25 Temmuz 2025 Cuma
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
Bizlere Bahşedilen Nimetler:
Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?[1]
”Ve size istedikleriniz şeylerin hepsinden vermiştir ve eğer Allah’ın nîmetini sayacak olsanız sayıp bitiremezsiniz. Şüphe yok ki insan elbette çok zalîmdir, çok nankördür.”[2]
Nimetlerden Hesaba Çekileceğiz:
“Rasulullah buyurdular ki:
Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları [Rabbinin huzurundan] ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, Ne amelde bulunduğundan, Malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından, Vücudunu nerede yıprattığından.[3]
İsraf
«İsraf» sözlükte; aşırı gitmek, haddi aşmak, malı-mülkü saçıp savurmak anlamlarına gelir.
İhtiyacı gidermeyen, güzel olmayan, yararsız, boş yere ve gayri meşru harcamalar, ihtiyacın ötesinde, hakkı olmayanlara nimetlerin aktarılması birer israftır.
İsrafın Kötülüğü:
Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.[4]
“Rahman’ın kulları, harcadıkları zaman ne savurganlık ederler ne de cimrilik, bu ikisi arasında orta bir yolu tutarlar”[5]
“Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karsı çok nankörlük etmiştir.”[6]
“Elini boynuna bağlı tutma (cimrilik yapma). Onu, büsbütün de açıp-saçma (İsraf da yapma), sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.”[7]
Rasulullah buyurdu ki;
Yiyiniz, tasadduk ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız.[8]
Bolluk Anında Dahi İsraftan Kaçınmak
Bir defasında Hz. Peygamber Sa’d’a uğradı. Rasûlullah onun abdest alırken suyu aşırı kullandığını görünce şöyle dedi;
“Bu israf nedir“? Sa’d şaşırarak;
“Abdestte de israf olur mu?” dediğinde Hz. Peygamber şöyle cevap verdi;
“Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile”[9]
Bazı İsraf Örnekleri
Özellikle düğünlerde; nasıl olsa ömürde bir gün veya bir gece anlayışıyla çok büyük israflar yapılmaktadır. “Çocuğum bir daha mı evlenecek”, “böyle bir günü insan ömründe bir defa yaşar” gibi ifadelerle kendisine savunma mekanizması hazırlayan kişiler böyle günlerde Allah ve Rasulünün yasakladığı israfı meşru ve mübah göstermeye çalışmakta ve büyük bir vebali yüklenmektedirler.
Düğünlerde kırılan tabaklar, yakılan masalar, yerlere atılan peçeteler, havalara saçılan dolarlar, paralar, tüketilen alkollü içkiler ve dahası israfın örneklerindendir.
Cenaze merasimlerinde ve mezarlıklarda yapılan israf ise işin başka bir boyutunu gözler önüne sermektedir. Bir mezarın süslemesine, mermerine İslam’ın hoş görmediği, tasvip etmediği şekilde harcanan paralar fakirlikten kıvranan kaç aileye çorba, kaç hastaya ilaç, maddi imkansızlıktan okuyamayan kaç öğrenciye kitap-defter, burs olur? İşte bu anlamda israf hem fertte hem de ihtiyaç içindeki toplumda büyük yaralar açmaktadır.
Yeme-içmede israf
Varlığımız ve iş yapma gücümüzün devamı için gerekli gıdaları almak insanî olduğu kadar dinî bir görevdir. İnsan bu görevi yerine getirirken yeteri kadar gıdayı almak mecburiyetindedir. Yüce Dinimiz, ihtiyacımız olan gıdayı azaltıp iş gücümüzü kaybetmeyi tasvip etmediği gibi, gereğinden fazla yiyip içmeyi de yasaklamıştır.
İnsan karnını tıka basa, ölçüsüzce doldurmayacak, ama güç ve takatten düşecek derecede de aç durmayacaktır.
Tübitak’ın araştırmasına göre meyve ve sebzelerde işleme, taşıma ve depolamadaki hatalardan dolayı %30 oranında zayiat olmaktadır.
Rasulullah buyurdu ki:
“Ademoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Yemek yediği zaman, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın.”[10]
Rasulullah buyurdu ki:
“Birinizin elindeki lokma yere düşerse ondaki toz toprağı giderip yesin ve onu şeytana bırakmasın”[11]
Ekmek İsrafı
Rasulullah buyurdular ki:
“Ekmeğe saygı gösterin. Zira Allah, ekmeği hürmete değer kılmıştır. Kim ekmeğe saygı gösterirse Allah da ona ihsanda bulunur.”[12]
Rasulullah buyurdu ki:
“Ekmeğe hürmet ediniz zira ekmek göğün ve yerin bereketidir. Sofradan düşen kırıntıları alıp yiyen kişiyi Allah mağfiret eder”[13]
Ekmekte Tasarruf Yöntemleri:
İhtiyaçtan fazla ekmek alınmamalıdır.
Ekmek poşette, saklanmalı, uzun süreli muhafaza için buzdolabında ve poşette saklanmalıdır.
Mümkün olduğunca küçük gramajlı ekmek alınmalıdır.
Ekmek dilimlenerek tüketilmelidir.
Bayat ekmekler başka bir tatlı veya yemek yapımında kullanılmalıdır.
Raf ömrü uzun, kaliteli ekmek üretimi yaygınlaştırılmalıdır.
Soğumuş ekmek, bayatlamış ekmek demek değildir.
Dünya Genelinde Yiyecek İsrafı
Dünya Gıda Örgütünün verilerine göre, çöpe giden miktar, küresel olarak üretilen gıdaların üçte birini oluşturuyor.
Gelişmiş ülkeler bu gibi nedenlerle yılda yaklaşık 220 milyon ton yenebilir ürünü heba ediyor ki bu miktar neredeyse Sahra Altı Afrika ülkelerinin yıllık toplam gıda üretimine denk geliyor. Gelişmekte olan ülkelerde yiyeceklerin ziyan olmasının nedenleri ise daha farklıdır. Fakir ülkelerde, taşımacılık ve depolama alanındaki yetersizlikler nedeniyle hasadın yüzde 40’ı tarladan tüketiciye ulaştırılmaya çalışırken ziyan oluyor. Ürünlerin işlenmesi ve paketlenmesi sırasında da kayıplar oluyor.
Gelişmekte olan ülkelerde yılda 150 milyon ton buğday heba oluyor. Bu kayıp, tüm fakir ülkelerdeki açlığı ortadan kaldırabilecek buğday miktarının altı katını oluşturuyor.
Su İsrafı:
Su ikame edilemeyen, canlılar için en önemli doğal kaynaktır. Özellikle son 20 yıl içinde, artan dünya nüfusu ve bunun sonucu artan su talebi, küresel bir su krizini gündeme getirmiştir. Dünya nüfusu 19. yüzyıla oranla üç kat artmasına rağmen, su kaynaklarının kullanımının altı kat arttığı belirlenmiştir.
Türkiye dünyanın en hızlı nehirlerinden birkaçına sahip olsa da, su rezervleri bakımından alt sıralarda yer almaktadır. Türkiye’de su kaynaklarının verimli kullanımındaki politikaların yanlışlığı, geleceğe ilişkin tehditleri ciddi boyutlara ulaştırmaktadır.
.
Su Tasarruf Yöntemleri:
Bulaşık ve çamaşır makineleri tam dolu çalıştırılmalıdır.
Mutfak musluklarının bakımını yapmak suretiyle 6 m3 tasarruf sağlamak mümkündür.
Sebze ve meyve yıkamada kullanılan sular, çiçek, bahçe sulamada, tuvalet, merdiven, kapı önü temizliğinde kullanılmalıdır.
Bulaşıkta petrol türevi yerine doğal temizlik malzemeleri kullanılarak, az su ile durulama sağlanmalıdır.
Küçük çocukların musluk kullanımını denetlenmelidir.
Duş alırken akış debisi düşük başlıklar (elduşu) kullanılması, %50 oranında tasarruf sağlayacaktır.
Duş almak ya da sürekli akan suyun altında yıkanmak yerine kurna/kova, tas kullanarak banyo yapılmalıdır.
Klozet rezervuarlarının su depolama ayarları en az seviyeye ayarlanmalıdır. Rezervuarlarda su kaçağının önlenmesi günde 70 lt. tasarruf sağlayacaktır.
