24 Kasım 2025 Pazartesi
Dr. Ülkü Varlık Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Öğretim Üyesi
‘’Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.’’
Hz.Ali
Öğretmenler Günü’ne ayırdığım bugünkü yazımı iki alt başlık altında topladım. Birincisi, gerçek bir öğrenci – öğretmen hikayesini paylaşmak ve kıssadan hisse çıkarmak. İkincisi ise, Atatürk’ün öğretmenlerin değerini anlatan kısa bir anekdot.
I. Yaşanmış Bir Öğretmen – Öğrenci Hikayesi.
Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler dershaneden çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı.
Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.
Öğretmeni, onun bu halini fark etti:
– Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?
Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:
– Sizinle biraz konuşmak istiyordum öğretmenim.
– Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?
– Ahmet arkadaşımız var ya.
– Evet, ne olmuş Ahmet’e?
– Durumları pek iyi değil galiba öğretmenim. Annesi, beslenme çantasına pek bir şeyler koymuyor.
– Eee?
– Ona yardım etmek istiyorum. Ama kendisi, benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?
Ali, cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini bir an zihninden geçirdi… Bildiği kadarıyla ailesinin durumu gerçekten iyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu da değildi. Buna karşın, bir arkadaşına yardım etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.
Nurhan Öğretmen:
– Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pek iyi değil. Yanlış mı biliyorum?
– Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.
– Nerede çalışıyorsun?
– Simit satıyorum.
Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi biraz zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bir şeyler söylemeliydi. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursam, belki bir yolunu bulur onu vazgeçirebilirim diye zihninden geçirdi.
Nurhan Öğretmen, Ali ye döndü:
– Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.
– Çok zengin bir işadamı.
– Niçin?
– İnsanlara daha çok yardım etmek için.
– Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet’in ailesinin durumu pek iyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğunda insanlara yardım edersin. Olmaz mı?
– Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.
Neden olmaz?
Üç sebepten dolayı olmaz.

Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.
İkincisi: ‘Ağaç yaş iken eğilir’, deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.
Üçüncüsü : Daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.
Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:
– Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.
– Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet’i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet’in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet’e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?
Nurhan Öğretmen in gözleri dolmuştu. Başını evet anlamında sallarken Ali’yi evine yolladı. Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali’nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine farkına varmadan oturdu ve paraları eline aldı.
Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk simit paraları, Cennet’i satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.
Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan öğretmen. İçinin dolduğunu, tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi, ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı, ağladı…
Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken okulun bekçisi Sadık, ‘’bozuk simit paraları ile cenneti satın almak, bozuk simit paraları ile cenneti satın almak’’ diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, Ne dediniz hocam? demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti
Hikayeyi beğendiyseniz ve Ali den duygulandıysanız, maddi durumunuz iyi değilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısına bırakın.
Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın.
Maddi ihtiyacı olan bir akrabanıza yardım edin.
Yeter ki boş durmayın!
Ekmeği paylaşmak ekmekten daha lezzetli idi.

***
II. Atatürk ve Öğretmenlerin Değeri
Atatürk, Kayseri’de fizik öğretmeni Abdullah Efendi’nin dersine girer. Öğretmen, sanki sınıfta Atatürk ve arkadaşları yokmuş gibi, son derece doğal bir şekilde dersine devam eder. Bir ara Atatürk kara tahtanın önünde durunca, öğretmen;
Paşam biraz çekilir misiniz? Çocuklar tahtayı göremiyor, demez mi…Zil çalıncaya kadar Abdullah Efendi dersine devam eder. Zil çalınca herkes bir fırtına beklerken, Atatürk hayranlıkla Abdullah Efendi’ye bakarak şöyle der:
‘’İşte dershaneyi bir mabet, dersi ibadet gibi gören gerçek öğretmen. Bugün vatanımızda bir milli kudret varsa, o cereyan, felaketlerden ders alan ulusun kalp ve dimağından doğmuştur.’’
***
Dünyanın en değerli varlıkları olan siz öğretmenler! Bugün, Türk öğretmeninin şeref günüdür. Ona olan saygıyı yenileme, onun yüceliğini anma günüdür. Böyle anlamlı bir günde başta başöğretmenimiz Mustafa Kemal atatürk olmak üzere hepinizi sevgiyle, candan kutluyorum.
Öğretmenler gününüz kutlu olsun.
Kaynakca.
Dr.Ülkü Varlık Arşivi

‘’Eğemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
Yasama ve yürütme gücü, milletin tek gerçek temsilcisi olan mecliste toplanmıştır.
Bu iki kelimeyi özetlemek mümkündür; Cumhuriyet.’’
Mustafa Kemal Atatürk
Dr. Ülkü Varlık – Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi
29 Ekim1923 ülkemizde millet egemenliğine dayalı demokratik yönetiminin ilan edilişinin 102. yıl dönümüdür. Tüm ülkede Cumhuriyetin ilanı, ilk günkü gibi heyecan ve coşku içerisinde bayram olarak kutlanıyor.
Bugüne nasıl geldik, bu günün taşıdığı anlam ve önem nedir? Bunu görmemizde yarar vardır.
9 Eylül 1922’de Ege’de elde edilen kesin zaferle, Kurtuluş Savaşı’nın silahlı mücadele kısmı sona ermişti. Bundan sonraki mücadele Türk milletini, her alanda gelişmiş milletlerin seviyesine ulaştırmaktı. İlk olarak Cumhuriyet’in ilan edilmesine karar verildi. Mustafa Kemal, ‘’Türk Ulusu’nun yaratılışına ve karakterine en uygun olan yönetim, Cumhuriyet yönetimidir’’ diyerek Cumhuriyetin ilanının Türk milleti için taşıdığı önemi belirlemiş oluyordu.
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasıyla yeni bir Türk Devleti kurulmuştu. Millet egemenliğine dayanması ve demokratik bir yapıya sahip olması nedeniyle bu devletin isminin ‘’Cumhuriyet’’ olması gerekiyordu. Ancak o günkü siyasi ortamın uygun olmaması nedeniyle ismi açıklanmamıştı.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının ardından, görevini tamamlamış olan Birinci TBMM, 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar vererek dağıldı. Bu arada, Mustafa Kemal yeni Meclis açılışına yetiştirmek üzere yeni bir anayasa tasarısı hazırlattı. Bu tasarı hazırlanırken Mustafa Kemal zaman zaman toplantılara başkanlık etmiş ve sık sık milli hükümetin cumhuriyet özellikleri taşıyor olmasına rağmen bu durumu açıkça ilan etmemenin devlet idaresinde eksiklik olduğu hissini vereceğini ve ilk fırsatta cumhuriyeti ilan edip bu düşüncenin ortadan kaldırılması gerektiğini anlatarak meclisi cumhuriyet fikrine alıştırdı.
İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinin oluşturulmasını hemen ardından artık, var olan rejimin de bütün açıklığı ile ortaya konulması ve yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. O güne kadar bu görev Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı olarak Atatürk tarafından yürütülmüştü.
Ayrıca, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca devlet şeklinin ne olacağı üzerinde tartışmalar başlamıştı. Özellikle hanedan yandaşları, halifenin durumunun güçlendirilerek onun bir çeşit devlet başkanı olarak gösterilmesini istiyorlardı. Hatta, Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra Rauf Orbay, başbakanlıktan ayrılırken, Mustafa Kemal’e hilafet makamını kast ederek, ‘’Devlet Reisliği makamını takviye ediniz.’’ Diye rica etmişti. Bu gerçekleşirse, saltanat geri gelecek demekti. Bu olasılığın gerçekleşmesine engel olmak için devletin bir cumhuriyetin olması gerekiyordu. Nitekim, Rauf Bey’in ne demek istediğini gayet iyi anlayan Atatürk ‘’Dediğinizi yapacağıma emin olunuz’’ cevabını verirken aklından geçirdiği cumhuriyetin ilanı ve devlet başkanlığının güçlendirilmiş cumhurbaşkanı makamıyla temsil edilmesiydi.
Cumhuriyetin ilanı öncesinde TBMM de devletin geleceğiyle ilgili olarak esas itibariyle üç fikir çatışma halindeydi:
1. Meşrutiyet’e tekrar dönülmesini savunanlar ki, bunlar Halife Abdülmecit’in devletin başına geçirilmesini ve yetkilerinin genişletilmesini istiyorlardı.
2. Cumhuriyet’in bir oldu bitti şeklinde getirilmesine karşı olanlar, yeni anayasa taslağının enine boyuna görüşülmesini, halife ve hilafet makamına sadık kalınmasını onayladıkları gibi halifeye daha fazla yetki tanınmasını istiyorlardı.

3. Cumhuriyet’in en kısa zamanda ilan edilmesini isteyen inkilapçılara göre, anayasanın tümü üzerinde yapılacak görüşmeler zaman alacağından öncelikle Ankara’nın başkent olmasının ardından hızla Cumhuriyet’in ilan edilmesini gerektiğini düşünüyorlardı. Bu maksatla hazırlanan kanun teklifi TBMM’ye iletildi. TBMM’de yapılan görüşmelerin sonunda 13 Ekim 1923’te Ankara’nın yeni Türk Devleti’nin başkenti olmasına dair kanun kabul edildi. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu üçüncü fikri savunuyordu.
İkinci Meclis toplandıktan sonra Fethi Okyar başkanlığında oluşturulan İcra Vekilleri Heyeti (şimdiki Bakanlar Kurulu) bir türlü uyumlu bir çalışma içerisine giremedi ve önemli memleket meselelerini ele alamadı. Ayrıca Mecliste oluşan gizli bir ayrılıkçı grup hükümetin iş görmesine engel olmaya başlamıştı. Bu durumdan şikayetci olan Bakanlar Kurulu Başkanı Ali Fethi Okyar bey ve diğer vekillerin 25 Ekim’de Çankaya’da Mustafa Kemal Başkanlığında yaptıkları toplantıda aldıkları ortak kararla istifa etmeleri üzerine başlayan hükümet krizinin uzaması ve Meclisin güvenini kazanacak yeni bir kabine kurulamaması devletin yönetimi konusunun acilen çözülmesini gerekli hale getirdi. Bu gelişmeler üzerine, Mustafa Kemal 28 Ekim akşamı Çankaya Köşkü’nde verdiği yemek sırasında yakın çalışma arkadaşlarına ‘’Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz.’’ Diyerek krizden çıkış yolunu gösterdi. Yemekte bulunanların da içtenlikle desteklemeleri üzerine, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü yemekten sonra bir araya gelerek bir kanun tasarısı hazırladılar. 29 Ekim günü önce Halk Partisi Meclis Grubunda, ardından da TBMM’de kabul edilen tasarıya göre halen yürürlükte olan 1921 Anayasası’nın birinci maddesinin sonuna ‘’Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir.’’ İlavesi yapıldı. Akşam saat 20.30’da ilan edilen Cumhuriyet’in ardından derhal yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde, Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olarak seçildi.
Cumhuriyetin ilanı, bir taraftan Milli Mücadele’nin askeri ve siyasi alanlardaki zaferi ve demokratik ilkelere göre kurulan yeni devletin bu yöne doğru gelişmesi diğer taraftan da Osmanlı Hanedanı’nın Milli Mücadele’ye karşı takındığı tavrın ve dünyada egemen olmaya başlayan yeni bir anlayışın yani demokratik yönetimin yerleşmesinin kaçınılmaz sonucuydu. Osmanlı Devleti yüzyıllarca süren bir yönetimden sonra çökmüştü. Bu çöküşün en büyük sebebi devletin ve toplumun her kademesine yayılan eski-yeni, geri-ileri, taassup-çağdaşlaşma çatışmasıydı.

Ayrıca, XX. Yüzyılda bir milletin kaderinin bir hanedana bağlı olması, mantık, hak hukuk ve çağdaş devlet anlayışı bakımından anlamını yitirmişti. Diğer dünya devletleri de tek bir kişinin veya grubun yönetiminden kurtulma mücadelesi vermeye başlamışlardı. Mutlak ve genellikle ilahi kaynaklı oldukları için sorgulanamaz ve eleştirilemez diye nitelenen yönetimlerin, halk hareketleriyle yıkılması ve güçlerin kaynağını onları iktidar yapan halk desteğinden alan demokratik rejimlere yerlerini bırakmaları kaçınılmaz bir süreçti. Bu çerçevede, kurulan yeni Türk devleti de 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla bu yolu seçmişti. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanıysa sadece gelinen son noktanın ilanından ibaretti.
Sonuçta Cumhuriyet’in kurulmasıyla halk idaresi gerçekleşmiş, millet bir kişiye kul olmaktan kurtulmuş ve kendini idare edecekleri seçmeye hazırlanan vatandaş olmuştu.
