroğlu’nun geri dönmesi ile kendisinin yolunun açık olacağını düşünüyordu.
Gürkan, Gencan’ın seçim çalışmasına destek vermedi veya “mış” gibi yaptı. Seçim günü partisiyle ilgili en ufak destek açıklaması yapmadı. Hatta Gürkan, Türkiye’de “değişim” kasırgasının kopması ile “tebrik” mesajı yayımlamak zorunda kaldı.
Sonuç olarak, Edirne’deki değişimcilerin güçlenerek çıktığı bir siyasi iklimde Gürkan’a yer yok. Tıpkı “abim” dediği gibi Sedefçi gibi.
Türkiye’de başlayan değişim, Edirne’yi kuşatmış durumda. Eskilerin yerini alan yeniler dinamik, çağa ayak uyduran, dinamik, tek yönlü değil, çift yönlü iletişim kuran siyasetçilerin çağıdır bu.
Edirnemize ve ülkemize hayırlı olsun.
Son zamanların en güzel seçimlerinden biri gerçekleşiyor.
Türkiye’de ekonomi yönetimi seçimlere odaklanırken, Merkez Bankası politika faizini sürpriz bir şekilde 500 baz puan artırarak yüzde 50’ye çıkardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da alınan kararların arkasında olduğunu Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e güveninin tam olduğunu söyledi. Böylece, 1 Nisan sabahı olası kur oynaklığının önüne geçilirken, ekonomide Ortodoks politikalardan “sapma” olmayacağını yalnızca iç pazara değil, büyük sermaye gruplarına duyurarak “güvence” vermiş oldu.
Bu karar Türkiye’nin ekonomide irrasyonel politikalardan, rasyonel politikalara dönüşün kesin olduğu güvencesini verirken, ülkemizin yaşamış olduğu derin bir ekonomik buhrandan 2026’da çıkmamızın da yolunu açmış oldu.
***
Türkiye’nin bir numaralı gündemi ekonomiye dair ufak bir açıklamadan sonra artık Edirne gündemine dönebiliriz.
Edirne son zamanların en heyecan verici seçim atmosferine sahip. Takip edebildiğim kadarıyla (2014-2024) ilk defa üç parti potansiyel olarak seçim kazanmak için yarışıyor. ORC, MAK gibi güvenilir anket şirketlerinin yanı sıra Fatih Portakal gibi ünlü gazeteciler de Edirne’de sürpriz olacağını söylüyorlar.
Ciravoğlu’nun adaylıktan düşürülmesiyle seçimlerin kaybedildiğini yazmıştım. Bunu destekleyen olaylar vuku buldu, seçim sonuçlarına dair sürprizlerin olacağına dair kamuoyu anketleri yayımlandı. Gerek anketler, gerekse Ankara kulislerine göre Edirne’de yarışın AK Partili Belgin İba ile yaşlı kurt İYİ Partili Hamdi Sedefçi arasında geçeceği anlaşılıyor. Yarışın başa baş geçtiği seçim atmosferinde sonucu hala CHP’lilerin belirleyeceği kanaatini taşıyorum. Belki de bazı CHP’liler, 2019 seçimlerinde İYİ Parti’nin kendilerini bir dönem daha seçtirmelerini hatırlayabilir, ona göre rey verebilir, bakıp göreceğiz.
***
İba’nın şansızlığı
Edirne’nin köklü ailelerinden olan Belgin İba, AK Parti tarafından “aday” olarak tayin edilmesinden bu yana müthiş bir seçim çalışmasına imza atıyor. Köy köy, mahalle mahalle gezerek halkı “ikna” etmeye çalışıyor. Edirne’ye dair hayata geçirmeye çalıştığı projeleri anlatarak seçmen üzerinde etkili olmaya çalışıyor.
İba’nın talihsizliği, Türkiye’nin 2019’a oranla tarihin belki de en derin ekonomik krizini yaşaması. İnsanlar, sebze ve meyveyi taneyle alırken, ciğeri de ayda yılda bir görür hale geldi. Kira sorunu, alım gücünün düşmesiyle yoksullaşan halk, bunun hesabını AK Parti’ye yani İba’ya kesebilir. Aksinin gerçekleşmesi halinde bence çok büyük bir başarıya imza atmış olacak. Belki de ilk defa Edirne’de çoğunluğun partisine yönelik algısını da yıkma fırsatı yakalayacak.
***
Sedefçi’nin talihi
Yaşlı kurt Hamdi Sedefçi Edirne’de 10 yıl sonra “başkan” olmaya çok yakın. Sedefçi, ORC’nin son ölçümlerine göre kararsızların “oyunu” almış gibi görünüyor. Eğer eli CHP’ye gitmekte zorlananları, çekimser kalanları, CHP’nin “hizmetlerinden” memnun kalmayanları, elbette küskünleri ikna edebilirse önde olduğu tahmin edilen seçimi kazanabilir. Böylece, 2014’teki “hesabı” da kendi lehine kapatmış olacak.
***
Gencan’ın “ideolojik” kampanyası
Gürkan’ın dizayn etmiş olduğu grubun karşısında konumlanan “yenilerin” adayı Avukat Filiz Gencan’ın kampanyası biraz kafa karıştırıcı gibi geldi. Gencan, güncel olarak iktidarda olan partisinin çokça eleştirilere tabi tutulan “hizmet” performansını yetersiz bulmuş olacak ki, altyapı sözü verebiliyor. Parti içindeki “düalist” yapıyı isteseniz bu kadar açık anlatamazsınız.
Gencan’ın kampanyasını en azından sahadaki, laik-anti laik, Cumhuriyetçi-Anti Cumhuriyetçi, Kemalist-Anti Kemalist söylemi Edirneliler tarafından “alıcı” bulamayacağını söyleyebilirim. Adı üstünde bu yerel seçim. İnsanlar, suyum temiz akar mı, düzgün yolda yürüyebilecek miyim, yeni kamusal alanlar inşa edilecek mi, ulaşım sorunu nasıl çözülecek gibi temel ve somut sorulara yanıt arıyor. Bir de yaklaşık iki dönemdir iktidarda olan partisinin yapamadıklarını sahada nasıl anlatacak? Anlattı da halk ikna olabildi mi? Bende oturmayan noktalar bu. Umarım yanılıyorumdur, CHP’deki yeniler de “davalarında” haklı çıkar.
***
Sonuç olarak, yerel seçim atmosferi Edirne’de çok güzel geçti. İlk defa üç parti potansiyel olarak kazanma iddiaları ile kampanyalarını yürüttü. Adaylar, Edirne’ye dair projelerini hem sesli hem de görüntülü olarak aktardılar. Seçmeni ikna etmeye çalıştılar. Adayların bu yarışı “dostane” şekilde yürüttükleri için kendi adıma teşekkür ederim. Umarım seçimin kazananı Edirne olur.