Küçük ebatlı ve az miktardaki kolay çamaşırlar elle yıkanmalıdır.
Diş fırçalarken, su açık tutulmamalıdır. Böylelikle 15 lt, fırçalama işi bir bardak su ile yapılırsa, 25 lt. su tasarrufu mümkündür.
Traş olurken ve yüz temizliğinde musluğun kapalı tutulması halinde, tasarruf miktarı günde 35 lt. olacaktır.
Tuvalet kâğıdı, peçete, sigara izmariti gibi atıklar, klozet ve tuvaletlere atılmamalıdır. Bu durumda gider sağlamak için daha fazla su kullanmak, tıkanmalara sebep olmak, pis su sistemlerinin tıkanıklarının giderilmesindeki ağır maliyetleri karşılamak zorunda kalınmaktadır.
Konuttan uzun süreli ayrılmalarda, su vanası kapatılmalıdır.
Çeşmeden akan suyun soğumasını sağlayarak içmek yerine buzdolabında sürekli soğuk su bulundurulmalı ve buz kullanılmalıdır.
Araba yıkamada hortum yerine, kova-sünger kullanılmalıdır.
Giyim-Kuşamda İsraf
Kişilerin giyim-kuşamları malî imkanlarıyla da ilintilidir. Hz. Peygamber varlıklı kimsenin, gurur ve gösterişten uzak kalmak koşuluyla kendisine verilen nimetlerin belirtisini üzerinde hissettirmesinin Allah’ın hoşuna gideceğine işaret etmiştir. Ayrıca huzuruna pejmürde kıyafetle gelen varlıklı birini şöyle uyarmıştır:
“Allah, kulunun üzerinde nimetin görülmesinden hoşnutluk duyar.”[14]
Varlığı yerinde olan kişinin temiz ve güzel giyinmesi, sahip olduğu nimetin kadrini yerine getirmesidir. Fakat güzel giyineceğim derken lüks ve gösteriş yönünden israfa kaçmamalı, henüz giyilebilecek elbiseleri, modası geçti düşüncesiyle zayi etmemelidir.
Üzülerek ifade edelim ki, suni bir olgu olan moda anlayışı, günümüzde insanların israfa yönelmesinde baş etkenlerden birisini teşkil etmektedir. Henüz rengi dahi solmamış, bir iki defa giyilen elbiselerin düşüncesizce zayi edilmesi, israf dışında hangi kavram ile açıklanabilir?
Zaman İsrafı
Rasulullah buyurdu ki;
“İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar sağlık ve boş zamandır.”[15]
Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe bulunduğu yerden kıpırdayamaz.[16]
Türkiye günde 4 saat TV seyretme ortalamasıyla ABD ile birlikte ilk sırayı almaktadır.
Kitap okuma oranında ise bir Japon yılda 25 kitap okurken 6 Türk ancak bir kitap okumaktadır. (MEB 2004 raporu)
Doğal Kaynakların İsrafı
Yüce Allah, kainattaki her şeyi insanın hizmetine sunmuştur. O, evrendeki hiçbir şeyi boşa yaratmamıştır. Yaratılan her şey, denge temeline oturtulmuştur.
Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın”[17]
Bozulan denge sonucunda da insanlık alemi, başta sağlık olmak üzere çeşitli problemlere muhatap olmaktadır. Kâinattaki dengenin bozulmasında insanların eylemleri önemli yer tutmaktadır.
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de, (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”[18]
Elektirik Tasarruf Yöntemleri:
Elektrik ocaklarında kullanılan tencere çapının ocak çapından büyük olması, % 30 oranında enerji tasarrufu sağlar.
Özellikle yemek ısıtmada mikrodalga fırın kullanmak, % 60-65 oranında enerji tasarrufu sağlar.
Ocaklarda tabanı düz tencere ve tava kullanılması, pişirme alanı artışı ile enerji tasarrufu sağlar.
Fırınlarda pişirme işlemini seramik ve cam tencerelerle yapmak tasarruf sağlar.
Tencere ve tavaları uygun kapaklarla iyi kapatarak, % 60 oranında buhar enerjisinden yararlanmak mümkündür
Sebze ve patates haşlamada az su kullanıp, düdüklü tencerelerin tercih edilmesi, % 50-70 oranında tasarruf sağlar.
Pişirme esnasında tenceren kontrol amacı ile sık sık açılmamalıdır.
Pişme işlemi bitmeden önce ocağın kapatılarak, son birkaç dakika için enerji kullanmadan pişme sürecini devam ettirmek mümkündür.
İlk baştaki güçlü pişirme ateşi sonradan kısılarak azaltılmalıdır.
Küçük tepsileri büyük fırınlarda pişirmek enerji kaybını arttırır.
Fırının pişme süresinden önce kapatılması halinde 5-10 dakikalık tasarruf sağlamak mümkündür.
Yumurtalar, tencerede değil, yumurta pişiricilerde haşlanmalıdır.
Mikrodalga fırının iç yüzeyi temiz tutulmalıdır.
Pişirilecek malzemeler hazır tutulmalı, tenceredeki su kaynadığında ocak kısılmalıdır.
Çok büyük kaplardaki pişirme işlemi gazlı ocaklarla, az miktar ve küçük kaplardaki pişirme işlemi de elektrikli ocaklarla yapılmalıdır.
Mümkün olabildiğince az miktarda yemek pişirmemek gereklidir. Yemek ısıtmak, yeni yemek pişirmekten az enerji harcar.
Bulaşık ve çamaşır makineleri tam dolu olarak çalıştırılmalıdır.
Klimaların bakım ve temizliğine dikkat edilmesi, 10 yaşından sonra bu cihazın değiştirilmesi % 40 oranında tasarruf sağlar.
Gece/gündüz kullanılmayan alanlar soğutulmamalıdır.
Buzdolabı, ısı yayan aletlerden ve ısı kaynaklarından uzak tutulmalıdır.
Buzdolabının duvara uzaklığı 10 cm. den az olmamalıdır.
Buzdolabının kapı contası ve izolâsyonunun sağlam olmasını sağlanmalıdır.
Buzdolabının arkasındaki tel paneli (radyatör) sık sık temizlenmelidir.
Buzdolabının kapısı açık tutulmamalı, içindekilerin düzenli olarak yerleştirilmesiyle kullanımı kolaylaştırılmalı, buzları eritilmelidir.
Buzdolabı soğuk ve havalandırılabilen alanlarda bulundurulmalıdır.
Uzun süreli konuttan ayrılmalarda en düşük soğutma seviyesi tercih edilmelidir.
Buzdolabının içine konulan tüm gıda maddeleri kapalı kaplarda bulundurulmalıdır.
Banyo ve tuvaletlerin gün ışığı ile aydınlatılması tercih edilmelidir.
Merdiven otomatiklerinde sensorlu sistemler kullanılmalıdır.
Elektrikli araçlar stand-by konumunda bırakılmamalıdır.
TV. ve radyolar sürekli açık tutulmamalı, seyredilecek programlar dışında kapatılarak, hem zaman, hem de enerji israfı engellenmelidir.
Terk edilen mahallin lambası, kısa bir süre sonra dönülecek olsa bile kapatılmalıdır.
Aydınlanmada tasarruf ampulleri tercih edilmelidir.
Ütülenecek giyecekler biriktirilerek ütülenmelidir.
Az miktar suyun ısıtılması için su ısıtıcılar tercih edilmelidir.
Doğalgaz Tasarruf Yöntemleri:
Doğalgazlı ve gazlı ocaklarda verimi yüksek olanlar tercih edilmelidir.
Camlarda ısıcam (çift cam) sistemi kullanılmalıdır. Böylelikle kışın ısı kaybında % 40-50, yazın ısı izolasyonunda ise %15 oranında tasarruf sağlamak mümkündür.
Kuru havada soğuk daha çok hissedilir. Bu nedenle kışın odalar nemlendirilmelidir.
Geceleri ve konuttan uzun süreli ayrılmalarda sıcaklık ayarı düşürülmelidir.
Radyatörlerin üzeri, önü kapatılmamalıdır. Radyatör arkasındaki duvara folyolu levhalar konulmalıdır. Böylelikle %15 oranında yakıt tasarrufu sağlamak mümkündür.