Cumhuriyet idaresi Türk toplumuna bir çok değer kazandırdı. Cumhuriyet Hükümetinin lider kadrosu, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi siyasi ve iktisadi alanda tam bağımsız devlet olma yolunda verdiği mücadeleyi de çok zor koşullarda gerçekleştirmiştir. Cumhuriyet Hükümeti bir yandan ülkeyi gelenekçi Osmanlı anlayışından kurtararak çağdaş, ulusal bir toplum yaratmaya çabalarken, bir yandan da ekonomik gelişmesine büyük önem vererek izlediği politikalarda genelde ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullara uymuştur.
Atatürk cumhuriyeti şu sözlerle tanımlar. ‘’Eğemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yasama ve yürütme gücü, milletin tek gerçek temsilcisi olan mecliste toplanmıştır. Bu iki kelimeyi özetlemek mümkündür; Cumhuriyet.’’
Mustafa Kemal’in gençliğinden beri benimsediği ilk ulusal ideal rejim sistemi de cumhuriyettir. 1908 Meşrutiyeti’nden önce Selanik’teki ordu karargahında kurmay subay olarak bulunurken yakın arkadaşlarıyla yaptığı tartışmaların birinde ‘’Türkiye için en iyi devlet şekli nedir? Diye sormuştu. ‘’Meşrutiyet’’ cevabını alınca, Mustafa Kemal, ‘’Meşrutiyette de başta bir hükümdar vardır. Onun istibdadını önlemek çok zordur. Bu ülkeyi yükseltecek idare cumhuriyettir.’’ Şeklinde kendi görüşünü belirtmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen ve 1961 yılına kadar yürürlükte kalan anayasa ile devlet yönetiminde kuvvetler ayrılığı ilkesi de uygulamaya sokulmuştur. Demokratik yönetimin özünü oluşturan kuvvetler ayrılığı, kamu düzenini sağlayan yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız kılınmasıdır. Bu üç işlev ve onları yerine getiren organlar birbirlerinden ne kadar bağımsız iseler o oranda birbirlerini denetler ve yanlışlarını düzeltirler. Dolayısıyla toplum da, o oranda demokratik ve çağdaş olur. Atatürk’ün amaçladığı devlet ve toplum düzeni de budur.
Sonuç
Sonuç olarak; Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni çağdaş devletler düzeyine ulaştırmak için yaptığı Türk İnkılabı, büyük zorluklara rağmen gerçekleştirilmiş eşsiz bir inkılaptır. İnkılabın başarısını mucize olarak niteleyebiliriz. Bu başarıda Atatürk’ün payı büyüktür. Atatürk’ün Osmanlıdan devraldığı miras, borç batağında çökmüş bir devletti. Atatürk’ün elindeki tek kaynak Türk Milletinin derin tarihsel deneyimi, bu deneyim ile yoğrulmuş ileriye dönük başarma azim ve iradesi idi. Atatürk’ün, milletinin bu tarihsel birikimine inanan ve ona güvenen liderliğiyle XX.yüzyılın Türk Mucizesi yaratıldı. Tarih sahnesinden silinmek istenen ülke bu müthiş insanın yöntemiyle 15 yıl gibi çok kısa bir sürede; kendi silahını, gemisini, uçağını yapabilen, geleceğe güvenle bakan mutlu insanların yaşadığı, uluslar arasında saygın bir düzeye erişmiş, kimseye borcu olmayan, dostluğu aranan, düşmanlığından korkulan bir ülke durumuna gelmiştir.
Cumhuriyet Bayramı’nın tüm Türk milletine kutlu olması dilek ve temennisiyle bizlere bu günleri armağan eden başta ulu önder Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bütün şehit, gazi ve kahramanlarımıza şükran ve minnetlerimi sunuyorum.
Kaynaklar.
*Kara Harp Akademisi Dergileri.
*Mustafa Kemal Atatürk. Nutuk.
*Dr. Ülkü Varlık Arşivi
Dr. Ülkü Varlık Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi
Zafer, ’’Zafer benimdir‘’ diyebilenindir.
Başarı ise, ‘’Başaracağım’’ diye başlayarak sonunda’’Başardım’’ diyebilenindir.Mustafa Kemal Atatürk
Ağustos Ayı Türk Ulusal Yaşamı bakımından hareketli ve kutsal bir aydır. Birçok Büyük Türk zaferi hep bu uğurlu ayın sıcak günlerinde kazanılmıştır. Tarihte on altı büyük imparatorluk kurmuş devletimizin, anılan ay içerisinde kazandığı tüm zaferleri bu sütunun kısıtlı olanakları içinde özet olarak sunmak dahi oldukça zor. Ancak, bunlardan bazılarına aşağıda yer verilmiştir.
Türk Ulusal Yaşamında Ağustos Ayı’nın Önemi
26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Savaşı ile Türk Devleti’nin temeli atılmıştır. 22 Ağustos 1389 Kosova’da Rumeli’nin Balkan Savaşlarına kadar süren, beş asırlık yazgısı (kaderi) çizilmiştir. 11 Ağustos 1473 Otlukbeli’nde doğunun egemenliği sağlanmıştır. 23 Ağustos 1514 Çaldıran’da; Bayburt’tan Van’a Maraş’tan Mardin’e, Bitlis’ten Diyarbakır’a kadar, Doğu Anadolu’nun tümü kazanılarak Türk topraklarına eklenmiştir.
24 Ağustos 1516’da Mercidabık’ta sadece dört saatlik bir savaş ile Toros dağlarının ötesinde yer alan Anadolu, Suriye ve Filistin ele geçirilmiştir. 29 Ağustos 1526’da Mohaç’taki ikindiye doğru başlayan cenk, iki saat gibi kısa bir sürede Türk zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu çok kısa savaş sonrasında ise, Türk Ulusu yaklaşık iki yüzyıla yakın Avrupa Kıtası’nın ortasında da yer edinmiş, bayraklarını burçlarda dalgalandırmıştır.
Bir ordu ki, hiçbir ulusun ordusuna bu zamanda bu teknik olanaklarla bile sahip olunamayacak beş Kıt’ada at koşturmuştur. Sınırlarını Tuna’dan Viyana kapılarına kadar dayamış, her gittiği yere erdem, merhamet duygularını da birlikte götürerek, adını tarihin sayfalarına altın harflerle yazdırmıştır.