Kağıt İsrafı:
1 ton kâğıt 17 ağaç, 17 ağaç 70 m2 orman demektir.. Kâğıt kalitesinin artması oranında imalat için gereken enerji ve yan maddeler % 50 oranında artmaktadır.
700 ton hurda kâğıdın tekrar işlenmesi, 10 bin ağaç demektir. Ekonomiye tekrar kazandırılan her bir ton atık kâğıt ile yılda; 8 milyon civarında ağacın kesilmesi önlenmekte, 20 milyar KHW elektrik tasarrufu ve 15 milyon ton su tasarrufu sağlanmaktadır.
İlaç İsrafı
Türkiye ilaç israfında dünyada 2. sıradadır. Eve giren ilaçların %34’ü daha ambalajı açılmadan israf olmaktadır. Toplamda ise bu oran %46 civarındadır.
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
Allah (C.C) şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının…” (Nisa, 4/1)
Sevgili Peygamberimiz de (s.a.v) şöyle buyuruyor:
“Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır.” (Buhârî, Edeb’ül Müfred,309,334)
Rabbimizin, atamız Âdem (a.s.)’i yaratmasıyla başladı varlık sahnesindeki serüvenimiz. İmtihana tabi tutulmaktı bu başlangıcın sebebi. Bununla birlikte insanlık ailesine, kıyamete kadar devam edecek ağır bir sorumluluk da yüklendi. Hepimiz, bir arada yaşayacağımız bu âlemi imar etmekle görevlendirildik.
Ancak bu ulvi yaratılış hikmet ve gayesi zaman zaman unutuldu. Tarih, aynı özden gelen ve kardeş olan insanlar arasındaki nice üstünlük yarışlarına, bu yolda değerlerin tüketilişine, insan onur ve haysiyeti ile bağdaşmayan nice uygulamalara, zulümlere, katliamlara şahit oldu.
Kıymetli Kardeşlerim!
Âlemlerin Rabbi, Efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v) vasıtasıyla insanlığı yeniden uyardı. Ona, hayat kitabı Kur’an’ı vahyetti; her daim birlik ve beraberliği, ahlakı, adaleti, hak ve hukuku diri tutan Kur’an’ı gönderdi.
“Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş, bir canı kurtaran da bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Mâide, 5/32.) ilahi ilkesi bu anlayışın temelini teşkil etti.
. O, “Hepiniz Âdem’densiniz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 110, 111.) sözüyle cahiliyyenin makam, mevki, şan, şöhret, servet, asabiyet üzerine kurulu sahte değer yargılarını yok etti. Peygamberimiz, yaşamak için kardeşini öldürmekten çekinmeyenlerden oluşan toplumu, kardeşini yaşatmak için çırpınanlardan oluşan bir topluma dönüştürdü.
Mekke’nin fethedildiği gün, yıllar önce oradan kovulan, hakaretlere uğrayan ya da sürekli olarak tehditlere maruz kalan ashâbına, tam öç alma fırsatının ellerine geçtiği günde, sevgili Peygamberimiz şöyle seslenir:
“Ey İnsanlar! Allah size Câhiliye âdeti olan böbürlenmeyi ve atalarla övünmeyi yasakladı. İki çeşit insan vardır: (Birincisi,) iyi, takva sahibi ve Allah katında kıymetli olan
insan; diğeri ise günahkâr, isyankâr ve Allah nezdinde değersiz olandır. Bütün insanlar Âdem’in oğullarıdır ve Allah Âdem’i topraktan yaratmıştır.
Allah şöyle buyurmaktadır:
‘Ey insanlar! Doğrusu biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.’” (Hucurât, 49/13; Tirmizî, “Tefsîru’l-Kur’ân”, 49)
Allah Resûlü’nün ashâbından biri, güzel bir vadiden geçiyordu. Vadide suyu tatlı bir dere vardı. Suyun tadı çok hoşuna gitmişti. Karşılaştığı manzaradan da oldukça etkilenmişti. “Keşke insanlardan uzaklaşıp şu vadiye yerleşsem!” demekten kendini alamadı. Fakat hemen ardından Hz. Peygamber hatırına geldi ve onun izni olmadan böyle bir şey yapamayacağına karar verdi. Bunun üzerine Resûlullah’a giderek durumu anlattı. Allah Resûlü kendisini dinledikten sonra ona böyle bir şey yapmamasını söyledi.
Çünkü kısa bir süre de olsa Allah yolunda insanlarla omuz omuza verip cihat etmek, tek başına yıllarca namaz kılıp kendini ibadete vermekten daha faziletliydi. (Tirmizî, “Fedâilü’l-cihâd”, 17; İbn Hanbel, II, 524)
Dini yaşamak, bir köşeye çekilip yalnızca Allah’a olan sorumluluklarını yerine getirmekten ibaret değildir. Aksine din, Allah kadar insanlarla ve diğer canlılarla olan ilişkilerin de gözetilmesini öngörür. Nitekim insanın imtihanını anlamlı kılacak ve onun sonucunu etkileyecek en önemli hususlardan birisi de budur. Dolayısıyla İslâm’da ruhbanlık gibi kişiyi toplumdan tecrit eden bir yaşam tarzı tasvip edilmemiştir.
Aile’de Birlikte Yaşamak
Evet; İnsan tek başına yaşayamaz, birlikte yaşamak zorunda, İnsanın bu birlikteliği önce ailede başlamakta… İlk aile Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın ailesi, daha ilk andan başlayarak insanın varlığının ailede değer bulduğunu hatırlatır bize…
Aile, Allah’ın varlık dünyasına vurduğu ilâhî bir mühürdür. İlâhî kudretin insan hayatına yerleştirdiği bir nişandır. Kur’an-ı Kerîm,
“Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de Allah’ın (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 30/21) demektedir.
Onun için Allah Resulü:
“Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı şekilde davrananlarınızdır…” (Tirmizî, “Menâkıb”, 63; İbn Mâce, Nikâh, 50) buyuruyordu.
Akraba ilişkileri
Değerli Kardeşlerim;
Her geçen gün, hayatımızı kolaylaştıran yeni buluşlara imza atılmakta, teknolojik alanda baş döndürücü gelişmeler yaşanmaktadır. Bir tuşa dokunduğumuzda dünyanın öbür ucu yanımıza geliyor, oturduğumuz yerden istediğimiz bilgiye ulaşabiliyoruz. Hatta bazen kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki, tek dostumuz önümüzdeki bilgisayar ve elimizdeki telefonun ekranı oluveriyor. Böyle olunca da çoğu defa duygularımız zayıflıyor, ilişkilerimiz sanallaşıyor. Unuttuğumuz, kaybettiğimiz değerlerimiz var. Yüce dinimiz İslam’ın, üzerinde hassasiyetle durduğu bu önemli değerlerden birisi de sıla-i rahimdir. Sıla-i rahim, akrabamızla sıcak ilişkiler kurmak, ilgilenmek, onların hal ve hatırlarını sorup ihtiyaç duyulduğunda yardımlarına koşmaktır. Sevinçlerine ortak olup, üzüntülerini paylaşıp hüzünlerini azaltmaktır. Darda kaldıklarında onları ferahlatmak, düştükleri vakit ellerinden tutup kaldırmaktır.
Farklı Kültür ve Dinlerle Birlikte Yaşama
Bunlardan birincisi, nerede yaşarsa yaşasın Müslüman olan herkes kendi kimliğini muhafaza edecek, bu çok önemli. Bu sadece kendimiz için değil, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bu şartlar içinde yaşayan tüm insanlar için geçerli.
Evet, herkes, her Müslüman kendi kimliğini muhafaza edecek. Kendi kimliğini muhafaza etmesi için de kimliğini oluşturan bütün unsurları bilecek; tarih bilecek, kültür bilecek, kültürünü muhafaza edecek, örflerini adetlerini muhafaza edecek. Kültürün evi olan
dilini muhafaza edecek ve kimliğini oluşturan bütün unsurların muhafızı ve bekçisi olan inancını koruyacak ve muhafaza edecek, dinini koruyacak.
Tarih bize şunu gösteriyor. Tarih sahnesinde dinini kaybeden dilini kaybediyor. İnancını kaybeden tarihini, kültürünü kaybediyor. Kimliğini oluşturan bütün unsurları kaybediyor. Bir müddet sonra başkalaşıyor, daha sonra da asimilasyon dediğimiz tehlike ile karşı karşıya kalıyor. İnancını koruyan, dinini koruyan, kimliğini oluşturan bütün unsurları da muhafaza ediyor. Bu birincisi. İkinci önemli şey komşularla iyi geçininiz. Beraber yaşadığınız, yakın çevrenizi oluşturan komşularınızla İslamiyetin öngördüğü o tevazuyu, o cömertliği, o erdemi, o fazileti asla göz ardı etmeden iyi geçininiz. Nitekim Allah resulü öyle buyurur “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa komşusuna eziyet etmesin; (Buhârî, “Rikâk”, 23)
Gelin dört beş asır önce Bursa’ya, Edirne’ye veya İstanbul’a gidelim. İstanbul’da, Bursa’da, Edirne’de biz Yahudi’yi, Hıristiyanı, Müslüman’ı, Rum’u Ermeni’yi yanyana beraber yaşatmış, ibadetlerini yanyana inşa etmiş bir ecdadın, bir tarihin, bir medeniyetin çocuklarıyız. Bizim tecrübemizde bu var. Biz bütün dünyaya bunun örneğini göstermiş bir milletin çocuklarıyız. Neden gösterdik? Çünkü biz bu değerleri inancımızdan aldık. Peygamber Efendimiz’den örnek alarak yaptık. Şanlı geçmişimizde babanın evlâda vasiyeti var: “Evlâdım, çorba dağıtacağın zaman önce gayri müslim komşunu düşün, onunla başla” İşte biz böyle bir ecdadın çocuklarıyız, böyle bir medeniyetin mensuplarıyız.
Farklı bir kültürde, farklı bir medeniyette, farklı din mensuplarıyla birlikte yaşamayı kabul etmiş her Müslümana üç vazife düşüyor:
Birincisi kendi kimliğini muhafaza etmek..
İkincisi içinde yaşadığı toplumla, komşularla iyi geçinmek, barış ve huzur içinde yaşamak. Üçüncüsü de başka bir kültür içerisinde, başka bir medeniyetle birlikte, başka din mensuplarıyla birlikte yaşamaya başlayan her kardeşimiz İslâm’ın bütün güzelliklerini, Muhammed Mustafa’nın bütün örnek ahlâkını kendi hayatında gösterecek. İslam’ın güzelliklerini herkes görecek onun hayatında. Adı Ahmet ise, adı Mehmet ise, adı Mustafa ise, Muhammed Mustafa gibi davranacak. İslam’ın rahmetini insanlar görecek onda.
.
Unutmayalım ki; bugün tüm insanlığın birlikte yaşama anlamında gönül erlerinden Yunus Emre’nin,
“Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü”
algısına, Mevlana’nın “Değil mi ki sen bensin; ben de senim. Kendi kendimizle bunca savaşmamız da ne?” diyen çağrısına, Hacı Bektaşı Veli’nin “Gelin canlar bir olalım!” deyişine ihtiyacı vardır. Bugün körelmeye yüz tutmuş hassasiyetlerin, ubudiyeti unutmuş zihinlerin, hırs, tamah, kibir ve güç tutkusuyla kararmış kalplerin Peygamberimizin örnekliğine, manevî önderliğine ve ilâhî rehberliğine ihtiyacı var
Kardeşlerim!
Müslümanlar olarak bizler, her şartta Kur’an’ın hayat veren ilkelerine uymakla yükümlüyüz. Son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın çağlar üstü örnekliğini esas almakla mükellefiz. İslam ümmeti, bir taraftan çağı doğru okuyan, diğer taraftan da dinin sahih bilgisini günümüze taşıyarak vazgeçilmez değerlerine sahip çıkan bir bilinç düzeyine eriştiğinde şiddet sarmalından kurtulacaktır. İslam’ın medeniyetler inşa eden eşsiz ilkelerine, tarihte bu ilkelerin üzerinde yükselen model toplumlara, onların farklılıkları çatışma ve yıkım sebebi değil, gelişme ve zenginleme fırsatı olarak nasıl değerlendirdiğine odaklandığımız zaman, coğrafyamız yeniden selam ve eman yurdu hâline gelecektir. Ülkemize, gönül coğrafyamıza ve insanlığa barış, huzur, esenlik, merhamet, şefkat, adalet ve fazilet aşılamanın yolu, birlikte yaşama hukukunu ve ahlakını yeniden yaşanır kılmaktan geçmektedir. Peki birlikte yaşama ahlakını ve hukukunu nasıl temin edeceğiz?
1. Sevgiyi Egemen Kılarak
Aile ve akraba münasebetlerinde, komşuluk ilişkilerinde, arkadaşlıklarda, işyerlerinde, trafikte, ortak yaşam ve kullanım alanlarında karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörüyü, sükunet, itidal ve sabrı ilişkilere egemen kılmalıyız.
Sevgiyi ve imanı toplumsal barışın, birlikte yaşamanın temel taşı ve anahtarı kabul eden Allah resulü şöyle buyurmuştur:
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman etmiş olamazsınız2.
Kardeşliği Egemen Kılarak Biz kardeşliği ondan öğrendik. O, bize kardeşliğin sadece bir retorik, bir söylem ve bir edebiyat olmadığını öğretti. Doğulu-Batılı, Arap-Acem, Türk-Kürt, kadın-erkek, zengin-fakir, şehirli-köylü, işçi-memur, eğitimli-eğitimsiz, kariyerli-kariyersiz gibi yapay tüm ayrımları, iman kardeşliğinin potasında eritmeyi bize o öğretti. O, bize, kardeşi kardeşe bağlayan en yüce değerin sadece sevgi, ilgi ve muhabbet değil; aynı zamanda bir hak olduğunu bildirdi. Ona göre müminler birbirine hak bağı ile bağlıdır. Hak bağının kurucusu ise bizzat Cenab-ı Hakk’ın kendisidir. Nitekim ayette,
‘Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz’ (Âl-i İmrân, 3/103) buyurulmuştur.”
Evet, biz, karıncayı bile incitmenin yanlış olduğunu bildiren bir dinin mensuplarıyız. Ama etrafımıza bakıyoruz, insanlar birbirlerini kesiyor, birbirlerini katlediyor. Ne vahim bir durumdur. Ne vahim bir ruhtur.
Bugün İslâm coğrafyasının bir ilim ve medeniyet coğrafyasından bir zulüm ve mazlûmiyet coğrafyasına dönüşmesinin en büyük sebebi, kardeşlik ahlâkı ve kardeşlik hukuku ihlâlidir. Oysa kardeşlik hukukunun çiğnendiği bir Müslüman dünyayı ve kardeşlik ahlâkının zedelendiği bir İslâm dünyasını Yüce Rabbimiz ateş dolu bir çukurun kenarında yaşamak olarak
14
değerlendirmiştir. Böyle bir yaşam, her an ateş dolu çukura düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tehlikeden kurtulmanın yolu, her şeyden önce müminlerin kardeşliğinden geçmektedir.
Bunun için kalpler arasında ülfetin sağlanması ve Cenâb-ı Hakk’ın nimeti sayesinde kardeşler olduğumuzu bir kere daha hatırlamamız gerekmektedir.
Öyleyse sadece silahların susması yetmez, sadece ateşin sönmesi yetmez. Sönen ateşin küllerinden bahçeler yapmalıyız. Sönen ateşin küllerinden kardeşlik ağaçları dikmeliyiz, kardeşlik meyveleri devşirmeliyiz. Çünkü bizim kardeşliğimiz, Yüce Allah’ın bize en büyük lütfu, ikramı, ihsanı ve nimetidir. Bu kardeşlik soy, sop, ırk, renk, dil, bölge ve asabiyet temelinde bir kardeşlik değildir. Menfaat temelinde bir kardeşlik hiç değildir. Yüce değerler ve yüksek idealler etrafında bir kardeşliktir. İman ve takva ekseninde bir kardeşliktir. İslâm kardeşliğidir. Yüce Rabbimizin ifadesiyle,
“Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat,49/10)
Birlikte yaşamak demek; Şam’ın ıstırabını, Arakan’ın sancısını, Filistin’in dramını, Somali’nin, Eritre’nin, Yemen’in gözyaşını yüreklerimizde hissetmek demektir.