Büyük Taarruz ya da Anadolu Mucizesi
İşte bugün, bundan 103 yıl önce, bir Ağustos Ayı’nın yine sıcak günlerinde kazanılan ve Türk tarihinde yepyeni bir dönemin başlayabilmesinin bir işareti olan ve Türk Ulusu’nun yazgısını değiştiren, Ulusal Tarihimize “Başkomutanlık Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz” adı ile geçen bir zaferin yıldönümünü kutluyoruz.
Son Türk Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu zamanının en güçlü devletlerinden biri olmasına karşın tarihsel süreç içerisinde çeşitli nedenlerle yıpranarak Birinci Dünya Savaşı sonunda bağlaşıklarının (müttefik) savaşı kaybetmesiyle yenik sayılarak 03 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Silah Bırakışması (mütareke) sonucunda kesin olarak ülke toprakları parçalanmaya tabi tutuluyordu.
“Hasta Adam” olarak nitelendirilen İmparatorluğun bu durumdan yararlanarak Türk’leri ve Türk’lüğü yok ederek Bizans İmparatorluğu’nu yeniden diriltmek sevdasına düşenler 13 Mayıs 1919 günü İzmir Rıhtımı’na çıktılar.
Türk Ulusu’nun yaşayış biçimine ters düşen bir tutum ve davranış karşısında, bu saldırılara ilk karşı koyma 28-29 Mayıs günleri Ayvalık’ta 172. Piyade Alayı tarafından yapıldı. Daha sonra, Birinci ve İkinci İnönü Savaşları sonrasında saldırganın üstün kuvvetleri, Sakarya Bölgesi’den çekilmek zorunda bırakıldı. Bu savaşlar gerçekten stratejik ve taktik bilgilerin yanı sıra Türk subay ve erlerini cesaretlerini, kahramanlıklarını birlikte ifade edebilecek bir denklem görünümündedir.
13 Ağustos 1921 günü başlayan ve 20 Ağustos sabahı artık önlenmesi olası olmayan bir çığ gibi ilerleyen ‘’Büyük Türk Taarruzu’’ 30 Ağustos 1922 günü düşman ordusu’nun imhası ile sonuçlanarak Türk Ordusunun yenilmezliğini bir kez daha tüm dünyaya ilan ediyordu.
Bir çok yabancının “Anadolu Mucizesi” diye baktıkları Kurtuluş Savaşı’nın gerçek başarısı, toplu tüfekli dövüşten çok fazla, bu yeniden yaratılan ordu için sarf edilen inanılmaz çabada, dökülen terde ve tek bir sözcük ile, bu kağnı seslerinde saklıdır. Gerçek mucize, elindekini avucundakini vererek, gerektiğinde cephaneyi sırtında taşıyarak milletin katlandığı özveri ile pırıl pırıl bir ordu yaratılmasıdır. Türk Kurtuluş Savaşı’nın gerçek kıymeti, gerçek büyüklüğü göğüs göğüse dövüşmekten çok daha önce, yoktan varoluşta yatar. Bu önemli nokta yeterince kavranmadıkça da, Kurtuluş Savaşı’nın ruhunu ve aslını anlamak olası değildir.
Sakarya’dan bir ay sonra Türk Ordusunun Eskişehir-Afyon hattına henüz ulaştığı sıralarda birlik komutanı Ali İhsan Paşa’nın Cephe Komutanlığına verdiği 15 Ekim 1921 tarihli rapor, askerin o günlerdeki halini çok açık bir şekilde gözler önüne serer:
“Dün 8′ nci Tümenin bütün birliklerini teftiş ettim. Birlikler, âdeta ellerine çıplak ve kirli bir tüfek verilmiş bir yığın fukara halindedir. Askeri üniformalı yüzde beş insana rastlamadım. Köylü kıyafetleri vücutlarını koruyacak bir halde olsa yine şükredeceğim, fakat yarıdan fazlası yırtık, tamamen mevsimin şiddetine maruz ve mahkûmdur. Kaput(palto), ancak yüzde beş oranında var, ayakkabıların yarısı kullanılmayacak durumda. Don, gömlek, ve çorap gibi bol olması gereken şeylerde bile ihtiyacın yarısı kadar karşılanabilmişti.’’
Mustafa Kemal Atatürk’ün Askeri Dehası
Ancak, tüm bu güç koşullara karşılık, Büyük Taarruz için hazırlanan plana göre, düşmana hiç beklemediği bir yerden, Afyon güneybatısındaki sarp dağlık bölgeden, kuvvetin büyük kısmıyla taarruz etmeye karar verildi. 30 Km.’lik bu bölgeye 1’nci Ordunun 1’nci, 2’nci ve 4’ncü Kolordularına bağlı 11 tümenle bir müstakil tümen, 5’nci Süvari Kolordusuna bağlı üç tümen getirildi. Bu kuvvetler kuzeye doğru taarruzla düşmanın gerisine düşecek ve batıya doğru çekilmesine fırsat vermeden, onu bir imha muharebesine mecbur edecekti. Afyon’dan Eskişehir’e kadar uzayan 130 km’lik cephe kısmına ise büyük bir cesaretle 7 tümen ayrıldı. Bu kuvvetin de siklet merkezi Afyon’un kuzeyi bölgesinde oluşturuldu. Eskişehir bölgesi ise, hemen hemen boş denecek kadar zayıf tutuldu. Hazırlanan taarruz plânına göre 1nci Ordu kuvvetleri Afyon batısından kuzeye doğru taarruza geçtiklerinde, Afyon doğusu ve kuzeyinde bulunan 2nci Ordu kuvvetleri de taarruzla düşmanın, kesin sonuç almak istediğimiz 1nci Ordu bölgesine kuvvet kaydırmasına engel olacak ve Döğer bölgesinde bulunan düşman ihtiyatlarını (yedeklerini) kendi üzerine çekmeğe çalışacak ve Süvari Kolordusu da Ahır Dağlarından aşarak düşman yan ve gerilerine taarruz edecek, düşmanın İzmir’le telgraf ve demiryolu irtibatını kesecekti.