Merhum Akif’in ifadesiyle;
“Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma geç git!, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!”
Birlikte yaşamak demek; Müslüman coğrafyada akan kanın teheccüdde gözyaşına bürünmesi demektir.
Birlikte yaşamak demek; her hangibir fitne-fesat karşısında yüreklerin toplu vuruşu demektir.
Birlikte yaşamak demek Akif’in
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”
dizelerini iliklerine kadar hissetmek demektir.
Birlikte yaşamak demek; insanları, ülkelerin kaynaklarını sömürmek için yeryüzünü kan ve gözyaşı cehennemine çevirmek için birlikler oluşturmak değil, duygu ve değer birlikteliğini, inanç ve ideal birlikteliğini, sevgi ve hoşgörü medeniyetini kurmak için bir ve beraber olabilmektir.
Yunusun diliyle;
“Gelin birlik olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz,” diyebilmektir.
Birlikte yaşamak; birlikte paylaşmak demektir. Sevgiyi, mutluluğu, sevinci, acıyı, kederi, hüznü paylaşmak…Bütün güzellikler adına ne varsa harmanlayıp gönülden gönüle sunmaktır.
Sohbetimizi şairin şu dizeleriyle sonlandıralım:
“Gelin birlik olalım yarın çok geç olmadan, Gelin dirlik bulalım vazgeçin öç almadan. Nefreti yok edelim gel sen de katıl bize, İntikam eşkıyası sevgiyle gelir dize. Yedi düvel elinden kim kurtardı bu yurdu? Mehmetçik değil miydi Lazı, Çerkezi, Kürdü?
Hangimizin ecdadı feda olmadı yurda? Hangi bahçeden bir gül solmadı bu uğurda? Düne kadar Bosna’da kırılırken soydaşın, Sana senden başka dost çıktı mı düşün-taşın! Asırlardır dinmedi bir bölücü ninnisi, Aynı dinden değil mi alevisi sünnisi? Bin kere lanet olsun Yezit denen deliye! Muhabbetle bağlıyız Muhammed’e Ali’ye. Duyulmuş mu dünyada böyle oyun havası? Bize mi kalmalıydı komşunun kan davası? Siyah beyaz kavgası nasıl ilginç değil mi? Bizim mezhep kavgamız daha gülünç değil mi?
Geçin o sınıfları geçin kardeşim geçin, Barışta buluşalım mutlu Türkiye için! Düşman sevindirmenin ne alemi var şimdi? Milletçe kenetlenip sarılmamız kâr şimdi! Bir başka ulus var mı böyle temiz böyle saf? İnsaf edelim dostlar, insaf edelim insaf!”
Bizleri yaratan ve yaşatan, varlığın tek sahibi, tek hâkimi, mülkünde ve idaresinde ortağı olmayan yüce Allah’a sonsuz hamdolsun. Âlemlere rahmet, son nebiye salat ve selam olsun.
Değerli Okurlarım!
Önümüzdeki Salı günü Yüce Rabbimizin yardımı, devletimizin dirayeti, milletimizin cesaretiyle küresel şer odaklarına ve onların taşeronluğunu yapan FETÖ’ye karşı elde ettiğimiz destansı zaferimizin Dokuzuncu yıl dönümü. Bizler, tarihin her döneminde olduğu gibi 15 Temmuz gecesinde de kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla bir kez daha omuz omuza verdik. Minarelerden yankılanan salâlar eşliğinde; birlik, beraberlik ve dayanışma ruhuyla hep birlikte meydanlara akın ettik. İstiklâl Şairimizin, “Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:/İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek” mısralarında ifade ettiği gibi vatanımız ve milletimiz üzerinde oynanmak istenen kirli oyunları hep birlikte boşa çıkardık. 15 Temmuz, aziz milletimizin hiç kimsenin boyunduruğu altına girmeyeceğinin, zalimin karşısında asla eğilmeyeceğinin son örneğidir. 15 Temmuz, azmin ve cesaretin zillete ve korkaklığa galebe çaldığı şanlı bir direniştir.
Bir makinenin düzgün çalışabilmesi ancak onu oluşturan parçaların her birinin sağlam ve çalışır durumda olmasıyla mümkündür. Bir parçası eksik ya da bozuk olan bir makine ya hiç çalışmayacak ya da çalışsa bile istenilen performansı vermeyecektir.
Düzenli ve güvenli bir toplum da böyledir, yani arzulanan ideal toplum; temelinde güçlü birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu bulunan toplumdur. Bu birliği sağlayamayan toplumların hiçbir ferdi için huzurdan söz etmek mümkün değildir.
Hz. Peygamber (s), birlik ve beraberliğin yaşanabilir bir toplum hayatı için ne denli ehemmiyet arz ettiğini, toplumu bir bedene, toplumu oluşturan fertleri de o bedeni meydana getiren organlara benzeterek anlatmaktadır:
Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede tıpkı bir organı rahatsızlandığında, diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer. (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Vücuttaki hasta bir organ diğer organları da etkiler ve zamanla bütün bedeni sararak onu zayıf ve güçsüz düşürür. Benzer şekilde kin, nefret, haset, sevgisizlik, saygısızlık, anlayışsızlık, müsamahasızlık vb. manevi hastalıklar da birliği ve beraberliği yok ederek toplumun temellerini kemirir, zayıflatır ve güçsüz duruma düşürerek onu dış müdahalelere açık hale getirir.
İslam davetinin sekteye uğramaması için Müslümanlar arasındaki kardeşliğin, birbirine kenetlenmenin son derece önemli olduğunun farkında olan Hz. Peygamber (s), birliğin ve beraberliğin muhafazası için azami gayret göstermiştir. Her fırsatta inananların yekvücut olmalarına vurgu yapan Hz. Peygamber (s) söyle buyurur:
“Size birlik halinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup, beraber bulunan iki kişiden uzaktır. Kim cennetin ta ortasında yaşamak isterse, toplu halde bulunmaya baksın.” (Tirmizî, Fiten, 7).
Hz. Peygamber’in Müslümanlar arasındaki birliğe, beraberliğe, birbirine kenetlenmeye önem vermesi, hiç kuşkusuz ilâhî bir öğretinin sonucudur. Zira Allah, Hz. Peygamber’e birliğe ve beraberliğe dair çok sayıda ayet vahyetmiştir:
Hepiniz Allah’ın size uzattığı ipine (Kur’an’a) sımsıkı tutunun. Sakın ayrılığa düşmeyin. Hele Allah’ın size nasip ettiği birlik ve beraberlik nimetini bir düşünün. Hani siz vaktiyle birbirinizle kanlı bıçaklı idiniz, ama Allah kalplerinizi birbirinize ısındırdı ve O’nun lütfettiği iman nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Yine siz vaktiyle bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz; Allah sizi oraya düşmekten de kurtardı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, doğru yoldan şaşmayasınız. (Âl-i İmrân 3/103)
و “(Ey Müminler!) Allah’a ve elçisine itaat edin; aranızda çekişip birbirinize düşmeyin. Aksi halde yıpranır, güç kaybedip dağılırsınız. Allah yolunda karşılaştığınız sıkıntı ve zorluklara göğüs gerin. (Unutmayın ki) Allah, zor zamanda sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/46)
Birlik ve beraberliğin çöküşü aslında toplumun çöküşüdür. Zira tarih, birlik ruhunu kaybeden toplumların nasıl dağıldıklarının ve tarih sahnesinden nasıl silindiklerinin örnekleriyle doludur.
Rasulullah (s) temel ilkeyi koymuştur:
Kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemeyen (tam anlamıyla) iman etmiş olmaz. (Tirmizî, Sıfatü”l-kıyâme, 59)
Müslüman, imanı gereği iyi olmak zorundadır.
Müslüman, imanı gereği ayrılığa gayrılığa fırsat vermemek zorundadır.
Müslüman, imanı gereği fesattan, bozgunculuktan uzak durmak zorundadır.
Müslüman, imanı gereği yaşadığı topluma karşı sorumluluk duymak zorundadır.
Değerli Okurlarım!
Bizler ümmet birliğini muhafaza konusunda sınıfta kaldık, başaramadık. Bugün İslam beldelerinde gördüğümüz bütün olumsuzlukların temelinde ümmet birliğini ve beraberliğini kaybetmemiz vardır. Rasulullah’ın (s) gösterdiği bu temel ilkeyi muhafaza edememek vardır.