İki ordunun insan ve tüfek yönünden aşağı yukarı birbirine denk olmasına karşın makineli tüfek, top, uçak ve özellikle motorlu araçlar yönünden üstünlük Yunan Ordusu’ndaydı. Çünkü Türk Ordusunun elindeki tüfek, makineli tüfek ve toplar hem eski model hem de değişik cins ve tipteydi ve bu yönüyle de cephane ikmalinde Türk Ordusu büyük zorlukla karşı karşıyaydı. Bazı topların cephanesi son derece azdı. Örneğin, 2 nci Kolordu emrindeki havan bataryasının sadece 56 mermisi vardı. Ayrıca, Türk Ordusu’ndaki topların hiçbirinin yedek parçası bulunmuyordu. Düşman topları seri ateşli ve bol cephaneliydi. Tüfek ve makineli tüfekleri aynı cins ve üstelik yeniydi, cephaneden yana da herhangi bir sıkıntıları bulunmuyordu.
Yalnız süvari (kılıç) olarak Türk ordusu büyük bir üstünlüğe sahipti. Bir taarruz ve özellikle de takip harekâtında tank ve motorlu araçların bulunmadığı o zamanki savaşlarda, süvarinin oynayacağı rolün çok önemli olduğu yadsınamazdı.
İsmet Paşa bu konuyu anılarında sevinçle ve biraz da gururla anlatır
İsmet Paşa bu savaşla ilgili anılarını şöyle anlatır; “Süvari kolordusu, Türk Ordusunun sayı olarak o zamana kadar görmediği bir süvari kıtası haline geldi. Her türlü silahı ile, topu ile mükemmel bir kıta. Evet, büyük bir süvari kuvveti meydana getirdik. O zaman, Mohaç’tan sonra en büyük süvari kuvvetini ben kullanıyorum diye çalım yapardım.”
Mustafa Kemal Paşa, ordu birlikleri arasında bir futbol maçı organize edilmesi bahanesiyle ordu komutanlarını Akşehir’e davet etti. Böylece Yunan’lıların ve İşgal Devletlerinin dikkatleri çekilmeyecekti. 28 Temmuz gecesini, komutanlarla genel taarruz hakkında konuşarak geçirdi ve gereken direktifleri verdi. Mustafa Kemal Paşa, daha sonra 20 Ağustos 1922’de Ankara’dan Akşehir’e giderek, 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini verdi. Çok gizli bir şekilde yürütülen bu olayları kamuoyundan saklamak maksadıyla, 21 Ağustos’ta Çankaya köşkünde bir çay daveti verileceği gazete ve ajanslara bildirilmişti.
Savaşın seyri ve sonuç
Savaş başladıktan kısabir süre sonra, Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinin yarısı imha veya esir edilmiş kalan bölümü ise 3 grup halinde çekilmekteydi. Bu durum karşısında Çalköy’de yıkık bir evin avlusu içinde Mareşal Gazi Mustafa Kemal, Mareşal Fevzi Çakmak ve İsmet Paşa ile kırık bir kağnı arabasının başında buluşarak Yunan ordusunun kalıntılarını takip etmesi için Türk ordusunun büyük kısmının İzmir istikametinde ilerlemesini kararlaştırmışlar ve müteakiben de Gazi Mustafa Kemâl «Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!» emrini vermişti. 1 Eylül 1922’de Türk Ordusunun takip harekâtı başladı. Muharebelerden kurtulan Yunanlılar, İzmir’e Dikili’ye ve Mudanya’ya doğru geri çekilmeye başladılar.
30 Ağustos Zaferi, Türk Ulusu’na takılmak istenen tutsaklık zincirinin parça parça edildiği gündür, 30 Ağustos kahramanlıklarla dolu olan Türk tarihinin en parlak güneşlerinden birinin doğduğu gündür. O günleri gören ve yaşayan yazar Falih Rıfkı Atay‘ın 30 Ağustosla ilgili değerlendirmesi ise şöyle: ’’Bugün bağımsız bir devlet kurmuşsak, yurdumuzu Batının pençesinden, vicdanımızı ve düşüncemizi Doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini ve her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.’’
Bu yıl dönümü nedeniyle, Türk Ulusu’nun devamlılığı ve yükselmesi için ölümü hiçe sayarak kan döken ve savaşan başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, onun yakın silah arkadaşları İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir paşalar ile tüm şehitlerimizi, gazilerimizi sonsuz şükranlarımla anarken, dün olduğu gibi bugün de Türk Ulusu’nun gururu, iftiharı olan gözbebeğimiz Türk Silahlı Kuvvetlerimize gönülden başarılar diliyorum.
Kaynaklar
*Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, Ekim, 1999.
*Fahri Belen, Büyük Türk Zaferi, Ankara, 1962.
*Türk Silahları Kuvvetleri ve Atatürkçülük, Genel Kurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1973.
*Dr. Ülkü Varlık Arşivi
‘’ Lozan Antlaşması Türk bağımsızlığının bir zaferidir. ‘’
Prof. Dr. Afet İnan (1908-1985)
Lozan Barış Konferansı, harbe son veren bir barış antlaşması imzalanmasının çok ötesinde bir konferansdı. Asıl ya da ana konu Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri ile hesaplaşma, hukuksal ve siyasal yönden uyuşmazlıkları sonuçlandırma, yüzyıllardan beri süregelen sorunlara çözüm bulma idi. Başka bir anlatımla tüm ‘’Doğu Sorunu’’ Lozan Konferansı’nın ana konusunu oluşturuyordu.
Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması.
Lozan Barış Konferansı 20 Kasım 1922 günü İsviçre’nin Lozan Kenti’nde (Lousanne) açıldı. Türkiye’yi İsmet Paşa temsil ediyordu. Vekiller Heyeti başkanı Rauf Orbay bu görevi üstlenmek istemişti fakat İsmet İnönü’nün Mudanya’da göstermiş olduğu başarı dolayısıyla Atatürk onu daha uygun buldu. İsmet İnönü bu arada TBMM tarafından Hariciye Vekili seçildi. Tarafsız İsviçre Federal Devleti’nin Başkanı Monseieur Hab’ın konuşması ile açılan konferansta Lord Curzon’dan sonra İsmet İnönü söz aldı, adet olan nezaket sözleri yerine Türkiye’nin çok acı çektiğini ve artık özgür ve bağımsız bir ülke olmak istediğini söyledi. İsmet İnönü aylarca süren Lozan Maratonu’nda bıkıp usanmadan bu düşünceyi tekrarladı, galip devletlerin temsilcilerine anlatmaya çalıştı. Konferans bir türlü sonuca ulaşamayınca, İngiliz Murahhası ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon kendince bir taslak hazırlayarak İsmet İnönü’ye verdi. 4 Şubat 1923 günü belirli bir saate kadar kendisine olumlu bir yanıt verilmezse trene binip konferansı terk edecekti. Bu bir ultimatomdu. Araya girenler, uğraşanlar oldu, fakat İnönü taslağı kabule olanak görmüyordu. Bu taslakla beraber böylece görüşmelerin birinci bölümü sona ermiştir Curzon gün ve saati geldiğinde trene binip gitti. Konferans 2,5 ay çalıştıktan sonra dağılmıştı.
Kesinti yaklaşık 3 ay sürdü. 20 Kasım 1922’de toplanan konferans 4 Şubat 1923’de çıkan anlaşmazlık sonrası kesilmiş, 23 Nisan 1923’de ikinci defa toplanarak 24 Temmuz 1923 tarihinde bu önemli barış antlaşması toplantıların yapıldığı İsviçre kentinin ‘Beau Rivage Sarayı’nda’ imzalanmıştır.
Lozan Barış Konferansı 20 Kasım 1922 Salı günü saat 16:00’da Lozan Şehri’nin Mont Benon Gazinosu’nda toplanmıştır. İsmet İnönü, ilk sözlerinden itibaren istiklal ve hakimiyet davasını önemle vurgulamış, “çok ıstırap çektik, çok kan akıttık, bütün medeni milletler gibi hürriyet ve istiklal istiyoruz” demiştir.
Lozan Barış Antlaşması ve Diğer Savaş Sonrası Barış Antlaşmaları.
Lozan Barış Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı’na son veren, İtilaf Devletleri ile Almanya’nın imzaladığı Versailles, İtilaf Devletleri ile Avusturya’nın imzaladıkları Saint-Germain; İtilaf devletleri ile Macaristan arasındaki Trianon ve nihayet İtilaf devletleri ile Osmanlı Devleti’nin murahhasları arasında imzalanan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından reddedilen Sevr Barış Antlaşmalarından biçim ve içerik bakımından tamamen ayrılır.
Lozan Konferansı’nın Ana Sorunları.
Lozan Konferansı, 8 ay süren çetin ve uzun müzakereler sonrasında, Lozan Üniversitesi’nin merasim salonunda imzalanmıştır. Lozan’da imzalanan ve Lozan Barış Antlaşması olarak adlandırılan belge tek bir metin değildir. 143 maddelik ana belgeye ekli çeşitli konular için hazırlanıp imzalanan 15 belge daha vardır. Ana belge Türkiye ile İngiltere, Fransa, Japonya, Yunanistan, Romanya, Rusya, Yugoslavya arasında imzalanan “Barış Antlaşması”dır. Buna daha sonra Belçika ve Portekiz de katılmıştır
Lozan Barış Antlaşması ile Düzenlenen Ana Konular.
Lozan Barış Antlaşması’nın ön sözünde, devletlerin istiklal ve hakimiyetine saygı gösterilmesi esasına dayandırıldığı ifade edilmiştir. Bu ilke Yeni Türkiye’nin, Birinci Dünya Savaşı galipleri ile eşit koşullar altında, Lozan’da siyasal bir mücadeleye girişildiğini gösteren bir hükümdür. Burada Türk istiklal ve hakimiyetinin tanınması da önemlidir.

Lozan’da imzalanan bu antlaşmayla ona ekli tutanak, bildiri ve sözleşmelerin Türkiye sınırları, kapitülasyonlar, boğazlar, azınlıklar, devlet borçları, savaş tazminatı borçları ile ilgili olarak önemli sonuçlara varılmıştır. Türkiye yönünden varılan başlıca sonuçlar, çok kısa olarak şöyledir:
b.Irak Sınırı: Lozan Barış Antlaşması’nda, İngiltere ile anlaşılamadığı için Irak sorunu çözülememiştir.
c.Batı Bölgesi Sınırı: Karaağaç ve çevresi Yunanistan’dan istenen savaş onarımına karşılık olarak bırakılmıştır. İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları Türkiye’nin, öbür Ege adaları Yunanistan ile İtalya’nın olmuştur. Antlaşmaya göre Yunanistan bu adalardan Sisam, Sakız, Nikarya, Midilli’de asker bulundurmayacak; savunma ve saldırı amacıyla bu adalarda düzenlemeye girişemeyecektir.
Azınlıklar:
Lozan Antlaşması ile Türkiye sınırları içerisinde kalan tüm azınlıklar Türk uyruğu olarak kabul edilmiş ve bu konuda himaye (koruyucu) edici hükümler konulmuştur.

Boğazlar:
Lozan’da boğazlarla ilgili olarak uzun tartışmalar olmuştur. Sonunda sorun geçici bir çözüme bağlanmıştır. Buna göre askeri olmayan gemiler ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecek; savaş durumunda Türkiye tarafsız kalmışsa bu ilke aynen yürüyecek; Türkiye savaşta ise bu haktan düşmanlara yardımda bulunmamak koşulu ile tarafsız devletlerin gemi ve uçakları yararlanabilecek; düşman gemi ve uçaklarına karşı ise karar almakta Türkiye özgür olacaktır.
Devlet Borçları:
Yaklaşık 1850’li yılların başında başlayan ve Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam eden Osmanlı Kamu borçları oldukça büyük rakamlara ulaşmış ve çok büyük bir toplamı oluşturuyordu. Lozan Konferansı’nın en önemli konularından biri olan bu sorunun çözülmesinde son derece çetin müzakereler olmuştur. Yine bu sorunun çözümünde elde edilen başarılardan biri, belki de en önemlisi; “Düyun-u Umumiye’’ yönetiminin tarihe karışmasıdır.
Savaş Ödenceleri (Tazminatı):
Savaşın galipleri Türkiye’den tazminat talep etmişlerdir. Ancak bu talep Türk müzakere heyetince kabul edilmemiştir. İkincisi, yapılan pazarlıklar sonucunda bugün Edirne İli sınırları içinde kalan son derece önemli bir toprak parçası Karaağaç ve çevresi Yunanlılar tarafından savaş ödencesi yerine Türkiye’ye verilmiştir.