Ümmet birliğini kaybettiğimiz için Filistin’de hala yüreğimiz ağrıyor.
Ümmet birliğini kaybettiğimiz için Doğu Türkistan’da ciğerimiz kanıyor.
Ümmet birliğini kaybettiğimiz için daha dün Bosna’da soykırıma uğradık.
Yemen’de körpe bedenler açlık ve susuzluktan kuruyor.
Suriye ne olacak hala belirsiz. Velhasıl, dünyanın her köşesinde bir bütün olan ümmet bedenine ait sızlayan bir parçamız var.
Değerli Dostlar!
Müslüman “nemelazımcı” olamaz; yaşadığı toplumda olup bitenlere karşı duyarsız davranamaz.
Hiçbir şeye karışmamak, etrafta olup biten olumsuzluklara karşı ses çıkarmamak ve toplumda bir takım vakalar meydana geldiğinde de “ben hiçbir şeye karışmadım, ben yapmadım, ben etmedim!” diyerek kendini iyi bir vatandaş gibi göstermeye çalışması kişiyi sorumluluktan kurtaramaz. Zira toplumu yaralayan, düzeni bozan, toplumu çökerten gayrı ahlaki hususlara ses çıkarmamak bizatihi sorumsuzluktur.
Bu konuda Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşanmış meşhur bir olay anlatılır:
Malumunuz Kanuni dönemi Osmanlı’nın en muhteşem dönemidir. Sultan Süleyman, “günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye devletin akıbetini düşünür. Yazdığı bir mektubu sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye gönderir. Mektupta, “Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün izmihlale uğrar mı?” diye sorar.
Yahya Efendi mektubu okuduktan sonra mektubun altına “Neme lazım be Sultanım!” diye yazar ve sultana tekrar gönderir.
Böyle bir cevap beklemeyen Sultan Süleyman biraz şaşırır. Fakat Yahya Efendi’nin ahlakının güzelliğini, bir Osmanlı sultanına karşı saygısızlık yapmayacağını da iyi bilen Sultan Süleyman, “acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mana olabilir mi?!” diye düşünür. Bunu bilmenin en iyi yolu Yahya Efendi’yle bizzat görüşmek olduğuna karar verir ve Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına giderek der ki:
-Yahya Efendi! Mektubuma cevap ver! Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al!
Yahya Efendi şöyle bir bakar:
– Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim.
– İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “Neme lazım be Sultanım” demişsiniz. Sanki “beni böyle işlere karıştırma!” der gibi.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar:
– Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olursa, işitenler de ‘neme lazım’ deyip uzaklaşırsa, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yerse, bilenler de bunu söylemeyip susarsa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa, bunu da taşlardan başka kimse işitmezse, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir…
Yahya Efendi’yi sükûnetle dinleyen sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da kendisini ikaz eden böyle bir âlim olduğu için Allah’a şükreder.
Değerli Kardeşlerim!
Nemelazımcılığın çoğaldığı bir toplum çökmeye başlayan bir toplumdur.
Birlik ve beraberliğini kaybeden toplumların güçsüzleşmesi, saldırılara mukavemet gösteremeyip çökmesi mukadderdir. Dolayısıyla bunu çok iyi bilen sinsi düşmanlar her fırsatta milletin arasına nifak tohumları, kin ve nefret tohumları ekerler. Çünkü, birbiriyle didişmekten dolayı asıl düşmanı ve düşmanlığı göremeyecek duruma gelmiş olan bir toplum, düşman için kolay bir lokma haline gelir.
Türkiye’miz için söylersek: yüzyıllardır saldırılarına ara vermeden devam eden düşmanlar, her yolu denemiş, her türlü nifak tohumlarını bu güzel topraklara saçmak için bütün gayretini seferber etmiştir. Alevi-Sünni, sağcı-solcu, Türk-Kürt, müslim-gayrımüslim, yani din, dil, ırk, mezhep ve meşrep farklılıklarını fırsat bilenler, bunlar üzerinden toplumu ayrıştırmanın, toplumu birbirine düşürmenin planlarını yapmaktadırlar.
Modern dünya düzeninde emperyal devletler toprakların fiilî işgaliyle değil, o toprakları istedikleri gibi; kendi çıkarlarına uygun bir şekilde yönet/tir/me peşindedirler. Toplumun dinî, milli ve kültürel değerlerini yok edip o toplumu kolay sömürülebilir hale getirmenin peşindedirler.
İşte bundan Dokuz yıl önce; 15 Temmuz 2016’da, aziz vatanımızın böyle bir saldırıyla karşı karşıya kaldığını gördük.
Dinî cemaat görünümlü fakat gerçekte emperyal güçlerin maşası olan hain bir örgütün darbe girişimine şahit olduk.
Hain emellerine ulaşmak için din dâhil hiçbir kutsal tanımayan, Allah’a kul olmak yerine emperyal efendilerine köle olmayı tercih eden bir alçak örgüte şahit olduk.
Bu örgüt, Allah’ın dinine değil, uşaklığını yaptığı şer güçlere hizmet etmiştir ve etmektedir.
Örgütün gerçek yüzü ortaya çıkınca, kandırıldıklarını anlayan bu milletin asil evlatları yollarını bu örgütten ayırdılar. Çok net söylüyorum: hâlihazırda bu örgütle yollarını ayırmayanlar bu vatanın evlatları değil, en sıkıntılı zamanlarında Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandıranların çocuklarıdırlar.
Peki sonuçta ne oldu?
Onlar, bu milletin birlik ve beraberlik ruhunu hesaba katmamışlardı.
Onlar, yüzyıllardır bölmeye, parçalamaya çalıştıkları bu milletin her defasında bir araya gelme kabiliyetini hesaba katmamışlardı.
Onlar, bu milleti bir arada tutan esas mayanın “söz konusu vatan ise gerisi teferruat” olduğunu hesaba katmamışlardı.
Yüce Rabbimiz, yüzyıllarca İslam’a hizmet etmiş bu toprakları ve bu toprakların öz evlatlarını her daim bir ve beraber eylesin.
Birliğimize ve dirliğimize göz dikenlere fırsat vermesin.
Hainlerle mücadelede hepimize azim ve kararlılık lütfeylesin.
Devletimize, silahlı kuvvetlerimize, emniyet güçlerimize ve bu vatan için fedakârlıktan kaçınmayan aziz milletimize güç, kuvvet ve başarılar versin.
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
Muharrem ayı hem İslam gelmeden önce hem de İslam geldikten sonra hep önemli olan aylardan biridir. Muharrem, Hicri takvimin ilk ayıdır. Sami dinlerde ve Yüce Dinimiz İslam’da özel bir yere sahip olan Aşure günü muharrem ayı içerisindedir. Sözlükte “haram kılınan, yasaklanan kutsal olan, saygı duyulan” anlamlarına gelen Muharrem, savaşmanın haram kabul edildiği dört aydan biridir.( TDV İslam Ansiklopedisi, “Muharrem” md. c. 31, s.4-5)
Sevgili Peygamberimiz hadislerinde haram ayların zilkade, zilhicce, muharrem ve receb olarak zikretmiş(Buhari, Megazi, 77) ve Yüce Rabbimizde Kuran-ı Kerimin değişik ayetlerinde bu aylara saygı gösterilmesini emretmiştir.(Bakara, 2/194, Maide,5/2)
Hz. Peygamber Efendimiz Muharrem ayını “Allah’ın ayı” olarak nitelendirmiş ve ramazandan sonraki en faziletli orucunu bu ayda tutulan oruç olduğunu[1] bizlere bildirmiştir.