Kapitülasyonlar:
Türk Kurtuluş Savaşı’nın amacı bağımsız ve hür bir Türkiye idi. Bu da ancak kayıtsız ve şartsız bağımsızlık ve tam bir istiklal ile gerçekleşebilirdi. Lozan Barış Antlaşması’ndan önce Gazi Mustafa Kemal, genç ve muzaffer komutan, liyakatlı bir devlet adamı olarak Türk istiklaline herhangi bir biçimde gölge düşürecek kapitülasyonları şiddetler reddediyor ve şöyle sesleniyordu: “Kapitülasyonlar bizim için mevcut değildir ve asla mevcut olmayacaktır. Türkiye’nin istiklali her sahada tamamen ve kamilen onaylanmak koşuluyla kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır’’

Yine başka bir konuşmasında; “Bizim için artık kapitülasyonlar mevcut değildir.”Kapitülasyonların hiçbir kısmında istisna kabul etmiyoruz. Adli, mali veya askeri kapitülasyonların hiçbirini tanımıyoruz.’’Atatürk’ün eşsiz dehası, yorulmaz ve tükenmez enerjisi ve Türk Milleti’nin sonsuz fedakarlığı sayesinde kazanılan Kurtuluş Zaferi kapitülasyonlara son vermiştir. Lozan Barış Antlaşması’nın 28 maddesi ile kapitülasyonlar bütün sonuçları ile kaldırılmıştır.
Böylece, Türk toprakları üzerindeki yabancı ticaret kuruluşlarının Türk yasalarına uyma zorunluluğu sağlanmıştır. Kapitülasyonlar sorununun çözümü yeni Türk Devleti’nin en önemli başarılarından biridir.
24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması törenle imzalandı. Böylece uluslararası alanda da Osmanlı Devleti’nin gittiği, yerine çağdaş Türkiye’nin geldiği, yarı bağımlı Osmanlı Devleti yerine bağımsız Türkiye’nin ortaya çıktığı tescil edilmiş oldu. Aynı zamanda Atatürk’ün deyimiyle Türkiye’nin “idam fermanı” olan Sevr Antlaşması geçersiz kılındı. Türklerin 1699 Karlofça Antlaşması’ndan beri yaşamakta olduğu kovulma süreci Doğu Trakya’da durduruldu, Anadolu’ya sıçraması engellenmiş oldu. Gerçi Konferans sırasında Curzon, İsmet İnönü’ye siz söylediklerimi hep reddediyorsunuz fakat ben bunları cebime atıyorum, yarın yine tek tek karşınıza çıkaracağım” demişti. İşte Atatürk Devrimi “cebe atılanların” bir daha ortaya çıkmamasının, Sevr’in diriltilmemesinin güvencesiydi.
Lozan’da da Türkiye sorunlarını itilaf devletleriyle tartıştı. Lozan, Yunanistan, Ermenistan sınırlarını da çizen bir antlaşmadır. Lozan 1921-1923 arası Türklüğe karşı yöneltilen topyekün imha saldırılarına karşı Türklüğün meşru savunmasının tarihidir. Lozan bu meşru savunma sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin askeri-siyasi-hukuki zaferinin belgesidir, tapusudur. Ulusal birlik ve beraberlik içinde yenemeyeceğimiz hiçbir güç yoktur. Lozan antlaşmasının 102. Yıl dönümü, Kurtuluş Savaşı ile Lozan’ı bilen ve öğrenmek isteyen herkese kutlu olsun. Bu vesile ile, Lozan’da bağımsız Türkiye imzalarının atılmasını sağlayan Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, İsmet İnönü, Fevzi çakmak, Kazım Karabekir ve Milli mücadeleye katılanlar ışıklar içinde yatsın. Saygı, sevgi ve rahmetler onların olsun.
Kaynaklar.
Abadan, Yavuz, Lozan Hassasiyetleri, İ.Ü.H.F.M.,1938
Akşin, Sina, ,Yakınçağ Türkiye Tarihi (1908-1980), Milliyet Kitaplığı, C.1, İstanbul, 2005.
Eroğlu, Hamza, Şerefli Bir Tarih, Lozan, Ulus, 24 Temmuz 1963.
Karacan, Ali Naci, Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, İstanbul,1943.
Kili, Suna, Türk Devrim Tarihi, Cumhuriyet Gazetesi, Kültür Yayınları, Kasım, 2000, İstanbul.
Öztürk, İbrahim, Sadi, Mondros, Sevr, Lozan Antlaşmaları, Ankara Ticaret Odası Yayını, Ankara, 2005.
Dr. Ülkü Varlık Arşivi

Bu yazımı kıymetli Edirne sevdalısı dostlarım;
Necdet Tezcan, Tayyip Yılmaz ve rahmetli Beyazıd Şansı’ beyefendilere armağan ediyorum.
Bugünkü yazımda ülkemizin ünlü şairlerinin Kırkpınarlarla ilgili yazmış olduğu şiirlerden bir demet sunuyorum. Sırasıyla; Atilla İlhan’ın ‘Cazgır’, Ahmet Kutsi Tecer’in, ‘Kırkpınar’da Edirne’de’, Beyazıd Şansı’nın, ‘Kırkpınar Marşı’, Uluğ Turanlıoğlu’nun, ‘Kırkpınar’da Edirne’de’, Necdet Tezcan’ın, ‘Kırkpınar Akşamları’ başlıklı şiirlerini, Edirne’li Ressam ve fotoğraf Sanatçısı Tayyip Yılmaz beyefendinin eşşiz Edirne çizimleri eşliğinde gelin birlikte tüm içtenliğimiz ve yüreğimizle okuyarak, Kel Aliçoları, Adalı Halil’leri, Çolak Mümin Molla’ları, Hergeleci İbrahim’leri, Yörük Ali’leri, Sicimoğlu Halil’leri, Şamdancı Karaibo’ları ve 1934-1942 yılları arasında 9 yıl üst üste olmak üzere toplam 13 yıl Kırkpınar başpehlivanlığını elde eden Cihan pehlivanı Hüseyin Pehlivan (Hüseyin Alkaya) larımızı bir kez daha analım. Siz rahmetli pehlivanlarımız; maddi varlıklarınızla olmasada manevi varlıklarınızla büyük meydana hoş geldiniz.