Muharrem ayının en önemli özelliklerinden biride Hicri takvime göre ilk ay olarak kabul edilmesidir. Nitekim Hicri takvim İslam Tarihi açsından önemli hadiselerden biri olan Hicreti esas almaktadır. Hicret sözlükte terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek, anlamına gelir. Terim olarak Dini sebeplerle bir yerden diğer bir yere göç etme ve özellikle Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye göç etmesi olayı anlamına gelmektedir.[2]
Hicret sadece peygamberimizin hayatında vuku bulan bir olay değildir. Kuran-ı Kerim önceki peygamberlerin ve onlara inananların da hicret etmeye zorlandıklarını bildirir. Kuran-ı Kerimde Hz. İbrahim “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum”[3] buyrulmak suretiyle hicret ettiği bizlere bildirilmiştir. Ayrıca, Hz. Lut,[4] Hz. Şuayb[5] Hz. Musa[6] ve daha birçok peygamberin hicret ettiği bizlere gelen haberler arasındadır. Ayetler bize göstermektedir ki, Hicret olayı sadece belli bir döneme ait bir olay değildir. İnsanlığın varlığıyla beraber vuku bulmuş birçok önemli hadiseden biridir Hicret. Dünde meydana gelmiş bugünde meydana gelecektir. Önemli olan ise neden, nereye ve hangi niyetle hicret edildiğidir.
Sevgili peygamberimizi bir hadisinde Hicret yapılırken akılda tutulması gereken en önemli husususun niyet olduğuna şu şekilde işaret etmektedir.
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”[7]
Yapacağımız bütün işlerimizde niyetimizin halis olması gerekir. Çünkü güzelliklerin temelinde, dünya ve ahiret mutluluğunun özünde Allah rızası yatmaktadır. Yaptığımız işlerin birçoğunda sonucu niyet belirlemektedir. Bu sebeple Hicretin temel amacı da Allah’ın rızası olmalıdır. Bu önemli husus Kuran-ı Kerimde ise şöyle ifade edilmektedir.
“Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükafatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.[8]
Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz, karşılaştığı sıkıntıları gidermek için Allah rızası doğrultusunda hicret edenler övülmüştür.
“İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[9]
Kameri aylardan Muharrem ayının onuncu günü ise, Aşure günüdür. Bu günde birçok Peygamberin hayatında önemli ve olumlu olaylar vuku bulmuştur. Sahih kaynaklarda zikredildiğine göre; Bu gün, Hz. Ademin dünya yüzüne indirilmesine sebep olan hatası için tövbesinin kabul edildiği, Hz. Nuh’un gemisinin Cudi dağına oturduğu, Hz. Yunus’un balığın karnından kurtulduğu, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın doğduğu, Hz. Musa’nın ve kavminin Firavunun zulmünden kurtulduğu, Hz. Yakup’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuştuğu gündür. Bu sebeple Aşure günü bütün dinlerde ve en son din İslam Dininde önemli bir yere sahiptir.
Hz Peygamberimiz, muharremin onuncu günü hem kendisi oruç tutmuş hem de o gün oruç tutmalarını ashâbına tavsiye etmiştir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem‘e aşûre günü tutulan orucun kıymeti soruldu; o da: “Geçmiş bir senenin günahlarına kefâret olur” buyurdu.
“Ramazan orucu dışında en faziletli oruç, Allah’ın ayı muharremde tutulan oruçtur. Farzlar dışında en faziletli namaz da gece namazıdır.“
İbni Abbâs radıyallahu anhümâ‘dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aşûre gününde oruç tuttu ve oruç tutmayı tavsiye etti.”
Peygamber Efendimiz’e Yahudilerin ve Hıristiyanların sadece onuncu güne tazim ettikleri, bu sebeple o gün oruç tuttukları haber verilince,
إ”Eğer gelecek seneye kadar yaşarsam dokuzuncu gün oruç tutarım”[10] buyurmuştur. Bu sebeple Peygamberimizin tuttuğu ve tutmaya niyet ettikleri günleri birleştirerek muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu günlerini oruçlu geçirmek müstehaptır. Hz. Peygamber’in sünnetine tam anlamıyla uygun hareket etmenin yoluda budur.
Nice Peygamberin hayatında olumlu ve önemli bir yere sahip olan Aşure günü, İslam tarihinde Hz. Peygamberin torunu. Hz. Hüseyin ve aile fertlerinin 10 muharrem 61’de (10 Ekim 680) Kerbela’da şehit edildikleri bir gün olarak ta hatırlanmaktadır.
-Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin iki çiçeğin yarısı idiler. O çiçek Hz. Peygamberin çiçeğidir. Nitekim Hz.Ali Efendimiz evlatları için şöyle demiştir.
-“Oğlum Hasan, göğsünden başına kadar olan kısmında, diğer oğlum Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında Hz. Peygamber’e çok benzerdi”
-Hz. Hüseyin yine ağabeyi ile birlikte dedesinin özel dualarına mazhar olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber, her iki torunu için “Allah’ım! Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları”
-“Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kokladığım iki çiçeğimdir”
-Yine Hz. Peygamber Hutbe okurken içeriye giren torunlarını kucağına almış, sevmiş ve hutbeye kaldığı yerden devam etmiştir.
Haziran 656 yılında babası Hz. Ali’nin hilafete geçmesiyle birlikte kendisini siyasi olayların içinde bulan Hz. Hüseyin, babasını takip ederek Kufe’ye geçti, onun bütün seferlerine iştirak etti. Bu bağlamda Cemel, Sıffîn ve Nehrevân savaşlarına katıldı.
Babasının şehit edilmesinden (28 Ocak 661) sonra ağabeyi Hasan’ın yanında yer aldı. Onun altı ay sonra Muaviye ile belli şartlar altında anlaşma yapıp hilafetten çekilmesini ise bazı kaynaklara göre onaylamadı, ancak ağabeyine itaatini sürdürdü. Medine’ye intikal etti. Orada ilim ve ibadetle meşgul oldu.
Ne var ki Muaviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid’in hilafet makamına oturması durumu değiştirdi. Yezid Medine valisine mektup yazarak Hüseyin’in kendisine biatını sağlamasını emretti. Hz. Hüseyin buna şiddetle karşı çıktı. Önce Medine’den Mekke’ye geldi, orada çeşitli görüşmeler gerçekleştirdi. Bunun üzerine yerinde incelemeler yapmak ve durumu kendisine bildirmek üzere amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye gönderdi.
Kufe’deki bu yeni gelişmelerden ve Müslim’in öldürüldüğünden haberi olmayan Hz. Hüseyin, bazı tecrübeli kimselerin “Kûfeliler’e güvenilemeyeceğini” söylemesine aldırış etmeksizin hazırlıklarını tamamladı ve yakınlarını yanına alarak küçük bir birlikle yola çıktı.
Yolda bilahare Müslim’in öldürüldüğünü öğrenen Hz. Hüseyin, beraberinde bulunanlarla istişare ederek durum değerlendirmesi yaptı, isteyenlerin dönebileceğini söyledi. Kendisi samimi adamlarıyla birlikte yolculuğuna devam etti.
Bu arada vali İbn Ziyad, önce Hür b. Yezid komutasında öncü kuvvet hazırlayıp Hüseyin’i sıkıştırmasını istedi. Hür istenileni yaptı. Arkasından Ömer bin Sa’d komutasında 4.000 kişilik bir kuvveti daha Hz. Hüseyin’in üzerine gönderdi. Bu birlik Kerbelâ’da Hz. Hüseyin ve adamlarını kuşattı, ikmal yollarını tutarak Fırat’tan su almalarını engelledi.
İnsanlar, özellikle de kadınlar ve çocuklar susuz kaldı. Zulüm had safhaya ulaştı. Bu arada bazı görüşmeler yapıldı ise de sonuç vermedi. Nihayet 10 Muharrem yani aşura günü (10 Ekim 680) Ömer b. Sa’d’ın ordusu Hz. Hüseyin’in 23 atlı, 40 piyadeden oluşan sembolik birliğine bütün gücüyle saldırdı. Hz. Hüseyin’in askerleri yiğitçe mücadele etti, çok geçmeden sonra teker teker şehit oldular. Hz. Hüseyin’in üzerine yürüdüler, önce onu atından düşürdüler, ardından da kılıçla mübarek başını gövdesinden ayırdılar. Hz. Peygamber’in öpüp kokladığı mübarek “baş” önce Kufe’ye, ardından da Şam’a götürüldü (Ağırlıkla anlayışa göre Hüseyin’in başı daha sonra Medine’ye getirilerek annesi Fatıma’nın kabrinin yanına defnedilmiştir).
Bu suretle Hz. Peygamber’in nadide çiçeği Kerbela’da koparıldı. O günden beri kalplere kor düştü. Peygamber’i seven, Peygamber’i sevdiği için onun ehl-i beytini seven, “âl-i Muhammed” diyerek onlara dua eden bütün Müslümanlar üzüldü. Hüseyin sevginin, Kerbela da acının adı oldu. Hangi sosyo-kültürel dünyaya mensup olursa olsun bütün Müslümanlar içtenlikle Hz. Hüseyin’ sevdiler, Kerbela’da onun “baş”ına gelenlerden üzüntü duydular.
Bütün şehitlerimizin, başta Hz. Hüseyin olmak üzere Kerbela şehitlerinin ruhu şâd olsun![11]
Tarihin belirli bir kesiminde meydana gelen ve bizleri derinden etkileyen bu olay hakkında iyi düşünmek ve gerekli dersleri çıkarmak gerekmektedir. Bu husus hepimizin yüreğini dağlamakta ve derinden üzmektedir. Ama bu üzüntü bizleri bir ayrıma götürmemeli, intikam duygularının ortaya çıktığı bedenlerimizi tahrip ettiğimiz bir olaya dönüşmemelidir. Müslümanlara düşen görev, bu gibi olayların tekrar yaşanmaması için gerekli tedbirleri almak ve belli bir bilinci oluşturmak olmalıdır. Nitekim Yüce Rabbimiz’de bizlere şu tavsiyeleri bildirmektedir.
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kuran’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.”[12]
Şu ana kadar ifade etmiş olduğumuz bilgiler ışığında şu hususları yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir.
-Muharrem hicri takvimin ilk ayıdır. Hicret ise Peygamberlerin hayatlarında vuku bulmuş bir hadisedir. Bununla beraber gerçek hicretimiz ise yanlışlardan doğrulara, günahlardan sevaplara doğru yol almamızla gerçekleşecektir.
-Aşure gününde meydana gelen Kerbela olayı, birlik ve beraberliğimizi kaybetmemek için üzerimize düşen bütün vazifelerimizi yerine getirmemizi göstermektedir. Müslümanlar arasına atılan bir ayrılık çok kötü sonuçlar doğurmaktadır. Hz. Hüseyin Efendimizin ve beraberinde bulunan yetmiş kişinin şehadeti bunun en acı örneğidir. Bize düşen bugünde birlik ve beraberliğimizi korumaktır.
Sözlerimi Kur’an-ı Kerimden ayetler ve Sevgili Peygamberimizin hadisleriyle sonlandırıyorum.
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin”
“Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslüman’ın, din kardeşini üç günden fazla terk etmesi helâl değildir.”
“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”
[1] Müslim, Sıyam, 202-203
[2] TDV İslam Ansiklopedisi, “Hicret” md. c. 17, s.458
[3] Ankebut, 29/26
[4] Hicr, 15/65
[5] Araf, 7/88
[6] Taha, 20/77-78
[7] Riyazü’s-Salihin Hadis No:1
[8] Nisa, 4/100
[9] Bakara, 2/218
[10] Müslim, Sıyam, 134
[12] Al-i İmran, 103
Kıymetli Okurlarım! En kalbi duygularımla Muhabbetle saygı ile özlemle sizleri selamlıyorum, Cumanız Mübarek olsun. Cuma Günü Gazetemizin köşesinden sizlere seslenmek sizlerle beraber olmak güzel bir duygu güzel bir haslet.
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff, 61/2)
“Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saff, 61/3)
Surenin ilk ayetinde kâinattaki bütün varlıkların, kendi lisan ve hâlleriyle yüce Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh oluşunun teşbihi ile O’nun mutlak güç, hüküm ve hikmet sahibi olduğu anlatılmaktadır.
Bilindiği üzere insanlar inanç bakımından inanan, inanmayan ve inanmış gibi görünenler olmak üzere üç gruptur. Okuduğumuz ayetlerde ise genelden özele gidilerek şuurlu varlıklar arasında müstesna bir yere sahip olan insanlara yüce Allah,
ا “Ey iman edenler” nidasıyla seslenmektedir. Bu hitapta inananlar arasında kadın erkek cinsiyet ayrımı olmadığı gibi dil, ırk, renk, sınıf, ruhbanlık v.b. faktörler de bulunmamaktadır.
Bu âyet hakkında İslam âlimlerinin yorumlarına baktığımız zaman “Ey iman edenler” cümlesindeki hitabın muhatabının kim olduğuna ilişkin tercihe göre iki gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bunlardan bir gruba göre Kur’an’ın geneli doğrultusunda ayette müminlere hitap edilmiş olmakla beraber söz ve eylemleri arasında uyumsuzluk olan Müslümanlara bu konuda uyarı yapılmakta yahut Müslümanların sözünde ve amelinde tutarlı olması istenilmektedir. Diğer gruba göre ise, “Ey iman etmiş görünenler” tarzında bir anlam taşımakta ve söylediği ile yaptığı bir olmayan ikiyüzlü kimseler kınanmaktadır.
Bu yorumlarda çelişkili söz ve davranışlardan kaçınmanın önemine ilişkin kalıcı bir mesaj verilmesi amaçlanmaktadır (Kur’an Yolu, V/258).
Diğer bir ifadeyle yüce dinimizin evrensel oluşunun bir tezahürü olarak imanımızdan sonra inandığımız gibi yaşamamız bizlere hatırlatılmakta, Allah’ı unuttukları için kötü akıbete düşenlerin durumuna düşmememiz için uyarılmaktayız. Bu uyarıyı hayatımıza yansıtmamız ancak samimiyet ve içtenlikle dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmemizle mümkün olur. Bu nedenle tutum ve davranışlarımızda sadece Allah’ın rızasını gözetmeli, özümüz sözümüze, sözümüz özümüze uygun olmalı, riyakâr ve iki yüzlülükten kaçınmalı, yaptığımız iş ve eylemlerimizde hulûs-i kalple ve iyi niyetle davranmalı, içten pazarlıklı olmamalıyız.
Tüm yaşantımızda yapabileceklerimizi söylemeli, yapamayacağımızı söylememeliyiz. İşte bu bağlamda yüce Allah, Kur’an’da;
“Ey iman edenler niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz.” (Saff, 61/2)
“Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/3) buyurmaktadır. Zira İslam’da itikadî konuların ruhu tevhid, ibadetlerimizin ruhu ihlas, dünyevi işlerimizin ruhu da adalet ilkesine uygun olmalıdır (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst. 1991, s.240).
Nitekim Hz. Peygamberin bütün yaşantısına baktığımızda onun hiçbir zaman yapamayacağı hiçbir şeyi söylemediğini, ancak yapacağı şeyleri söylediğini görüyoruz. Çünkü o bizim için yegâne örnektir. Onun her yönüyle örnek hayatı ve tevhit mücadelesindeki başarısı, Mekke’nin fethine muvaffak olması ve tebliğ ettiği mesajın kıyamete kadar baki kalması da bunun bir göstergesidir.
Bu hususta Kur’an’da yüce Allah, Hz. Peygamber hakkında inananlara seslenerek;
“Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21) diye belirtilmektedir.
İşte bu nedenlerden dolayı bizler, Cenab-ı Mevlâ’yı tanıma ve sevme mutluluğuna, yalnız O’na yönelme, yalnız O’na ibadet etme özgürlüğüne ulaşamazsak hayatımızdan lezzet alamayız. Dünyevi ve uhrevi haz ve lezzetler ise kâl (söz) ile değil, hâl (öz) ile idrak edilir. Balın tadını cam kavanozun dışından tatmak mümkün olmadığı gibi dinimizin güzelliklerini de yaşamadan idrak edebilmemiz mümkün değildir. İçimizin ve dışımızın birbirini tutmaması da dinen nifak alameti sayıldığı için böyle hâllere düşmekten de sakınmamız gerekir. Bunun için dünya hayatı önemli bir fırsattır. Çünkü dünya hayatında marifete ulaşmamız için yüce Rabbimizi tanımayı, bilmeyi ve sevmeyi bütün hücrelerimize nakşetmeliyiz. Rabbimize verdiğimiz sözü hatırlama, bu tanımaya ve söze uygun davranma taahhüdümüzdür.
Cenâb-ı Hak cümlemize yapabileceğimiz şeyleri söylemeyi nasip eylesin, yapamayacağımız şeyleri söylemekten de bizleri muhafaza eylesin.