CAZGIR
Vur ha vur davul baş pehlivan havası
Çıksın Bekir Osman Mestanoğlu Dülger Ahmet
Vur ha vur davul gürlemenin sırası
Davran be pehlivan ha ömrüne bereket
Ateş alsın büklüm büklüm pazındaki kudret
Davran deli fişek karayılan fırtınası
Çağlar devirip yenmenin güreşmenin ustası
Vur ha vur vur davul dağlar taşlar titret
Dile gelsin Yusuf’un Aliço’nun hatırası
Çıkalım hele meydana yanardağ gibi emret
Hey mübarek er meydanı bu meydandır
Cümle alem birikmiş işte davullu zurnalı
Her biri bir özge diyarda baş pehlivandır
Yiğitler gelir güreş tutmağa göğsü armalı
Boyları yıldız döker omuzları çifte burmalı
Hoy senin pehlivan dediğin şahan olup da uçandır
Rüzgar deme buluttur bulut deme dumandır
Vur ha vur vur davul gök yerinden kaymalı
Hodri meydan vakit tamam peşrev tamamdır
Ha deyince kaldırıp kaldırıp yere vurmalı
Atilla İLHAN
(Sisler Bulvarı / 1979)
KIRKPINAR’DA EDİRNE
Bugün de dün kadar sıcak, çekici
Bugün de dün kadar yeni bir anı;
Kırkpınar! Edirne ve sarayiçi,
Türk ordularının yiğit harmanı,
Edirne ve Sarayiçi…Kırkpınar…
Yanyana ahali ve pehlivanlar,
Bir alay, en önde davul-zurna var;
Nedir sürükleyen böyle herkesi?
İşte Sultan Selim, dört minaresi;
İşte bu velvele; tarihin sesi,
İşte baştan başa şehir…Neresi
Bu kadar tamlar bize vatanı?
Ahmet Kutsi TECER
(20. Yüzyıl Türk edebiyatı / 1988)
KIRKPINAR MARŞI
Büyük efsaneyi görür gibiyim,
Tarih dehlizinde yürür gibiyim,
Eyvah! Heyecandan ölür gibiyim,
Edirne Kırkpınar Er Meydanı’nda.
Yıl Bin Üç Yüz Altmış Bir, Rumeli’ne geçilir,
Kırkpınar’ın suyundan kana kana içilir,
Türk’ün başpehlivanı bu çayırda seçilir,
Edirne Kırkpınar Er Meydanı’nda.
Yiğitler çıkmışlar el bağlamışlar,
Kazanbaşı edip sırt yağlamışlar,
Piri üstatlardan destur almışlar,
Edirne Kırkpınar Er Meydanı’nda.
Yirmi davul, yirmi zurna çalınır,
Pehlivanlar sıra sıra salınır,
Her bir yiğit namı ile anılır,
Edirne Kırkpınar Er Meydanı’nda.
Bu ne yüce onur, ne asil gurur,
Şölen var Edirne’de davullar vurur,
Yağız pehlivanlar nara savurur,
Edirne Kırkpınar Er Meydanı’nda.
Kırkpınar ağası ağalar hası,
Kırkpınar’da ağa, tarih mirası,
Yaşar her ağanın bir hatırası,
Edirne Kırkpınar Er Meydanı’nda.
Davut sesli cazgır güreş okuyor,
Ter bulaşmış çimen yağa kokuyor,
Altı Yüz yıl tarih gerçek oluyor,
Edirne Kırkpınar Er Meydanı’nda.
…..
Beyazıd ŞANSI
KIRKPINAR’DA EDİRNE’DE
İşte çayır, hodri meydan,
Çık ortaya ey pehlivan,
Kırkpınar’da Eirne’de
Vur be davulcu, haydi vur,
Sesini cihana duyur,
Kırkpınar’da edirne’de.
Kaldır davulu yukarı,
Vur, çatlat tüm ufukları,
Kırkpınar’da edirne’de.
Divan durmuş sağın-solun,
Vur ko çatlasın davulun,
Kırkpınar’da Edirne’de
Kispetini ger pehlivan,
Hasmı yere ser pehlivan,
Kırkpınar’da Edirne’de.
Kapışmalar yaman olur,
Er meydanı duman olur,
Kırkpınar’da Edirne’de.
Güreşler kıran kırana,
Meydan döner bir harmana,
Kırkpınar’da edirne’de.
…..
Her engeli aş pehlivan,
Adın olsun başpehlivan,
Kırkpınar’da Edirne’de.
Ve de:
‘’Sabah oldu uyansana,
Gül yastığa dayansana.’’
Kırkpınar’da Edirne’de.
Uluğ TURANLIOĞLU
(Edirne armağanı / 1990)
KIRKPINAR AKŞAMLARI
Edirne’de doğan güneş
Yüzyılların güneşi.
Burada son kez yeşerir
Yiğitliğin
Asma bahçeleri.
İster Tunca
İster Meriç
Doldurun kadehleri.
Ve bürünsün
Kırkpınar rengine
Geçmişin tüm renkleri.
Güzellik yarışında
Selimiye bir inci
Geleceği yaşatmada
Sarayiçi birinci.
Erimedi pınarların karları
Kilim desenleri gibi güzel
Kırkpınar akşamları.
Bu sınır kentinde
Her yıl
Kalkar sınırlar
Ta içinde dost bahçelerinin
Sevgi açar,
Yürekleri mertlerinin
Erimedi tarihin karları
Meriç’e benzer burada,
Kırkpınar akşamları.
Erimeyecek
Bir öykünün karları
Bir şiir oluverdi Edirne
Kırkpınar akşamları
Necdet TEZCAN
(Edirne ve Kırkpınar Şiirleri / 1987)
Kaynaklar :
*Ahmet Kutsi Tecer, ‘’20.yüzyıl Türk Edebiyatı’’, 1988.
*Atilla ilhan, ‘’Sisler Bulvarı’’, 1979
*Edirne, ‘’Edirne’nin Fethi Yıldönümü Armağan Kitabı’’ Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara, 1993.
*Necdet Tezcan, ‘’Edirne ve Kırkpınar Şiirleri’’, 1987.
*Uluğ Turanlıoğlu (Derleyen), ‘’Edirne ve Kırkpınar Şiirleri’’, Evre reklamcılık, İstanbul, 1981
* Dr. Ülkü Varlık Arşivi
Teşekkür.
Sayın Ressam ve Fotoğraf Sanatcısı Tayyip Yılmaz beyefendinin arşivimde bulunan ve Edirne kentini en güzel şekilde yansıtan karakalem çizimlerini yazılaımda kullanmak için vermiş oldukları izin için kendilerine teşekkür ediyor ve saygılarımı sunuyorum.


